Yatılı okumak avantaj mı dezavantaj mı?
Öğrencilik hayatımızın bir bölümünü çoğumuz yatılı okuyarak geçirdik.Yatılı okumak bazılarımız için kabus bazılarımız içinse başarı kaynağı olmuştur. Evlerimizden millerce uzakta yatılı okuyarak geçirdiğimiz öğrenim hayatımız acaba bizlere neler kazandırdı?
17 Yıl Önce Güncellendi
2009-07-29 18:07:00
Kuru fasulye veya mercimek, nam-ı diğer ‘kara şimşek', yanında da bulgur pilavı, yemeklerin değişmezi. Bir de üzüm hoşafını asla unutmamalı. Kaloriferlerin en soğuk günlerde dahi yanmaması alışılmış, sıradan bir durum. Aylara yayılan anne baba hasretinin tetiklediği karabasanlar ise işin en çekilmez yanı. En sert mizaçlı öğretmen ve idareciler bile ‘neşe kaynağı'. Küçük yaşta üstlenilen büyük sorumluluklar ileriye dönük avantaj, seneler sonrasına taşınan arkadaşlıklar en büyük somut kazanç. Eskilerin tabiriyle ‘leyli', bugünün tabiriyle ‘yatılı'. Bu tecrübeyi yaşama şansına sahip olanlar için şikâyet ile memnuniyetlerin iç içe girdiği bir dönem. Her eğitim yılının başında, yolu yurt veya pansiyona düşecek yüz binlerce öğrenci ve onların aileleri ne ile karşılaşacaklarını bilememekten yakınıyor. Yatılılık, bir kazanç mı yoksa telafisi mümkün olmayan bir sıkıntı kaynağı mı? Cevabı bu tecrübeyi yaşayanlarda aradık.
“Yatılı olmasaydı okuyamazdım”
“Anne ve babadan ayrılık.” Millî Eğitim eski Bakanı Hüseyin Çelik için yatılılığın ilk çağrışımı bu. Şimdilerde hoş bir anı saysa da Tatvan'daki okulun tel örgüleri önünde ağladığı günleri hiç unutmuyor. Seneler sonra geri dönüp baktığında ‘Her şeye rağmen iyi ki yatılı okumuşum.' O devrin şartlarında ayrılık dâhil tüm zorluklara rağmen ‘yatılılık' Çelik gibi dar gelirli aile çocuklarının geleceğe açılan umut kapısı; okuyup büyük adamlığa yükselmelerinin tek yoludur.
“Öğrenim hayatının tamamını yurtlarda geçirmiş biri sıfatıyla söylüyorum. Sistem hâlâ aile imkânlarıyla eğitim fırsatı yakalayamayan yüz binlerce çocuğun geleceğini kurtarıyor. Mesela ben… Bu sistem olmasaydı bırakın tahsil hayatımı, ilkokula başlayamaz ve bugünlere gelemezdim.” Eski bakan hâlâ çözülemeyen problemlerin varlığını kabul ediyor. Ancak giderek azalan, bilhassa maddî sıkıntılar bardağın dolu tarafını görmeyi engellememeli. Çelik'in kastı, yatılılığı hayırla yâd edenlerin ‘Hayatı tanıdım.' hükmüyle kendini buluyor. Bu da ütü becerisinin gelişmesinden kısa sürede karakter analizi yapmaya uzanan karmaşık bir süreç aslında.
