ÖRNEK PAŞA'NIN SEYİR DEFTERİ
Em. Ora. Özden Örnek, 2003-2004 yıllarında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yaptı. Örnek, Bahriye'ye adım attığı ilk yıllardan itibaren günlük tutmaya başladı. 1957'de Heybeliada Deniz Lisesi'ne girdi. Binyüzler sınıfındaydı ve uzun yıllar devre birinciliğini kimseye bırakmadı. Mezun olduğunda diplomasını dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Cevdet Sunay'dan aldı. Örnek Paşa, meslek hayatı boyunca Deniz Kuvvetleri'nin altın çocuğu diye anılıyordu.
'Genelde anılar bir doğuş öyküsü, aile tanımlaması ve geçmişle bağlantıyı gösteren aile ağacının açıklaması ile başlar. Anılarımı yazarken aynı yöntemle başlamanın uygun olacağını düşündüm. Her ne kadar kimlik kartımda doğum tarihim 2 Şubat 1943 olarak gösterilmişse de esasında 27 Ocak 1943 tarihinde, İzmit'te yaşayan bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldim. Babam, Sadettin Örnek, İzmit Kağıt Fabrikası'nda çalışan bir makine bakım teknisyeni idi. Aslen Fatih-İstanbul'lu olan babamın doğum yılı 1910. Babası, yani dedem, İrfan I. Dünya Savaşı'na gönüllü olarak katılmış, Sarıkamış'ta şehit düşmüş ve babam henüz 5 yaşında iken öksüz kalmış. Büyük babasının hakkında bildiğim yegane konu Fatih Medresesi'nde hocalık yaptığıdır. Baba tarafım oldukça varlıklı bir aile iken çıkan meşhur Fatih yangınından sonra elde avuçda pek fazla bir şey kalmamış. Annesi Münire ve büyük annesi yanında büyüyen babam 9 yaşında iken bu sefer annesini de kaybederek hem öksüz hem de yetim kalmış. Kendisini bu yaşından itibaren yaşlı büyük annesi büyütmüştür.
Babamın bu kısa özgeçmişi içerisinde benim yaşamımı etkiliyen konu, uzun süre deniz fabrikalarında ve 1930 senesinde İtalya'dan alınan iki denizaltının inşaasında çalışması ve böylece bahriyeyi yakından tanıması olmuştur.
Annem, Hatice Örnek, 1908-9 yıllarında Kavala'dan göç eden bir ailenin kızı olarak 1919 yılında Kocaeli-Yuvacık köyünde doğmuş. Dedem, Süleyman Baykal, 1912 yılında patlak veren Balkan Harbi'ne katılmış ve yaralanarak Bulgarlara esir düşmüş, 1917 yılında kaçarak Türkiye'ye geri dönmüş. Bu nedenle de kendisini Kurtuluş Savaşı'nda sadece 1922 yılında askere almışlar. Sonra bu aile Yuvacık'tan göç ederek İzmit-Bağçeşme'ye yerleşmiş.
Annemle babam, babam kağıt fabrikasında çalışırken 1938 yılında evlenmişler. 1939 yılında ablam Sevin, 1943 yılında da ben doğmuşum. Çocukluğumun ilk yıllarında dedemler ile beraber oturuyorduk. 1953 yılında ölen dedem çok sevecen bir insandı. Yanına oturup onun anılarını dinlemeye bayılırdık. Hasta olduğu için hep bana sırtını ovdururdu. Neden ve niçinini anlamadığım bir şekilde ölmeden önce bana hep 'kaptan' demeye başladı. Belki de bilinmiyen bir şekilde kader ağlarını örüyordu.
İYİNİN SINIRI YOKTU
Çocukluğumun geçtiği mahalle, esasında, yetişmem üzerinde çok etki yaptı. Gerçi esas etki ailemden kaynaklanıyordu. Babama göre, daha çocuklukdan itibaren her işimi kendim yapmayı öğrenmem gerekiyordu. Daha 10 yaşına gelmeden tüm mahallenin bütün arızalarını tamir eder ve aranır bir çocuk olmuştum. Çalışmak hayatta yegane meşgale olmalıydı ve ben daha çocukken kendisi ile beraber üç katlı evimizi inşa etmiştik. Ellerim yaşıma göre çok fazla nasır içindeydi, kim elimi tutsa 'eline ne oldu' diye sorardı. Hafta sonu gelince nasıl olur da biraz oyun oynamaya kaçarım diye çare arardım. Ama bu şekilde eğitilmem beni ileride kendime yeter şekide gelişmemi sağladı ve kendime güvenim arttı. Annem için iyinin sınırı yoktu, yaptığımız her işi daha iyi yapmamız gerektiğini söylerdi. Bence tam bir mükemmeliyetçiydi. İleriki yıllarda Deniz Lisesi'nde iken atletizm takımı ile Fenebahçe Stadı'nda İstanbul birinciliğine katılmış ve hafta sonu eve geç gitmiştim. Bana neden geç geldiğimi sorunca ben de izah ettim. Benim spor yapmamı istemediği için önce kızdı sonra da: 'Peki, kaçıncı oldun?' diye sordu. 'İkinci oldum' deyince, vay efendim niye birinci olmadın diye kıyamet koptu. Mahallemizde ise benimle akran olan ve bir-iki yaş küçük veya büyüğünden hepsi yüksek tahsil yaptı. O mahallede okumamak çok ayıptı.
İzmit'te olmanın bir diğer tarafıda Gölcük'e çok yakındı. Yani etrafımızda deniz subayları ve astsubayları doluydu. Onları imrenerek seyreder ama ne iş yaptıklarını bilmezdik. 1949 yılında dayımlar Gölcük'e taşınınca bir ayağımız artık Gölcük içinde oldu. En geç iki haftada bir Gölcük'e gider ve dayımlarda kalırdım. Bu fırsatlarda da hep Donanma tesislerini gezerdik. Bu nedenle esasında Donanma ile tanışmam ben altı yaşında iken başladı. Ayrıca akrabalarımızdan deniz subayı olanlar olduğu gibi, dayım da Gölcük Tersanesi'nde silah fabrikasında çalışıyordu. Ortamın beni bahriyeye yetiştirmesi böyle oldu.
