Mehmet Çelen*
Türkiye?de yaklaşık son bir buçuk yılda gelişen hadiseler, gelecekte olabilecek önemli değişimlerin habercisi gözüküyor. Bu konuyla ilgili kanaatimiz, geçmişten şu ana kadar gerçekleşen olaylardan hareketle bir vakıa/durum tespiti, ortaya çıkan tabloyu okuma ve siyasi öngörümüz olmaktan öte bir şey değildir.
Değerli okurlarımızın bu hususu göz ardı etmemelerini ve dikkate almalarını özellikle belirtmek isterim.
Vakıa tespitini, geçmişten şimdiye, şimdiden geleceğe doğru yöneltmemiz, sanırım daha doğru olacaktır.
Osmanlı?nın 1918?de savaştan mağlup çıkması, imparatorluğun dağılmasına ve akabinde çökmesine neden olmuştur. 1923?te Mustafa Kemal?in kurduğu genç ve yeni Türkiye Cumhuriyeti, başında halifesi bulunan bir İslâm devletidir. O zaman yürürlükte olan 1921 anayasasında da, ?Devletin dini İslâm?dır.? maddesi mevcuttur. Ancak bu durum, 01 Mart 1924?te halifeliğin kaldırılmasıyla değişmeye başlamıştır. O zaman ?halifelik, meclisin manevi şahsında mündemiçtir? şeklindeki bir ifadeyle yürürlükten kaldırılmıştı. Sanki o günün hazır olan zevatına, ?Biz halifeliği tamamen ilga etmiyoruz, bilakis meclisin manevi şahsına özgü kılıyoruz? denilmek istenmiştir. Akabinde ?Devletin dini İslâm?dır.? maddesi de, anayasadan kaldırılmıştır.
Böylece Türkiye Cumhuriyeti, 1922?de saltanatı, 1924?te hilafeti, anayasadan devletin dininin İslâm olduğu maddesini kaldırarak ve bir dizi batılılaşmaya yönelik kanunlar çıkartarak redd-i miras yapmış, yüzünü Osmanlı İslâm Devleti?nden çevirip batıya yöneltmiştir.
Yüzünü batıya yönelten Türkiye, büyük bir hızla batılılaşma hareketine başlamıştır. Medeni, ticaret, yargı ve diğer kanunlar batıdan hızla ithal edilmiş, alelacele Türkçe?ye tercüme edilerek yürürlüğe konulmuştur. Pozitivist felsefe ışığında, jakoben bir üslup ile Türkiye Modernizmi?nin doğmasına çalışılmıştır.
Milli Şef (2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü) döneminde (1938?1950), bu durum daha keskin ve sert bir şekilde devam ettirilmiş, hatta din düşmanlığı zirveye çıkmıştır. Bu dönemde dine, dini yaşama, dini kavramlara ve ibadet yerlerine dahi tahammül etmeyen Komünist Arnavut tipi katı ve sert laiklik uygulanmıştır. Ateistler, solcular ve komünistler eliyle İslâm, cami ve Müslüman düşmanlığı o kadar yapıldı ki, cenazeleri kaldıracak ve arkasında dua edecek kimseler dahi bulunmamaya başladı. Dini, bütünüyle hayattan uzaklaştırma projesiydi ve bunların hepsi ?laiklik ilkesi? adı altında gerçekleştirildi. Bu işleri yapmak, o zamanlar bu kimselere ihale edilmişti. Onlarda görevlerini, halka zulmederek, haksızlık yaparak ve onları küçümseyerek fazlasıyla yaptılar. Hâlâ da bu uygulamalar kısmen de olsa devam ediyor.
Ancak sistemde ilk kırılma, II. Dünya Savaşı?ndan sonra iki kutuplu ?Soğuk Savaş? sürecine girince yaşandı. Konsept değişmişti, tek partili sistemden çok partili parlamenter sisteme geçiş yapıldı. Bu öyle o kadar da kolay olmadı. ?Açık oy gizli sayım? ve daha birçok seçim oyun ve hileleriyle dört yıl sancılı ve sıkıntılı bir şekilde geçiştirildi. Milli Şef, iktidarı bırakmak istemiyordu. 1950?de Halkın sessiz devrimi gerçekleşip, Demokrat Parti (DP), açık ve üstün bir farkla hükümet olunca, bir daha da normal yollardan iktidara gelemedi. Hatta Genel Başkanı olduğu CHP bile elinden çıktı.