Hâlihazırda özel bir şirketin halkla ilişkiler müdürlüğünü yürüten Ünal Memiç de şahsını ‘hayatı tanıyanlar' grubuna ekliyor. “12 yaşın masumiyetiyle anne babadan uzaklaştık. Okulumuz gündüzlü ve yatılı diye ikiye ayrılıyordu. Dersler bitince çoğu arkadaşımız evlerine giderken, bizler yatakhanenin yolunu tutuyorduk. Her işimizi kendimiz yapmak zorundaydık. Zamanla şunu fark ettik. Yan yana oturduğumuz gündüzlülerden erken olgunlaşıyoruz.” Memiç'in sözlerine ‘Niçin?' sorusunu yöneltenlerin alacağı cevap açık ve net: Gündüzlü ve yatılı arasındaki hayat şartlarının farklılığı. İlki kimileri için üniversite zamanı dâhil en ufak sorumluluk almaktan uzaktır. Önünde annesi, babası, abisi ya da ablası vardır. Kısacası her sıkıntıya karşı çözüm bekler, kendi ‘üretmez.' Yurt sakinleri ise her şeyden önce kalabalık bir grupla yaşamayı öğrenmek zorundadır. Yatakhaneden, banyoya her alanı ve demirbaş eşyaları ortak kullanmalıdır. Artık birilerinin belirlediği saat dilimlerine göre hayatı devam eder. Yer yer yaptırımı sert kurallara uymakla mükelleftir. Bütün bu tablo yatılı öğrenciyi tabiatıyla yaşıtlarına nazaran erken olgunlaştırır.
Yılları aşan arkadaşlıklar
Sürecin kazanımlarına dair erken olgunlaşma kadar dikkat çeken bir husus da o yaşlarda kurulan arkadaşlık bağlarının sağlamlığı. Yurtlarda başlayan arkadaşlıklar yıllarca sürüyor. Fakat söz konusu ilişki kısa sürede ve birden gelişmiyor. Uzun elemelerden geçiyor ve bir kere kaynaştıktan sonra da ufak tefek problemler önünde kopmuyor. Bu dostluk, en zor zamanlarda kendini gösteriyor. Hastayken başucunda beklemek de var işin içinde; harçlığının tamamıyla arkadaşını ihtiyacını karşılayıp günlerce parasız dolaşmak da. Bir anlamda birbirlerine dayanmayla ortaya çıkan güç fark ediliyor. Onlar artık ‘yatılı' grubunu teşekkül ettiriyor. Okulda kimse onlara karşı çıkamıyor. Herhangi birine kaba kuvvetle mukabele edilemiyor. Her zaman birbirlerini gözetiyorlar. İlkokulun ardından sürekli yatılı okuyan işadamı Yasin Kesen “Aileden uzak farklı bir ilde okudum. Gün geldi 4 ay annemin babamın yüzünü görmedim. Hafta sonları dâhil 24 saat aynı insanlarla vakit geçirdim. Zamanla arkadaşlarınız hayatınızın ana aktörleri haline geliyor. Düşünün mezuniyetim üzerinden 16 yıl geçti, yüzde 80'iyle hâlâ görüşürüm. Araya makamlar, mevkiler girmedi. Samimiyet hâlâ eski sıcaklığında.” derken bunu kast ediyor.
Yatılı okumak başarıyı arttırır
Dayanışma derslerde de devam ediyor. Her ne kadar şimdilerde çoğu aile dershane gibi yardımcı eğitim kurumlarıyla çocuklarına yön vermeye çalışsa da bu imkândan mahrum ebeveynlerin evlatları için yatılılık büyük nimet. Çocuk gündüz okulda anlatılan konuları anlamamışsa, evde de bunları öğrenebileceği kimse yoksa zorlanıyor. Oysa yurtta kalanlar birbirlerine, nöbetçi öğretmenlere veya belletmenlere sorup eksiklerini giderme imkânına sahip. Zaten etüd saatleri de bu sebeple yatılılara uygulanıyor. Bilhassa Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki okullarda ortaya çıkan istatistikler yatılı öğrencilerin gündüzlülere nazaran başarısını sergiliyor. Muş Millî Eğitim Müdürü İlhami Bayraktar da aynı noktaya değiniyor. İl genelindeki tabloyu yorumlayan Bayraktar'a göre sistem Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki çocuklara Türkiye'nin batısındakilerle yarışabilme fırsatı veriyor. “İlimiz yüzde 65'i kırsal mukimlerinden oluşuyor. Bu ailelerin eğitim anlamında çocuklarına verebilecekleri şeyler sınırlı. Yatılılık özellikle ders başarılarını olumlu yönde tetikliyor. Sosyalleşmeleri de üst seviyeye çıkıyor.” Geçen yıl İzmit'te ortaöğretime başlayan İstanbullu Kayhan Kalyoncu da yurtta kalmanın dersleri üzerindeki artısını dillendirenlerden. “Özel bir yurtta kalıyorum. Artık birçok şeyi kendim yapmak zorundayım. Mesela dikiş dikmesini öğrendim. Ama benim için en önemli avantajlardan biri ders konusunda. Okulda anlayamadıklarımı akşam konuları kavrayan arkadaşlardan öğrenebiliyorum.”