Yaramaz mıydım hatırlamıyorum, ama çok hareketliydim. Anneme sorarsanız çok uslu bir çocuktum. Buna rağmen kafamda tam yedi delik vardı. Bağ, bahçe içerisinde büyüdüğüm için sağlıklı ve sporcu bir yapım gelişiyordu. Çevrenin üzerimizdeki en belirgin etkisi hür ve istediğimiz gibi oynayarak büyümüştük. Akşamları eve döndüğümüzde ancak yemek yiyecek kadar takatimiz kalırdı. Erken yatar erken kalkardık. Doğal gıdalar ile beslendiğimiz için bir sağlık sorunumuz da olmuyordu. Belki hiç oyuncaklarımız olmadı, ama kendi oyuncaklarımızı kendimiz yaptığımız için daha yaratıcı ve daha tatmin oluyorduk. Yaşantımız aynen ilk insanların evrimi gibi gelişiyordu.
Okula 1949 yılı Eylül ayında başladım. Yaşım tutmadığı için beni okula almıyorlardı. En son gittiğimiz Yukarıpazar İlkokulu'na da beni almamışlardı. Tam kapıdan çıkarken anneme'Ben bu insanları milli eğitim müdürüne şikeyet edeceğim' diye yüksek sesle bağırdığımı hatırlıyorum. Bu sırada bize yakın olan, isminin sonradan Fazilet olduğunu öğrendiğim bir öğretmen beni duymuş ve 'Ben bu çocuğu okula alacağım' demişti. Onun araya girmesiyle ben de okula kaydoldum. Sonra o öğretmen benim öğretmenim oldu.
İlk okuduğum kitabın hikayesi de ilginçdir. Birinci sınıftaydım ve okumayı yeni sökmüştüm. Okuyabildiğimiz yegane kaynaklar dergilerdi. Onlar da bize pek fazla bir şeyler vermiyordu. Bu nedenle ben yolda bulduğum gazete parçalarını toplar ve onları okurdum. Annem de bana hep kızardı. 'Nereden buluyorsun bu pis şeyleri. Oku, ama eve getirme' derdi. Bir gün okulun ön bahçesinin orada oyun oynuyorduk. Hemen yanımızda yüksek apartmanlar vardı. Bunların en üst katında Tezcan Ağabey dediğimiz bir üniversite öğrencisi otururdu. Herhalde annesi onun kitaplarından ve dağınıklığından bıkmış olacak ki, bağırarak 'Bıktım bu kitaplarından' diyerek bazılarını camdan dışarı atmaya başladı. Bir kitap benim kafama düştü. Kafamı kaldırıp baktım ve 'Teyzeciğim bunu alabilir miyim?' diye sordum. 'Al oğlum ne istersen yap' diye bir cevap aldım. Elimdeki kitaba baktım '1950 yılı Bütün Dünya Yıllığı' isimli bir kitaptı. Bu kitabı hep sakladım. Bilmiyorum kaç kez okudum. Bu tip yıllıkların içerisinde her türlü bilgiler vardı. Kitaptaki makaleleri okudukça merakım arttı, merakım arttıkça okuma isteğim çoğaldı.
İlkokulu ve ortaokulu derece ile bitirdim. Sevmediğim iki dersim vardı; Resim ve yazı. Çizgim hiç iyi değildi ve hiçbir zaman da olmadı. Yazım da aynı şekilde okunaklı fakat bozuktu.
1957 yılında İzmit Ortaokulu'nu bitirdim. İyi bir öğrenci olduğum için herhalde tüm hocalarım beni çok severlerdi. Esasen bu okul, o sıralarda Türkiye'nin iddialı okullarından biriydi. Ortaokul bitirme sınavlarından sonra rahmetli tarih hocam Şükran Hanım beni bir kenara çekerek: 'Sakın başka bir okula gitme' diye özellikle tenbih etti. Kafamda başka hiç bir plan olmadığı için ben de: 'Hocam niye gideyim?' diye cevap verdim. Tarihe çok düşkündüm. Büyük ilgimi çekiyordu. Bu nedenle de tarih dersim çok iyiydi ve doğal olarak da öğretmenim beni çok seviyordu. Gerçekten bana göre bir askerî okula gitmem için hiçbir neden yoktu. Kendi kafamın içinde ben geleceğimin planını yapmıştım bile. İzmit Lisesi'ni bitirerek Teknik Üniveresite'ye gidecek ve makine mühendisi olacaktım. Tabii ben böyle düşünürken benim hakkımda herkesin böyle düşünmediğini kısa bir süre sonra öğrendim.
Babam, benim doğduğum tarihlerden beri çok ağır bir mafsal romatizması rahatsızlığından muztaripti. Tedavisi olmayan bu hastalık, bazı seneler çok şiddetli ataklar yaparak babamı yatağa düşürüyordu. 1957 yılı böyle kötü yıllardan biri olmuş ve babam çok ağrı çekmişti. Durumundan endişelenen babam, anneme: 'Bu hastalıktan korkuyorum, bana bir şey olursa bu oğlanı okutamazsınız. Onun için ben onu Heybeliada'daki okula vereceğim, deniz subayı olsun' demiş. Annem, şiddetle karşı çıkmış, ama o günlerin yaşantısı ve geleneği içerisinde pek fazla şansı olmadığını anlamıştı. Haziran ayında ortaokul bitirme sınavlarının tamamlanmasından sonra Temmuz 1957 ayının başında bir akşam üstü babam bana durumu ve düşüncesini anlattı ve hemen kayıt işlemlerine başlamamı istedi. Ben hiç hazırlıklı olmadığım ve bir de okulumdan ayrılmak istemediğim için işlemlere hemen başlamadım, ama bir hafta sonra ne yaptığımı bana sorup da hiçbir şey yapmamamdan annemi sorumlu tutunca çok üzüldüm. Hemen askerlik şubesine giderek Deniz Lisesi'ne giriş şartlarını aldım.