Askeri vesayet rejimine geçiş
Halk, on yıl gibi bir süre rahat bir nefes almıştı. Dini inançlarını yaşamaya, yavaş yavaş değerlerine sahip çıkmaya, 18 yıl Türkçe okunan ezanı Arapça okumaya, çocukları İmam-Hatiplerde eğitim görmeye başladı. Kur?ân kursları ve İlahiyat Fakülteleri açıldı. Hac ibadetini yapmak, öncesine nazaran daha rahat olmaya başladı. Yollar açıldı, ulaşım kolaylaştı, bir nevi kıtlıktan çıkılmış, rahatlanmıştı. Ama bu durum çok uzun sürmedi. Derin güçler, bunun böyle uzun süre devam etmesine müsaade etmediler. sistem 27 Mayıs 1960 darbesi ile yeni bir fiili durumla karşı karşıya kaldı. Artık askeri vesayet rejimi başlamıştı. Her on yılda bir darbe olacaktı. O arada gerçekleştirmeye teşebbüs edilip de, gerçekleşmeyenler ise bu sayıdan daha fazlaydı. Sadece 2003 ile 2004 yılında, Sarıkız, Ayışığı ve Eldiven adı altında üç darbe girişimi ortaya çıkmıştı. En son darbe de, geçen yılın başında ?cumhuriyet mitingleri? ile başlayan ve elektronik muhtıra ile 27 Nisan 2007?de gerçekleşen kadife darbe olmuştu. Anayasa Mahkemesi de, ?367? kararını alarak siyasete müdahale etmişti. Bu tutum, o zamanda ?yargı muhtırası ve müdahalesi? olarak değerlendirilmişti.
İşte bütün bunlardan sonra bir takım değişimler olmaya başladı. Sistemde yeni bir yol ayrımı baş göstermişti. Türkiye?de ilkler bir bir gerçekleşiyordu.
Türkiye?de gerçekleşen ilkler üzerinde durmadan önce, asıl değişimin püf noktası üzerinde durmaya çalışalım.
12 Eylül 1980 Darbesi Dönüm Noktası
12 Eylül 1980 Darbesi, bu değişimin dönüm noktası sayılabilir. Bundan sonra siyaset, Türk-İslâm sentezi üzerine bina edilmiştir. Özellikle, laik kesimlerce küçümseme sıfatı olarak kullanılan ?takunyalı? diye adlandırılan Turgut Özal?ın Genel Başkanı olduğu ANAP?ın tek başına iktidar olması, bu değişimlerin uygulanmasını sağlamış ve yürürlüğe koymuştur.
8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal?ın başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı dönemlerinde, İslâm ülkeleriyle ilişkiler daha düzelmiş, normal bir seyre girmiştir. 1991?de komünist blok Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla, yani yeni bağımsız olan Kafkas cumhuriyetleriyle (o zamanlar bizde Türkî cumhuriyetler diye ifade edilmiştir.) ilişkiler sürdürülmüş, geliştirilmiş, bir takım antlaşmalar ve paktlar ile üst düzeye çıkartılmıştır.
Bugün de hâlâ yürürlükte olan 1982 darbe anayasası, Türk-İslâm sentezinin bir gereği olarak din derslerini bütün okullarda zorunlu bir ders olarak koydurmuştur. İsmi ?Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersi? olarak değiştirilmiş, dersin içi boşaltılmış, önceden uygulamalı olarak gösterilen namaz ve diğer ibadetlerin uygulamalı olarak gösterilmesi yönetmelikle yürürlükten kaldırılmıştır. Yine bu dönemde Süleyman Demirel dönemi kadar olmazsa da, İmam-Hatip Liseleri ve İlâhiyat Fakülteleri açılmaya devam etmiştir. Kur?ân kursları, daha fazla yaygınlaşmış ve Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde daha sistematik hale getirilmiştir.