Yurt hayatının olumlu taraflarına dair ayrıntılar bunların ötesine geçse de genel hat böyle. Peki, süreçten şikâyetçiler hangi sebepleri dile getiriyor? İki ana gerekçe var: Maddî ve manevî. Tek çeşit yemek, kışın kaloriferlerin yanmaması, yatak çarşaflarının değişmemesi, banyoda sıcak su bulamama ve oyun sahası eksikliği gibi dertleri dillendirenler maddîciler. Türkiye genelinde sayıları hızla artan özel ve resmî yurtlardaki teknik şartların iyileştirilmesi bu kesimin argümanlarını yavaş yavaş ellerinden alıyor. Fakat akıllara öğretmen, idareci ve anne baba ilgisizliğini veya dayağını getiriyorsa önümüzde insan kaynaklı manevî faktör çıkıyor. Bir de bunların üzerine birlikte yaşamak zorunda kaldığı arkadaşlar arasında ona dünyayı zindan edecek ‘zorba'lar çıkarsa. Özellikle kaba gücüyle etrafındaki insanları kendine hizmetçi etmeye çalışan zorbalar. Bundan doğabilecek sıkıntıların aşılması ilkine nazaran çok güç.
Yatılılara yaklaşım mantığını ilgilendiren bu sahada ‘problemlere yol açmayacak ortamın' hazırlanması öncelikli mesele. Söz konusu ortamı teşekkül ettireceklerse ‘tecrübeli ve sevgi-şefkat ekseninde' hareket eden eğitimciler. Muş Kızılağaç Cumhuriyet Yatılı İlköğretim Bölge Okulu (YİBO) Müdürü Naim Karadoğan konunun içinden biri sıfatıyla tespit yapıyor: “Geçmişe göre devletin de özelin de fizikî anlamda yurt şartları iyileşti. Bırakın tek çeşit yemeği artık öğrenciler internet erişimi bulunan yatakhanelerde kalıyor. Ancak insan faktörü çok önemli. Bugün birilerine yatılı hayatı sevdiren diğerlerine nefret ettiren aslında eğitimcilerin rolüdür.”
İnce çizginin farkındaki Karadoğan kendi okulları için buna uygun bir yol izliyor. Dördüncü sınıftan itibaren öğrenci almaya başlayan okullarına kendi ruh dünyasının korkularıyla gelen öğrencilere evvela güler yüzle yaklaşılıyor. Böylece gelinen yerin ona zindan değil kucak açan bir yuva hüviyeti taşıdığı anlatılıyor. Eğitim hayatı boyunca da buna uygun iletişim kanalları oluşturuluyor. Öğretmenler, belletmenler, yurt idarecileri söz konusu üslup hususunda sürekli denetleniyor. İnsan unsurunun fizikî imkânların önünde anlam taşıdığını en iyi anlatansa Muş Millî Eğitim Müdürü İlhami Bayraktar: “Yatılı okullara işinin ehli ve mesleğini seven eğitimcileri vermeli. Bakın bazen altyapısı eşit iki okulda verim farkı çıkıyor. Niye? Çünkü birindeki kadro mesai saatine takılıyor. Diğeri nesil yetiştirdiğinin farkındalığıyla çaba sarf ediyor.”
Ailelere düşen görev!