...
Bir hafta sonra babamla beraber Heybeliada'ya giderek kayıt oldum. Sahildeki okulun lumbarağzının sağında mevcut ikinci binada kayıt yapılıyordu. Benim kaydımı, ismini sonradan öğreneceğim Yzb. İhsan Alparslan yaptı ve karnemi görünce de babama onu gururlandıracak, çok güzel sözler söyledi. Ondört yaşındaydım ve Heybeliada'ya ilk defa gelmiştim. Temmuz ayı olduğu için ada çok hareketli ve güzeldi, adayı beğenmiştim. Okulu ise ancak lumbarağzından görülebildiği kadar görmüştüm. Hangi okula girdiğime ve ileride ne olacağıma dair bütün bilgim bundan ibaretti.
19-24 Ağustos 1957 tarihleri arasında sınavlara girdik. Sınavlar eski dershane binasında yapıldı ve yaklaşık olarak 1000 kişi katıldı. Sınavlar matematik, fizik, kimya, Türkçe ve beden eğitimi derslerini kapsıyordu. Bu sınavlara giriş benim için ayrı bir olaydı. Sınavdan bir gün önce babamla birlikte adaya geldik. Niyetimiz adada bir otelde veya pansiyonda kalmaktı. Babam, İstanbul'da kalmanın, vapur tarifesi ve kalacağımız yer nedeniyle çok riskli olacağını düşünmüş ve böyle karar vermişti. Ancak adada yer bulmak mümkün değildi. Yaz olduğu için tüm oteller ve pansiyonlar dolmuştu. Sınavlara, İzmit'ten benim gibi arkadaşım Necmettin ve Taci Aktan kardeşler babaları ve anneleri ile gelmişti. Necmi ve Taci'nin babası olan Halit amca babamın arkadaşıydı, fabrikadan tanışıyorlardı. Halit amca Heybeliada'da kalan İzmitli bir deniz yüzbaşısını tanıyordu. Bu yüzbaşı ada plajının arkasında, bostanın kenarındaki bir evde oturuyordu. Bize bostanda kalmamızı önerdi. Bostan sahibini bulduk ve kalmak için izin aldık. Büyük bir incir ağacı altında yere yayılan bir kilim üzerine oturarak, başımızın altına koyduğumuz çantalar ve üzerimize örttüğümüz pikeler ile açık havada yedi gün yaşadık. Gündüz sınava gidiyor, sınavdan sonra da açık hava yerimize giderek ders çalışıyor ve uyuyorduk. Babam da Fener-Ayakapı'da oturan amcasında kalıyor. Hergün biz sınava girerken geliyor ve sınavdan sonra da İstanbul'a geri dönüyordu. Babamla Neşet'in kahvesi denen yerde buluşuyorduk. Esasında sınavdan çıkan bütün öğrenciler oraya geliyorlardı. Dolayısiyle bazı arkadaşlıkların temeli daha okula girmeden burada atılmıştı. Bir gece uyurken gürültü ile kalktık ve bir de baktık ki saman balyaları kendi kendine yürüyordu. Hepimiz korktuk. Bu arada balyalardan bir tanesi devrildi ve gördük ki altında kirpiler var. Kirpiler yürüdükçe balyalar hareket ediyordu. Çok basit bir olay bizi son derece korkutmuştu, ama ne olduğunu anlayınca da gülmeye başladık.
MEKTUP BANA DERS OLDU
Sınavları bitirince bize yardımcı olan subaya gittik ve Halit amca kendisine teşekkür etti. Ancak bütün meslek içi ve meslek dışı yaşantımda daima hatırlıyacağım bir olayın başlangıcı oldu. Ortaokul sınavlarından sonra herhalde fazla okumaktan bir gözüm çok yorulmuş ve kan içindeydi. Bu durum bir aydan fazla sürdü. Giriş sınavlarına katıldığımız sırada da gözüm böyleydi. Benim gözümü gören subay, kendisi teklif ederek Halit amca'ya: 'Bu çocuk böyle okula giremez; ben Kasımpaşa Hastahanesi'ndeki göz doktorunu tanıyorum, kendisine bir mektup yazayım' dedi ve mektubu yazarak Halit amcaya verdi.