Diğer bir hususta, Özal?ın başbakanlığı ve cumhurbaşkanlığı döneminde onun da desteğiyle, muhterem Fethullah Gülen Hocamızın okullarının önce Türkiye?de sonra da yurt dışında seri bir şekilde açılmasıdır. Türkiye?de 1984 tarihinden sonra, önce üniversiteye hazırlık dershaneleri olarak açılmış, daha sonra özel okullar olarak yaygınlaştırılmıştır. Yurt dışında da, hem Müslüman halkımızın ve hem de sistemin desteğiyle yaygın bir şekilde bu özel okullar açılmış ve hâlâ açılmaya devam etmektedir. Özellikle bu okullar, Kafkas Cumhuriyetleri?nde faaliyete geçmiş, daha sonra diğer ülkelerde yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu okullar, bulunduğu ülkelerde Türkiye?yi ve Türk kültürünü tanıtmış, Türkçe?yi yaygınlaştırmış ve kaliteli eğitimleriyle, özellikle de fen bilimlerinde başarılara imza atmışlardır. Bu durum, sonradan bazı siyasilerin, bu okullar hakkında Türkiye?nin fahri konsoloslukları olarak bahsetmesine sebep olmuştur. Hatta 28 Şubat Postmodern darbesinden sonra başbakan olan Bilderbergçi ve solcu Bülent Ecevit bile, bu okulları bütün gücüyle desteklemiştir. Kısaca bu konuda, sistemin kabul ettiği genel politikadan herhangi bir değişim olmamıştır. Aynı politika, AK Parti hükümetlerince de daha etkin bir şekilde devam ettirilmiştir. Muhterem Fethullah Gülen Hocamız, 28 Şubat Postmodern darbesinden sonra arananlar listesinde olmuş, mahkemelerde gıyabi yargılanmış, bu yıl Ağustos 2008?de Yargıtay?ın verdiği beraat kararı ile bütün suçlamalardan kurtulmuştur. Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce, bu beraatı ?devletin beraat vermesi? olarak değerlendirmiştir.
Burada bahsetmemiz gereken bir hususta, Adıyaman?daki Menzil Tarikatı?dır. 12 Eylül darbesinin hemen akabinde, büyük ölçüde gelişme göstermiştir. Nakşibendî Tarikatı?nın şeyhlerinden olan Muhammed Raşid Efendi, doğudan gelerek Menzil?e yerleşmiş, tekkesini ve dergâhını orada kurmuştur. 1981?in ortalarında Karadeniz bölgesinde Samsun, Ordu, Trabzon ve Rize?den, Marmara bölgesinde İstanbul, Bursa, İzmit ve Türkiye?nin diğer şehirlerinden buraya akın akın otobüs turları düzenleniyordu. İnsanlar, günlük, bir gecelik, iki gecelik veya günlerce kalıyor, tarikata intisap ediyor sonra da oradan feyz almış bir şekilde memleketlerine dönüyorlardı. Dönenler, gittikleri şehirlerde tarikatın bir şubesi gibi çalışıyordu. Böylece Menzil Nakşibendî Tarikatı, Türkiye çapında her alana yayılmış oluyordu. O zamanlar, 1982?de 12 Eylül Darbe Anayasası?nın oylaması yapılacaktı. Kulaktan kulağa gezen bir haber, ?Menzil Şeyhimizin bu anayasaya ?evet? oyunu verilmesini? talep etmesiydi. Daha sonra resmi çevrelerin gayri resmi açıklamaları ve bazı müritlerin söylemleri, bu cemaat tarafından anayasaya evet oyu verildiği doğrultusundaydı. Burada, Türkiye?de bugün bile tekke ve zaviyeleri yasaklayan kanunun yürürlükte olduğunu hatırlatmayı yararlı buluyorum. Böylesi 1930 öncesi devrim yasaları, öyle her zaman uygulanmıyordu. Hem de bu, Atatürkçülüğü, devrimlerini ve cumhuriyeti korumak ve kollamak üzere darbe yapmış darbeciler tarafından yapılıyordu. Bu tarz kanunlar, yerine, şartlarına ve konjonktüre göre uygulanıyordu.
