Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

Özbudun'a göre uzlaşmanın ön şartı

Anayasa hukukçusu Ergun Özbudun, Kürt açılımında hükümetin izlediği istişare yolunun en sağlıklı yol olduğunu söylüyor: “Aksi ‘dayatmacı’ bir çözüm olurdu.”

17 Yıl Önce Güncellendi

2009-08-24 00:49:00

Özbudun'a göre uzlaşmanın ön şartı

Ergun Özbudun*

Kürt açılımı veya demokratik açılım sorunu, haklı olarak kamuoyunu son haftalarda meşgul eden en önemli sorun oldu. Bu tartışmanın önümüzdeki aylar, hattâ yıllar boyunca devam etmesi beklenebilir. Gerçekten, kökleri bir anlayışa göre Cumhuriyetin ilk yıllarına, bir anlayışa göre “düşük yoğunluklu savaş”ın başladığı 1984 yılına kadar uzanan bu sorunun, bir günde tümüyle halledilmesi mümkün değildir. Hele sorunun hukuki, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve uluslararası boyutları dikkate alındığında, çözümün ne kadar uzun ve engebeli bir yolu gerektireceği açıktır. Bu noktada, bir yandan aşırı iyimser, öte yandan da aşırı kötümser bir psikolojiden kaçınmak gerekir. Her şeyden önce, sorunun çözümünde önemli bir mesafe alınmış olduğu inkâr edilemez.

15-20 yıl önce hayaldi

Onbeş-yirmi yıl öncesinin, Kürtçenin kamusal alanda kullanımının yasak olduğu, “kart-kurt” edebiyatının yetkili kişilerce dahi dile getirildiği utanç verici günlerinden; Kürt varlığının, dilinin, kültürünün, kimliğinin kimse tarafından inkâr edilmediği, devlet televizyonunun bir kanalının 24 saat Kürtçe yayın yaptığı, en yüksek düzeydeki askerî yetkililerinin bile soruna salt askerî tedbirlerle çözüm bulunamayacağını itiraf ettikleri ve daha ileri açılımlar için hükûmet düzeyinde samimî gayretlerin sarf edildiği bir noktaya gelinmiş olması, şüphesiz, Türk tarafı açısından olumlu bir gelişmedir. Kürt tarafında da, ayrı devlet, konfederasyon, federasyon, otonomi, iki milletli devlet, Kürtçenin de resmî dil olarak kabulü gibi aşırı taleplerin artık gündeme getirilmiyor olması da, aynı derecede memnuniyet verici bir olgudur.

Buna rağmen, taraflar arasındaki ideolojik mesafenin tümüyle, hattâ büyük ölçüde kapandığı da söylenemez. Türk tarafında, sorunun Kürt sorunu değil, terör sorunu olduğu, terör sorunu bitirilirse Kürt sorunu diye bir sorunun da kalmayacağı; ya da Kürt sorununun esas itibariyle bir ekonomik ve sosyal azgelişmişlik ve feodal yapı sorunu olduğu, bölge ekonomik bakımdan kalkındırıldığı, feodal yapı da tasfiye edildiği takdirde, sorunun ortadan kalkacağını söyleyen aktörler vardır.

Kültürel ve eğitimsel haklar bakımından daha ileri adımlar atılabilmesi için, ilkin PKK’lıların silâhlarını bırakarak Türk adaletine teslim olmaları gibi, gerçek-dışı hattâ ütopik önerilerde bulunan önemli aktörler de vardır. Benzer şekilde, Kürt tarafında da, Kürt bölgelerinin kendi savunma ya da güvenlik güçlerine sahip olmaları, Kürtçenin eğitim dili olarak kabulü (bu son derece meşru bir talep olan, Kürtçenin ve Kürt edebiyatının devlet okullarında “seçimlik ders” olarak öğretilmesinden tamamen farklı bir konudur) gibi, Türk çoğunluğun muhtemelen hiçbir zaman kabul etmeyeceği aşırı talepler de zaman zaman dile getirilmektedir.

Tarafların başlangıç pozisyonlarındaki bu ciddi farklar, konuya “ya hep ya hiç,” yahut “ya şimdi ya hiçbir zaman” mantığıyla değil, bir süreç olarak bakmamızı gerektirmektedir.