28 Ağustos günü neticeleri öğrenmek için tekrar Heybeliada'ya gittim. Hepimizi komutanlık binası önündeki sahaya topladılar ve adının Selçuk Teknekuranoğlu olduğunu sonradan öğrendiğim bir binbaşı sonuçları açıkladı. Giriş sınavını kazanmıştım. Ancak arkadaşlarım Taci ve Necmettin kazanamamışlardı. Bizden 2 Eylül tarihinden itibaren Kasımpaşa Deniz Hastahanesi'ne giderek muayene olmamızı ve sağlam raporu getirmemizi istediler. Bir hafta süre ile Kasımpaşa'ya gidip geldik. Babamın amcası Fener'de oturduğu için gidip gelmemiz nispeten kolay oldu. Bu arada benim gözüm de normale döndüğü ve Halit amcalar muayenelere gelmediği için verilen mektubu unuttuk. 9 Eylül günü sıhhi kurula girerek 'Sağlam' raporu aldım. Bu raporu aynı gün Heybeliada'ya götürüp verdik ve bize okuldan 15 Eylül'de okula katılmamızı ve gelirken beraberimizde getirmemiz gereken eşyaların listesini verdiler. 9 Eylül günü okuldan ayrıldığımızda sevinç içinde idim. Doğru Notere giderek ayrıldığımız takdirde ödenmek üzere seneliği 1000 TL'den bir yüklenme senedi hazırlattık ve hazırlanmış olan bavulumu alarak 15 Eylül 1957 günü okula teslim oldum. Okula gitmeden önce bir akşam Halit amcalar bize geldiler. Halit amca mektup işe yaramayınca atmaya karar vermiş ancak atmadan önce de içinde ne yazılı acaba diye merak etmiş. Anlattığına göre yazılan mektup bir dehşetti. Hala hatırlıyorum 'Bu mektubu İzmit'ten gelen bu kişilerin isteği üzerine yazmak zorunda kaldım. Mektubun yazılmasına neden olan çocuğun gözleri rahatsızdır, aman dikkatli ol ve gereğini yap'. Bu olay bana her zaman bir ders oldu. İnsanlara, hele tanımadığımız insanlara kolaylıkla güvenilmemesi gerektiğini ve henüz tanışma aşamasında olduğum bu toplumda da ne biçim insanların olabileceğini öğrendim. Okula gideceğim gece babam beni bir kenara çekerek, 'Bundan sonra artık askersin. Sana söylenenleri en iyi şekilde yap. Arkadaşlarını iyi seç ve çok çalış' dedi.
Deniz Lisesi'nin giriş sınavlarına ortaokuldan sıra arkadaşım ve benimle aynı mahalleden olan Ömer de katılmıştı. Ömer sınavları kazandı ancak sağlık muayenesine kadar geçen sürede kolunu kırdı ve okula bu nedenle kabul edilmedi. Sonra ertesi yıl bir yıl kaybederek Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu'na girerek astsubay oldu. Bazen insanların yaşamındaki rotanın nasıl ve neden öyle çizildiğini anlamak çok zor.
...
Seçme sınavına giren bin kişiden lise birinci sınıfa 99 kişi alınmıştı. Esasında ilk girişte 98 kişiydik. Bir ay sonra bir arkadaşımız daha (Metin) katıldı. Bu nedenle onun numarası 1148 olup, sınıfın en son numarasıdır. Üst sınıftan bize kalanlar ile mevcudumuz 112 kişi idi. Derslerin başlamasından önceki haftada, ikinci sınıf ve üçüncü sınıf öğrencileri ayrı ayrı gelip bizlere okulda nasıl davranılacağını; kimin, kime, nerede, ne zaman selam vereceğini hangi sınıfın nerelere gireceğini ve diğer yasak olan davranışları anlattılar. Kendi aramızda ve büyüklerimize, küçüklerimize nasıl hitap edeceğimiz bu arada öğretildi. Anlatılanlardan çıkardığımız netice, biz okulun en küçükleri olduğumuz için bize herkes karışacaktı. Okulun toplam mevcudu 450 civarında idi ve biz takriben 350 kişi tarafından kontrol edilecektik.
...
Okulda ilk toplandığımız gün bizim için belki de en heyacanlı gündü. Lumbarağzından geçtikden sonra bizleri lumbarağzının arkasındaki daracık beton yol üzerinde sıraya geçirdiler. Okula dönüşümüz için bize gelebileceğimiz en geç vapur saati verilmişti. Köprüden kalkan 17.40 vapuru veya daha önceki bir vapur ile adaya gelmemiz gerekiyordu. Dolayısıyla hepimiz bir arada değildik. Bir kısmımız daha önce gelmişti. Hele ülkenin uzak yerlerinden gelen arkadaşlarımız belki de bir gün önceden gelmişlerdi. Sıraya geçtiğimiz yerde içimiz bilinmezliğe doğru yolculuğa çıkmış bir kişinin duyguları ile doluydu. Midelerimizde bir bulantı vardı ve dizlerimizde bir zayıflık duyuyorduk. Çoğumuz belki de ailemizden ilk defa ayrılıyorduk. Bir sınıftık ve bir ömür boyu sürecek dostluklar başlamak üzere olmasına rağmen, daha henüz birbirimizi tanımıyorduk. Sekiz yıldır gitmeye alıştığımız okullardan farklı tipte bir okula geldiğimizin farkındaydık, ama kafamızda herşeyin ne kadar farklı olacağı konusunda en ufak bir fikir dahi yoktu.
...
Eşyalarımızı şimdilik olması kaydıyla gelişi güzel yerleştirmiştik. Bunun düzenini kısa zamanda öğrenecektik. İşimiz bitince bavullarımızı bavulluk denen yere götürüp koyduk. Vakit daha erken olduğu için hemen yatamazdık, bu nedenle çevremizi keşfetmek ve kaybolmamak için yakın yerleri dolaşmaya başladık. Birbirimizi tanımadığımız için isimlerimiz ile hitabedemiyor onun yerine 'ağabey', 'kardeşim' veya 'bakar mısınız' diye birbirimize sesleniyorduk. Eylül ayı olduğu için dışarısı henüz sıcaktı. Bu nedenle bir kısmımız dışarıda yürüyüşe çıktı, bir kısmımız ise teneffüshane dediğimiz kapalı yerde oturmayı tercih etti. Saat 22.00'ye kadar yatmamız gerekiyordu ve biz de öyle yaptık. Yatakhanede soyunurken çoğumuz henüz birbirimizden utanıyorduk. Bu bir Anadolu geleneği idi. Kimileri bir dolap kapağının arkasında, kimileri ise bir tenha yerde pijamalarını giyiyordu. Pijamalarını giyenleri hoş sürpriz bekliyordu. Yataklarımız yapılı değildi. Sadece yatak takımlarımız yatakların üstüne konmuş ve bizim tarafımızdan yapılmasını bekliyordu. O yaşına kadar yataklarını hiç yapmamışlar için bu bir şaka olmalıydı. Hemen yine kıdemlilerimiz imdada yetişerek yatakları nasıl yapacağımızı bize açıkladılar. Kılıfları yanlış geçirenler, yastığını bulamayanlar, takımının fazla olduğunu iddia edenler doğrusu tam bir karmaşa idi. Bundan sonraki kısmı tuvaletlerin yerini bulmaktı. Bize yapılan tarife göre terliklerimizi giyerek bir üst kata çıkarak sonunda tuvaletlerin yerini bulduk. Başka bir yere pijamayla gireceğiz diye de epey korkmuştuk. Hepimiz yattık ve kıdemlilerden biri ışıkları söndürüp gece yanacak lambaları açık bıraktı. Koca yatakhane bir anda loş bir karanlık içersinde sessizliğe bürünmüştü. İşte o andan itibaren herkes kendi düşünceleri ile başbaşa kalmıştı. Sessizlik içerisinde yalnızlık ve belirsizlik en baskın duygulardı. Aileden ilk ayrılığın vermiş olduğu acının mı yoksa ne olacağımızı bilmemenin mi yarattığı burukluk ve belki de pişmanlık duygusu içersinde 14 yaşındaki vücutlarımız günün yorgunluğunun da etkisi altında hemen uykuya daldı.