1982?de Üniversiteden bir arkadaşla birlikte Menzil?i ziyaret etmiştik. O zaman, Samsun?da üniversite öğrencisiydik. Arkadaşım, Din Psikolojisi dersinde ?Tasavvufun Kitle Psikolojisi Üzerindeki Etkileri ve Psikolojik Değişimler? konulu bir tez almıştı. O tarihte Menzil çok revaçta olduğu için arkadaşım orayı tercih etmişti. Orada iki gün bir gece kalmıştık. Sanırım güzel bir tez çalışması oldu. Oraya giden herkese, eğer gece kalıyorsa mutlaka tevbe-i istiğfardan sonra gusül abdesti alıp, ölüm rabıtası yapması tavsiye ediliyordu. Şubat Ayı?ydı, dışarıda kar vardı ve havada çok soğuktu. Sanki zemheri soğuğuydu? Arkadaşım, o gece çok soğuk olduğundan gusül abdesti almadı. Çünkü gusül abdesti soğuk suyla alınıyordu. Ama şahsım olarak, gecenin ikisinde o soğuk suyla gusül abdesti almasını başarmıştım.
Şimdi gerçekleşen ilk olaylar üzerinde durabiliriz.
Türkiye?de Gerçekleşen İlkler
Bu gidişatın uygulama noktasında ilkler olarak şunlardan bahsedebiliriz.
Türkiye tarihinde ilk kez bir Cumhuriyet Hükümeti, 27 Nisan 2007 e-posta muhtırasına karşı, 59. AK Parti hükümeti önceden beri süregelen temayüllerin aksine çok sert açıklamalar yapmış, hatta ?herkes işine baksın? diyerek bir nevi de meydan okumuştu.
Basında ?yargı darbesi? olarak nitelendirilen, 14 Mart 2008?deki Yargıtay Başsavcısı iddianamesine, 05 Haziran 2008?deki Anayasa Mahkemesi?nin kendisini meclis yerine koyarak kanunu iptal etmesine de, en sert açıklama yine hükümetten gelmişti. Sivil Toplum Kuruluşları (STK) da çok sert beyanlar vermişlerdi.
Bütün bu olup bitenlere karşı, Genç Siviller öncülüğünde birçok Sivil Toplum Kuruluşlarının da katkısıyla Türkiye?de bir ilk daha gerçekleşti, ?Darbelere Karşı Yürüyüş?. ?Darbeye Karşı 70 Milyon Adım? ismini taşıyan bu yürüyüş, 21 Haziran 2008?de İstanbul?da gerçekleşti.
Darbelere karşı bununla da yetinilmedi, ?Yeni Anayasa ve Demokrasi Platformu? adı altında ?Ortak Akıl Hareketi? kuruldu. Bu harekette on binlerin katılımıyla ilk mitingini 28 Haziran 2008?de Malatya?da gerçekleştirdi. Bunun arkasında gelen diğer mitingler Samsun, Bursa olmak üzere bir bir gerçekleştirildi.
Geçmişte anketlerdeki sonuçlara göre halkın % 80?i darbelere karşı görüş beyan ediyordu. Ama şimdi halk, darbelere karşı yürüyüş ve miting yapıyor. Artık darbelerin topluma ve ülkeye getirdiği büyük zararların, âdeta ortadan kaldırılması isteniyordu.
Ancak, 85 yıl sonra 01 Temmuz?da gerçekleştirilen tutuklamalar, sanki sistem değişikliğinin ön haberini veriyor. Türkiye tarihinde bir ilk olan, sivil hükümetin görevde olduğu bir dönemde iki tane orgeneralin, eski Jandarma Genel Komutanı orgeneral Şener Eruygur ile I. Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolun?unun darbeye teşebbüs suçlamasıyla tutuklanması ve akabinde hapse gönderilmesi, önemli değişimlerin ayak seslerini oluşturuyor. Ergenekon örgütü suçlamasıyla daha önce de Tuğgeneral Veli Küçük ve bir takım subaylar tutuklanmıştı. Birkaç yıl önce JİTEM davasında, Veli Küçük TBMM komisyonuna bilgi vermeye dahi gitmemişti. Bu olup biten gelişmeler, çok şeyin habercisi durumundadır.
01.09.2008 Tarihi itibariyle de ordu içinde Ergenekon Örgütü tasfiyesinin başlatılması, bu çerçevede Hava Kuvvetlerinde bir subayın tutuklanması bu dönüşüm ve değişimin reel manada yürüdüğünü gösteriyor.