Hababam Sınıfı, Türk sinemasının unutulmaz eserlerinden bir tanesi. Özel bir okulda yatılı okuyan ve sınıfta kala kala okulun gediklileri haline gelen çoğu zengin aile çocuklarının halet-i rûhiyelerini karikatürize eder ve her insan kendi eğitim hayatını gözünün önüne getirdiğinde kendinde ondan bir parça bulur. Serinin bir filminde bu problemli öğrencilerle kendi disiplin usulleriyle mücadele eden müdür yardımcısı Mahmud Hoca öğrencilerin kötü notlu karnelerini kendilerine değil, okul parasını ödemekle çocuğuyla ilgilendiğini zanneden ebeveynlerinin eline verir ve ‘Bunlar asıl sizin karneniz.' der. Onun değindiği evlatlarının başarısı üzerinde anne baba ilgisinin oynadığı büyük roldür. Her ne kadar beyaz perdeden bir misal gibi gözükse de konu gerçek dünyaya da bu şekilde yansıyor.
30 yıl önce oğlunu veya kızını yurda gönderen ve bir daha aramayan çoğu aile onun üzerinde ‘istenilmediği için oraya gönderildiği' duygusu oluşturabileceği, bunu bertaraf etmek için evladıyla ilgilenmesi gerektiği şuurundan uzaktı. Bugün aynı problem bilhassa özel okullarda ortaya çıkabiliyor. Varlıklı ailelerin çocukları ekonomik anlamda eşit arkadaşlarına ‘Annen baban seni istemiyor mu? Niye yatılı gönderdi? Bak biz gündüzlüyüz ve her akşam eve gidiyoruz.' şeklinde telkinlerde bulunabiliyor. Konunun başka bir boyutuysa ebeveynin yurdun disiplin akışını etkileyecek kadar çocuklarıyla ‘ilgilenmesi'. Yatılılığı ‘yokluklar veya zorluklar içinde hayatı öğrenme' diye tanımlayan işadamı Yasin Kesen birçok tanıdığının evlatlarını yatılı vermek için özel okullardan lüks isteklerde bulunduğuna dikkat çekiyor. Ekonomik sebeplerden buna ses çıkartamayan çoğu özel eğitim kurumu da denileni yapıyor. Öğrenci de ebeveyninden aldığı dolaylı destekle yurt sistemine uymaya karşı çıkıyor ve başına buyruk hareket ediyor. Söz konusu aşırılıklar da yatılılığın tüm dengesini bozuyor. Böylece ortaya ya çocuklarıyla hiç ilgilenmeyen ya da tam tersine haddinden fazla müdahaleci ebeveynler çıkıyor. Bir nevi ifrat ve tefrit.
Eski bakan Hüseyin Çelik ise itidali işaret ediyor. “Aileler muhakkak çocuklarıyla ilgilenecek. Ancak bu çarkı bozan noktaya gelmemeli. Günümüzde özellikle özel okullar için seçim söz konusu. Gidersiniz okulu, eğitim kadrosunu, şartlarını araştırırsınız. Güvenip de çocuğu teslim ettikten sonra artık onların disiplin metotlarına karışamazsınız.” Çelik yatılı ve bakanlık tecrübeleri ışığında ailelere çocuklarıyla, eğitimcilerle diyalog halinde bulunmalarını tavsiye ediyor. Dikkat edilmesi gerekli noktalardan biri de problemler karşısında öğrencilerin eğitimcilerini ya da tersi yöndeki suçlamalarına ilk anda tepki gösterilmemesi. Çünkü konular ayrıntısıyla araştırılmadan verilecek hükümler güven ortamını zedeler ve uzun vadede öğrenciye zarar verir. Sistemin sağlıklı işlemesini sağlayacak yöntemse veli-eğitimci ve öğrenci arasında diyalog kapılarının açık tutulması. Tarafların birbirini anlamaya çalışarak hareket etmesi. Birinin kendine biçilen rolü eksik ya da fazla oynaması özellikle öğrenci üzerinde süreci baltalar.
Nihayet yatılılık, Türkiye özelinde kimileri için eğitimini devam ettirme fırsatı, kimileri adına ailelerini aratmayacak, hayat öğrenmelerini sağlayan bir yuva ve kimileri nezdinde de sürgün hüviyeti taşıyan ve kötü anıların müsebbibi bir zindan...
Yatılı okul hatıraları asla unutulmaz!