BİNYÜZLER SINIFI
Sabahleyin hiç alışmadığımız bir saatte iki maddenin birbirine çarparken çıkardığı sese benzer bir sesle istemeyerek gözümüzü açtık. Nöbetçi talebe yatakhaneye girmiş ve elindeki para ile ranzalarımızın metal olan kısımlarına vuruyordu. Derin bir uykudan uyanmış olan bizler ise nerede olduğumuzu anlamaya çalışıyorduk. Yataktan kalkmamak için direniyorduk, ama nafile, nöbetçi talebe çok ciddiydi ve bizlerin hemen yataktan inmemizi istiyordu. Okuldaki ilk mesai günümüz böyle başlamıştı. Akşam yaşadığımız tuvalet macerasından sonra artık tecrübe sahibi olmuştuk. Bu nedenle fazla bir sıkıntı çekmeden ihtiyaçlarımızı giderdik.
Önce bizi tabura aldılar ve tabur nedir, tabura nasıl geçeçeğimiz, yataklarımızı nasıl yapacağımız, dolaplarımızı nasıl istif edeceğimiz, okulda kimlerin nöbet tuttuğu ve görevleri ile yetkileri bize izah edildi. Bunu öğretenler kıdemli öğrencilerdi. Böylelikle okul hayatımız süresince en fazla yapacağımız bir faaliyeti öğrenmiş oluyorduk. O zamanlar yaptığım bir hesaba göre subay cıkabilmek için en az 9000 kez tabura geçmemiz gerekiyordu. Sonra bütün sınıfa okul numaraları ve hangi kısımlarda okuyacağımızı bildirdiler. Numaram 1078 idi ve A kısmında okuyacaktım. Bu arada okul numarasının ne kadar önemli olduğunu öğrendik. Bahriyede sınıflar okul numarasının içinde bulunduğu 'yüzlüğe' göre tanımlanırmış, iki yüzler, üç yüzler, binler gibi. Bizim sınıf da bundan böyle bin yüzler olarak anılacakmış.
Daha sivil elbiseli olmamıza rağmen askerliğin bütün kurallarını bize de uyguluyorlardı. Yaptığımız her kusurlu hareket daha ikinci geceden itibaren ceza talimi ile sonuçlanmaya başlamıştı. Akşam yat taburuna yarı uykulu gözler ile geçmemize rağmen dehşet içerisinde yine bir ceza var mı diye bekliyorduk. Bu dönemde bir üst sınıfımızdan bir kişiden ve sonrada defalarca duyduğum bir ilke kafamın içerisine çakılıp kalmıştı. 'Askerlikte mantık yoktur. Kafanızı yormayın'. Böyle bir ilke olabilir miydi? O askerî toplum mantıksız olursa toplumun fertleri birbirlrine karşı hangi düzende ve hangi kurallara bağlı kalarak ilişki kuracaklardı. Bu adeta yalancının 'Ben yalancı değilim veya ben yalancıyım' demesine benziyordu.
...
Okulda dersler başlayınca kütüphaneye gidip, kitaplarımızı aldık. Kütüphane tarihî dershane binasının alt katında denize bakınca sağ tarafta, denize en yakın odadaydı. Bu yeterli bir kütüphane için küçük bir yerdi. Aldığımız kitaplar demirbaştı ve yıl sonunda iade etmek zorundaydık. Kitaplarımızı dershanelerdeki sıralarımızın içinde bulundururduk. Birinci sınıfta A kısmına ayrılmış ve kısım içerisinde numara sırasına göre oturmuştuk. Benim yanımda bundan sonra yedi sene beraber oturacağımız 1079 Müfit Yargılı diye bir arkadaşım oturmuştu. Sivil elbiseler ile oturduğumuz ilk derste hepimiz merak içerisindeydik. O gün derslerimize giren öğretmenlerimizin hepsi bize nasihat verdiler, bizi yeni yaşamımıza alıştırmaya çalıştılar. Her dershane dışında 50X50 cm boyutlarında bir kara levha vardı. En üstte kısmın adı, (IIA gibi) altına tebeşir ile o saatte okunacak dersin adı ve onunda altına öğretmenin ismi yazılırdı. Dershanede ise, ikili kara tahtanın sol köşesine genel kısım mevcudu, gayri mevcut miktarları kısım nöbetçisi tarafından yazılırdı. Öğretmen kürsüsünün üstünde bir yoklama defteri bulunurdu. Bu defter öğretmen tarafından, hangi konuyu işlediğini belirterek doldurulur ve imzalanırdı. Bu usul, herhalde öğretmenleri kontrol etmek için konmuştu. Ayrıca bir mevcut kağıdımız olurdu. Bu kağıda, kimin, neden mevcut olmadığı yazılır, öğretmen tarafından imzalanırdı. Günün sonunda bu kağıt kısım nöbetçisi tarafından sınıf subaylığına teslim edilirdi. Sıralarımız tek cins değildi, şekli ve büyüklüğü bulunduğunuz yere bağlı olarak değişirdi. İki kişilik, tabla kısmı eğik sıralar, ağaç bir kişilik üstü kapak olarak kullanılan ve içine kitap ve kırtasiyemizi koyduğumuz sıralar, formika kaplı tek kişilik sıralar bazı çeşitlerdi.