Ancak Genelkurmay Başkanlığı, Kocaeli Garnizon Komutanı Korgeneral Galip Mendi?nin 03. Eylül 2008 tarihinde Ergenekon davasında tutuklu olarak yargılanan emekli komutanlar Hurşit Tolon ile Şener Eruygur?u TSK adına ziyaret ettiğini açıklaması, olayın seyrini geçici de olsa değiştirebilir. Bu ziyaret ve Genelkurmay açıklaması, basında değişik şekilde yorumlandı. ?Mutabakat bitti, asker artık taraf!?, ?Bir çeşit özür?, ?eleştirilere cevap?, ?F Tipi Muhtıra?, ?Saygıyla Müdahale?, ?Geç ziyaret anlamlı? ve benzeri açıklamaları beraberinde getirdi. Sonuçta bu durum, davanın gidişatını değiştirecek mi, ne kadar etkili olacak onu zaman gösterecektir.
Genişletilmiş/Büyük Ortadoğu Projesi, özellikle Müslüman ülkelerde mevcut olan durumun devamını ve korunmasını amaçlamaktadır. Bu da, ABD ve batı nüfuzunun ve egemenliğinin sürekliliğinin sağlanmasıdır. Bunun için de gerekli olan, genellikle ABD?li siyaset bilimciler, stratejisyenler ve politikacılar tarafından 1980?li yıllardan itibaren dile getirilen, bölge bölge uygulamaya sokulan ?Ilımlı İslâm? projesi olmuştur. Bu proje, İslâm dünyasında hâlâ yürürlüktedir.
ABD, bu projeyi hayata geçirmek için pilot bölge uygulamasını seçmiştir. Pilot bölge olarak tercih edilenlerden biri de, Osmanlı İmparatorluğunun devamı sayılan, görünürde demokrasiyi uygulayan laik Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Türkiye, bu tarz uygulamalarıyla diğer İslâm ülkelerine, batı tarafından hep örnek ülke olarak gösterilmeye çalışılmıştır.
ABD, 2003?te Irak?ı işgal ettikten sonra, Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell?in bir konuşmasında ?Türkiye İslâm Cumhuriyeti? ifadesini kullanması oldukça manidardır. O tarihte, Genelkurmay bu ifadeye karşı çok sert bir açıklama yapmıştı. O zaman da belirtmiştim, şimdi de belirtiyorum ki, hiçbir zaman üst düzey bir Amerikan politikacısı gündeme alınmamış bir ifadeyi öyle boşu boşuna kullanmaz.
Ülkemizde yaklaşık elli yıldır fasılalarla darbeler gerçekleşiyor, darbelerle yönetiliyor. Oramiral Özden Örnek?in ?darbe günlüğü?nde de belirtildiği üzere, genelde bütün darbelerin arkasında ABD vardır. ABD?nin onaylamadığı ve desteklemediği bir darbe gerçekleşmemiş demektir.
Siyaset bilimciler tarafından bilinen gerçek şudur ki, aslında darbelerin sık sık olması o ülkenin yönetilmediğini veya çok kötü yöneltildiğini gösterir. Bunun en belirgin delili, 85 yıllık kısa bir süre içinde toplam altmış hükümetin gelip geçmesidir. Ortalama bir buçuk yılda bir hükümet değişmiş veya değiştirilmiştir. Küçücük bir şirkette bile bir buçuk yılda bir müdür değiştirirseniz, bu durum o şirketin gerek ekonomik gerek idari olarak iyi yönetilmediğini ifade eder.
Bütün bu gelişmeler, Türkiye?nin yol haritasını değiştireceğe benzer bir görünüm arz ediyor. İster ?yeni bir cumhuriyet?, ister ?ikinci cumhuriyet?, ister ?ılımlı İslâm cumhuriyeti? olsun fark etmeyecektir. Fark eden şey ise, önceden izlenen şiddetli politikaların, bu dönemde daha yumuşak bir çizgiye oturacağıdır. Ama bu geçiş sürecinin çok kısa veya uzun süreceği noktasında şu anda tahminlerde bulunmak oldukça zordur. Fakat çok sıkıntılı ve zor dönemlerin geçeceği muhakkak gibi görünüyor.
*Akademisyen ve Eğitmen.