İnternette ‘yatılı okumak' başlığıyla küçük bir arama yapılması dahi karşınıza binlerce sonuç çıkması için yeterli. Vaktiyle yatılı kalan ve görüşlerini www.itusozluk.com adresinde paylaşanların yazdıklarına bakınca o dönem hatıralarının asla unutulmadığı ortaya çıkıyor…
Hayat okuludur bir nevi. Hayat dersi veren hocalar çoğunluktadır. Yemekler her daim bir gariptir. Odun kömür bitince kara kışta yatak bile buz gibidir. Hastalanmak en kötüsüdür. Anne, baba yok… Ama bir arkadaşlık vardır her şeyden öte; anne olur bazen bütün yatakhane arkadaşları, başında sen hasta iken nöbet tutar. Her durumda eğlenmektir. Hocanın bağırmasını ve fırçasını umursamamaktır. Müdürün yatağını toplamadığın için odaya çekmesini ‘özlemiş beni kerata' diye ballandıra ballandıra anlatmaktır.
Pek çoklarının iyi değerlendirip, memnun kaldığı bir süreç olup, kendim için konuşmam gerekirse kaba saba, saldırgan, sevgisiz ve umursamaz bir adama dönüşmektir.
Ömrümü yiyip bitiren, ruh sağlığımı bozan, her gün nefret ede ede gün saydığım, 2'nci sınıfta okuldan ayrılacağımı düşünürken alamadığım doktor raporu yüzünden çok uzun süre sonra beni hüngür hüngür ağlatan, yatılılık bittikten 5 sene sonra bile ruhî yönden hâlâ ceremesini çektiğim olaydır.
Çok kolay, delirtici ve eğlenceli iş. Evet, ama sanırım insandan insana değişiyor yatılı okumayı sevip sevmemek ve buna katlanabilmek.
Bana bulgur pilavından nefret ettirendir. Bir okulda 10 gün üst üste öğle ve akşam yemeklerinde nohut verilir mi? Bize vermişlerdi. Her gece açlık ve susuzluk nöbetleri geçirirdik. Çeşmeden su içmezdim ilk zamanlar ama yurt beni dize getirdi. Şu an en sevdiğim su çeşme suyu gerçekten. Terkos diyorum başka bir şey demiyorum.
İngiltere'de asil, Türkiye'de halk çocukları
Günümüzde askerî, devlet ve özel okulların uyguladığı ‘yatılılık' sistemi esasında dünyanın hemen her tarafında dinî eğitim veren kurumlarda başlar. Avrupa ve Amerika'da ilk ortaya çıkanlar kilise okullarıydı. İslam Dünyası'ndaysa özellikle Selçuklular devrinde vezir Nizam'ül Mülk'ün ismiyle anılan medreselerde yatılı eğitim uygulanır. Bu durum ilerleyen dönemlerde de devam eder. Nihayet Osmanlı'da da öğrenciler ‘hücre' tabir edilen odalarda kalır. Tanzimat sürecine kadar durum böyle geldikten sonra o yıllarda Osmanlı ülkesi genelinde yeni bir olgu ortaya çıkar. Azınlık veya misyoner okulları.
Başta kendi ülkeleri dışında kalan Avrupalıların çocuklarını eğitmek amacı güden söz konusu kurumlar zamanla Türk asilzadelerinin çocuklarına da kapıları açar. Zaten İngiltere başta birçok Avrupa ülkesinde yatılı okulların müdavimleri evlatlarının iyi bir eğitim ve disiplin almasını isteyen asilzadeler veya zenginlerdir. Yabancı okullarına karşılık Osmanlı Devleti de Galatasaray Sultanîsi ve yetim çocuklar özelinde eğitim veren Darüşşafaka gibi okullar açılır. Bugüne gelindiğindeyse özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi gibi eğitim imkânları kısıtlı bölgeler için bilhassa resmî yatılı okullar eğitimde eşitlik için kapı aralarken özel denkleriyse genellikle gelir durumu iyi ailelerin çocuklarına hitap ediyor. Tabii burada özel ve resmî ayrımı kast sistemi bir yapıda değil. Çoğu özel okul burs fırsatlarıyla ve sınavlarla dar gelirli ailelerin çocuklarını da kabul ediyor.
(aksiyon)
SON VİDEO HABER
Haber Ara