İLK İZNİMİ UNUTAMAM
Okulda geçirdiğimiz ilk günlerde 14 yaşındaki çocukların ailelerinden ayrılmalarının verdiği burukluk ve hüzün vardı. Hepimiz tenefüshaneye gittiğimizde tek başımıza oturuyor ve dalıp gidiyorduk. Yeni tanışmaya başladığımız askeri hayatın ödün vermeyen katı yaşam tarzı ve bizlere yapılan sert muameleleri içimize sindiremediğimiz için de çaresiz kalıyorduk. Akşam yat borusu çaldıktan sonra bu duygular, ağrıların gece ortaya çıkması gibi daha belirgin oluyordu. Bir çoğumuz yataklarımızın içinde pikelerini başına örterek için için ağlıyordu. Bütün bunların üstünde okulun eğitim sisteminin çok ağır olduğu bize söylendiği için, içimizden bir de 'Acaba başarabilecek miyim?' belirsizliği ile boğuşuyorduk. Öğretmenler, büyük kısmı okuldan mezun olduğu ve ellerinden bizim gibi bir çok sınıflar geçtiği için durumumuzu takdir ediyorlar ve bizlere anlayışlı davranıyorlardı. Herhalde zaman içinde bu duygularımız değişecekti.
İlk izine çıkıp İzmit'e eve gittiğim zamanı hiç unutmadım. Büyük bir heyecanla ve koşa koşa eve gitmiştim. Sanki altı aydır evden uzak gibiydim. Ailemi daha bir haftada o kadar çok özlemiştim ki, pazar günü gelip de okula geri gitme zamanı gelince içime bir hüzün çökmüş ve nasıl yapsam da geri gitmesem diye düşünmeye başlamıştım. O sırada babam bana hadi kal deseydi belki de hiçbir zaman bahriyeli olamazdım. Evde kaldığım 30 saat zarfında düşüncelerim devamlı değişiyordu. Zavallı annem ve ablam 7 yıl sürecek nasıl bir yaşamın içine girdiklerini o zaman fark etmişlerdi. Daha çamaşır makinesinin olmadığı bir devirde, getirdiğim kirli çamaşırları yıkamak, ütülemek ve beni otobüse yetiştirmek zorundaydılar.
...
Okulda ilk resmi elbisemizi Ekim ayı başında giydik. Böylece biz de okul görünümünün bir parçası haline geldik. İlk giydiğimiz elbise siyah elbise idi. Bize ikişer takım elbise vermişler ve üst sınıflarda bize, birisini 'haricî elbise' diğerini 'günlük' elbise yapmamızı söylemişlerdi. Biz de öyle yaptık. Tabii ilk elbiselerimiz oldukça büyük olarak gelmişti. Ceket kollarımız çoğunlukla 3-4 cm. uzun, pantolonlar bol ve uzun, ceket omuzları düşük, şapkalar sanki araba altında kalmış gibi yamuktu. Askerlikte ilk öğrendiğimiz şeylerden birisi 'Başkası kusurlu yaptı diye seni affetmiyorlardı.' Kendinizden siz sorumlu idiniz. Bu nedenle de hepimiz elbiseleri aldıktan sonra hemen okul içinde veya dışında terziye koşmuştuk. Aramızdaki kıdemliler hemen üniformanın hangi parçasını nereden alacağımızı bizlere öğrettiler. Yüksek kaldırım aranan yerdi. Adolf ve Aron kıyafet konusunda en saygın iki isim olmuşlardı.
Siyah elbiseleri giydikten sonra hepimizin vesikalık resimleri çekildi. Okulda okuduğumuz seneler boyunca bizden o kadar çok resim istendi ki, doğal olarak 'Bu resimleri ne yapıyorlar?' diye merak etmeye başlamıştık. Bazı seneler 24 resim vererek seneye başlar ve en az bir oniki tane daha sene bitinceye kadar verirdik. Resimlerin ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik.
ÖĞRENCİ MAAŞI ALDIK
Derslerin başlaması ile birlikte ders çalışmaya da başlamıştık. İlk fark ettiğim şey bol ödev ve sınavdı. Askeri okulda her öğretmen bol ödev veriyor ve zamanını söyleyerek sık sık sınav yapıyordu. Bu nedenle sürekli çalışmak zorundaydık. En büyük sorunumuz gece mütalaasında yorgunluk ve açlıktan uykumuzun gelmesiydi. Uyumak yasaktı ve cezayı gerektiriyordu. Ceza almamak için uyumuyorduk, ama ders de çalışamıyorduk. Zaman geçtikçe sınıf arkadaşlarımızla birbirimize ısınıyor ve daha samimi oluyorduk. Bu yakınlık bazı yanlış duygularımızı yenmeye yardım ediyor ve birbirimize destek oluyorduk.
Ders çalışmanın yanında temel piyadecilik eğitimi de yapıyorduk. İlk 18 gün derslerden sonra herkes spor yaparken biz sınıf olarak piyadecilik eğitimi yaptık. Kullandığımız tüfekler Kırıkkale tüfeğiydi. Boyu boyumuza yakın ve oldukça ağırdı. Eğitim yapmaktan sol omuzumun köprücük kemiği adeta kırılmış gibi acıyordu.