Ya hep ya hiç mantığıyla olmaz

Bir müzakere sürecinin başlangıcında, tarafların maksimalist taleplerle masaya oturmaları doğaldır. Müzakere sürecinin erdemi, süreç içinde bu maksimalist taleplerin törpülenmesi, her iki tarafın sonunda “yaşanılabilir” ya da “ikinci en iyi” olarak görebilecekleri orta-yol formülleri üzerinde uzlaşmalarıdır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya, Franco sonrasında İspanya, Avrupa’nın en demokratik anayasalarından ikisini, Hıristiyan demokrat, sosyalist, komünist ve liberaller arasındaki müzakere ve uzlaşma süreçleri sonunda kabul ettiler. Sovyet blokunun çökmesinden sonra, birçok merkezî ve Doğu Avrupa ülkesinde gerçekleşen demokratik ve anayasal reformlar da, benzer nitelikteki “yuvarlak masa” görüşmelerinin sonucudur. Unutmamak gerekir ki, uzlaştırıcı bir çözüm, taraflardan hiçbirinin yüzde yüz içine sindirdiği bir çözüm değildir. Zaten öyle olsaydı, adı uzlaşma olmaz, galip tarafın yenik tarafa dayattığı ‘dayatmacı’ bir çözüm olurdu. Gene memnuniyet verici bir nokta, Türkiye’de çözümün dayatmaya değil, uzlaşmaya dayanması gerektiği giderek artan sayıda vatandaşımızca idrak edilmeye başlanmasıdır.

Kürt sorununun çözümüne bir “ya hep ya hiç” mantığıyla değil, uzun süreli bir süreç gözü ile bakıldığı takdirde, hükûmetinin halen izlemekte olduğu yolun, eleştiri değil, takdir konusu olması gerekir. Somut bir paket açıklamamakla suçlanan hükûmet, daha önce siyasî partilerle, sivil toplum kuruluşlarıyla, medya mensuplarıyla ve akademik kişilerle görüşmeler yapmakla, mümkün olduğu kadar geniş bir oydaşma temeli oluşturmaya çalışmaktadır.

Muhalefete açılım beğendirmek

Türkiye’nin bu en önemli sorununda asıl bunun aksini yapmak bir eleştiri konusu olmalıydı. İlginçtir ki, AK Parti iktidarı, sivil anayasa girişiminde tam da bu nedenle, yani diğer partilerle ve sivil toplum kuruluşlarıyla ön istişarelerde bulunmadan bir anayasa taslağı hazırlamakla suçlanmıştı. Oysa, şimdiki eleştiri ne kadar haksızsa, o zamanki eleştiri de aynı derecede haksızdı. Çünkü AK Parti’nin yetkili sözcüleri, defalarca, hazırlanan metnin bir ön taslaktan ibaret olduğunu, bunun partice benimsenmesinden sonra uzunca bir süre toplumun tartışmasına açılacağını, bu tartışmalar ve görüşler ışığında değiştirilebileceğini, ancak ondan sonra resmen bir anayasa teklifi olarak TBMM’ye sunulacağını, orada da uzun uzun tartışılacağını ve gerekli değişikliklerin yapılacağını, en sonunda da TBMM’de ne kadar güçlü bir çoğunlukla kabul edilirse edilsin, halkoylamasına sunulacağını belirtmişlerdi.

Öyle görülüyor ki, ne yapılırsa yapılsın bazı muhalefet çevrelerine hiçbir şeyi beğendirmek mümkün değildir. TBMM’deki iki büyük muhalefet partisi, Türkiye’nin en hayatî sorununun çözümünde görüşmelerde bulunmayı dahi reddetmekle ve daha içeriğini bile bilmedikleri bir açılımı peşinen “vatana ihanet” olarak suçlamakla, sorumlu ve demokratik bir muhalefet davranışı sergilememektedirler. Çağın ruhuna, tarihin akışına aykırı olan bu tutum, liderlerinin sandıkları gibi onlara, özellikle de CHP’ne oy getirmeyecek, aksine oy kaybettirecektir. Kaldı ki, sorunun çetrefil ve çok-yönlü niteliği, onun tek bir “paket”le çözülmesine elverişli değildir. Süreç, muhtemelen, birbirine bağlı çeşitli aşamalar halinde ve uzunca bir zaman dilimi içinde sürdürülecektir. Eğer başarı sağlanacaksa bunun sırrı, müzakere sürecine bağlılık, karşılıklı iyi niyet ve güvenin korunması ve bu psikolojik ortamı bozacak provokasyonlardan özenle kaçınılmasıdır. Sorunun anayasal ve hukukî boyutları açısından neler yapılabileceği konusunu başka bir yazımda ele almayı ümit ediyorum.

Kaynak: Star

Prof. Dr. Bilkent Üniversitesi

Haber Ara