Piyadecilik eğitimlerimiz başlamadan, sınıfta daha önce boru veya trampet çalanları tesbit ettiler. Arkadaşım Müfit meğer trampet çalarmış. Boru trampet takımında olmak bir ayrıcalıkmış gibi anlatıldı. Bunun neden böyle olduğunu sonraları öğrendik. Biz piyadeler, Kırıkkale tüfekleri taşır, köprücük kemiklerimiz kırılırken, onlar rahattılar. Sadece bizim yürüdüğümüz kadar yol yürüyor ve de çalıyorlardı.
...
1 Ekim günü devletten ilk maaşımızı aldık. Öğrenci maaşı 187 kuruşdu. Önümüze konulan bordroları imzalar, beş on kişiye beraber paraları topluca verilirdi. Zira, o kadar kişiye bölünebilecek bozuk para bulmak kolay değildi. Sinemaya gittiğimizde filmlerin ücreti bu maaşlardan düşülürdü. Her filmin maliyeti farklı olduğu için kesilen miktarlar da değişirdi. Bazı aylar borçlu çıktığımız da olurdu. Ancak aramızda bu paraya muhtaç arkadaşlarımız da vardı. Kusurat olarak kalan parayı, sınıf parası olarak sınıf subaylığına verir ve denetlemelerde genel masraflar için kullanırdık.
...
Ekim 57 ayı içerisinde bizleri kısım, kısım revire çağırıp muayeneden geçirdiler. Hepimize bir sağlık fişi açılmıştı. Bilhassa diş kontrollerini buraya yazıyorlardı. İlerleyen zaman içerisinde bu kontrollere göre bizleri tekrar diş doktoruna çağırıp, diş tedavisine tabi tuttular. Genelde hepimizin diş bakımı çok kötü olduğu için boyuna diş çektirdik. Lise hayatımda üç diş çektirdim. Bunun iki tanesini uyuşturmadan çektiler. İğne yapmalarına ve hem de üç iğne yapmalarına rağmen uyuşmadı. Dişçi kerpeten ile çektikçe ben koltuktan havaya kalkıyordum. Bağıra, çağıra dişlerimi çektirdim. Harbiye II'de çektirdiğim bir dişin kırılıp yarı parçasının içinde kaldığını üç gün sonra anladılar. Bu arada da ben, bir cehennem hayatı yaşadım. Evet bizim diş bakımımız iyi değildi, ama dişçilerimiz de ortadaydı.
Ekim 57 ayı Türkiye'de Asya gribi salgınının olduğu zamandı. Bu grip çeşidi, çok yüksek ateşle ortaya çıkıyor ve insanı çok halsiz bırakıyordu. Yegane tedavisi kristalize penisilin idi. Okulun reviri bu tür hastalar ile tam doluydu. Arkadaşım Müfit hastalanmış ve revirde yatıyordu. 22 Ekim günü ben de yüksek ateşle revire çıktım ve beni Müfit'in yanına yatırdılar. Teşhis Asya gribi idi. Revirde Mehmet isimli bir sıhhıye er vardı. Hemen bana penisilin yapmak için geldi. Ateşten gözümü zor açıyor ve kıpırdatamıyordum. Penisilin iki şişe idi birinden şırınga ile serumu alıp kristal kısma verip çalkalayıp tekrar şırınga ile ilacı çekip iğne yapıyorlardı. Mehmet karışımı hazırladı ve şırınga ile çekip, şırıngayı havaya doğru kaldırdı ve havasını kaçırmak için şırıngayı birazcık sıkınca ucundaki iğne yerinden çıktı ve yere düşerek ucu büküldü. Mehmet hiç aldırmadan iğneyi yerine takıp alkolle sildikten sonra kalçamı açıp beni bağırtarak iğneyi yaptı. Bir hafta süren bu hastalığım süresinde üç penisilin oldum ve penisilinin etkisi yüzünden bir hafta topalladım. Kristalize penisilinin diğer penisilinden farkı iğne olurken ayak tabanından ateş çıkar ve ayağınızda müthiş bir ağrı olurdu. Bize iğne yapmasınlar diye Yaşar ve Mehmet'e hediyeler verir, yalvarırdık. Hastanın böylesi de herhalde başka yerde bulunamaz. Neyse 29 Ekim tatiline girdik de, ben de hastalığı atlattım.
29 Ekim tatili dönüşü acı bir haber ile karşılaştık. Tatil sırasında Küçükyalı'da bir sinema binası çökmüş ve enkaz altında kalarak ölenler olmuştu. Ölenlerden biri hemen önümde oturan 1077 nolu Muvaffak Tansan idi. Sınıfımızın ilk kaybı o oldu.
Ekim ayı bittiğinde biz de okula alışmıştık. Sınıf subayımız. Yzb. Recai Türköz'dü. Bütün diğer sınıflar bize çok şanslısınız diyorlardı. Ne kadar şanslı olduğumuzu sonradan anladık ve bu ilk sınıf subayımızı hep minnetle andık. Bizleri kendi evladı gibi kabul ederdi ve bize daima iyi örnek olarak, milliyetçi, fedakarlık yapmaya hazır, saygılı birer bahriyeli olarak yetiştirdi. Kıyafete çok önem verirdi. Dolayısı ile biz de önem vermeyi öğrendik. Bazı geceler yatakhanemizi dolaşır ve üstümüzü örterdi. Hepimiz Türkiye'nin değişik yerlerinden geldiğimiz için görgü ve kültürümüz değişikti. İlk yaptığı şeylerden bir tanesi bizlere 'görgü kitabı' aldırmak oldu. Hepimize, bu kitaptan birer kısmı ödev olarak verdi. Boş zamanlarımızda bir sınıfta toplanır ve konferans şeklinde sınıfa anlatırdık. Hayatımız boyunca uygulayacağımız, bilmediğimiz birçok şeyleri, bu konferanslarda öğrendik.
EN İYİ MÜZİK GRUBU
Alay Komutanı Harbiye II öğrencisi Kani Kanbak'tı. O yıl Harbiye I'nci sınıfta Hiltoncular adı verilen bir grup vardı. Bunlar okuldan ayrılmayı kafaya koymuş bir grup öğrenciydi. Türkiye çapında meşhur Erkut Taçkın, Somer Soyata müzik grubu ve bazı diğer yetenekler vardı. İstekle ayrılamadıkları için, dersten sınıfta kalıp okuldan çıkarılacakları günü bekliyorlardı. Bir sene kalınca ayrılmak mümkün olmadığı için Harbiye I'de ikinci yıllarını okuyorlardı. Bazı haftalar Çarşamba günü tenefüshanelerimizin tam ortasında podyumda Somer Soyata grubu okula konser verirlerdi, biz de zevkle dinlerdik. Rock'n Roll dünyada yeni doğuyordu ve bizim grup Türkiye'de en iyisiydi.
...
Okuldaki ilk sene yemekler ile tanışmamız pek iç açıcı değildi. Üç öğün farklı yemekler çıkıyordu. Hiç unutamayacağımız yiyecek, sabah kahvaltısındaki şekerlenmiş reçel ve ömrüm boyunca yiyeceğim patlıcanı o sene yememizdir. Takibeden on yıl ağzıma patlıcan koymadım. Sadece kahvaltıda patlıcanlı bir yemek yoktu ve patlıcan yemeği mart sonuna kadar sürdü. Seracılığın olmadığı bir devirde bunun ne kadar mucizevi bir olay olduğu görülür. Bol bol barbunya pilaki yerdik. En çok yiyebildiğimiz yemekler hamur işleriydi. Sebzeler, adeta ağıza konmayacak şekilde çıkıyordu. Miktar da, bizim için, yani gelişme çağında olan bizler için, az çıkardı. Genelde, yemekten kalkar ve üstüne kantine gider bir şeyler yer veya akşam ise mütalaa saatinde olgunlukta olan Afşin veya Ata'nın sandviç satmasını beklerdik. Bu arada sevdiğimiz ve geleneksel hale gelmiş yemekler de vardı. Dalyan köfte, iç pilav, samsa tatlısı her hafta heyecanla ve ağzımız sulanarak beklediğimiz yemeklerdi.
Afşin, esas itibari ile bizden oldukça büyük olmasına rağmen iki sınıf üstümüze kalmıştı. Kendine dikkat etmeyen, dağınık bir öğrenciydi. Öğlen taburlarında Lise III, bazen bize yakın tabura geçerdi. Sınıf subayları Yzb. Mithat sert bir insandı. Bir gün, bir nedenle Afşin'i tabur önüne çıkardı ve bir nedenle omuzuna vuruverdi. Afşin'in şapkası dağıldı ve vizyeri kopup yere düştü, önünden iğne ile tutturulmuş iki adet düğme koptu ve yerde yuvarlandı. Son olarak da, dilimiz tutulmuş olarak seyrettiğimiz sırada, beçleri koptu ve yere düştü. Kendimizi gülmemek için çok zor tuttuk.
HER GECE CEZA TALİMİ
Ceza talimi ile ilk tanışmamız daha okulun birinci haftasında iken oldu. Lise III'den bir öğrenci sınıf subayları kamarası önünde dizlerini kırmış ve ellerini uzatmış vaziyette duruyordu. Biz yeniler için bu çok ilginç bir sahneydi. Hepimiz merakla bu sahneyi seyretmeye dalmıştık ki Lise III'den başka bir öğrenci gelip hepimizin numaralarını aldı. Üst sınıflar ceza talimi yaparken ast sınıflar kafalarını çevirirmiş, çevirmezlerse onlar da ceza talimi yaparmış. Selam vermemek, numaranızın alınması ve gece ceza talimi demekti. Okulda selam öğleye kadar verilirdi. Öğleden sonra selam vermek mecburiyeti yoktu. (Bizler en küçük olduğumuz için her gördüğümüz kişiye selam veriyorduk.) Üst sınıflardan sırf ceza talimi yaptırmak için fırsat kollayan zalim öğrenciler vardı. Bunlardan bazıları ilerki yıllarda bizim sınıfa kaldı. Tabii ki hiç arkadaşları olmadı.
Ceza talimlerinden hoşlanan üst sınıflar iki kategoriydi. Bir kategoride kendinden küçükleri ceza talimine çıkarmaktan hoşlananlar, diğer kategoride ise talim yaptırmayı sevenler. Bunlara belki bir üçüncü kategori olarak her ikisinide sevenler ilave edilebilirdi. Bir üst sınıfta ince uzun birisi üçüncü kategoriye girenlerdendi. Bizlere talim yaptırırken nefretten öldüresimiz gelir ama hepsini yutardık. Tabii ileriki yıllarda hak yerini buldu ve bu kişi devre kaybetti ve bizim sınıfa kaldı. Başlangıçta o kadar çok talim yaptık ki artık yapmadığımız günleri saymaya başlamıştık. Bir kaç ay geçtikten sonrada sınıfın ortak esprisi hemen bir şarkı üretmişti.
'Biz Heybeli'de her gece mehtaba çıkardık,
Sandallarımız neşe dolar zevke dalardık'
diye başlayan meşhur şarkıyı
'Biz Heybeli'de her gece talime çıkardık
Mafsallarımız tutmaz olur, yerlere yatardık.'
diye kendi durumumuza uydurmuştuk.
Sınıfta birlik şarttı. Kabahat işleyenleri, hele büyük kabahat işleyenleri ele vermek çok ayıptı. Sınıf sizi terkeder, yalnız başınıza yaşardınız. Bazen, daha ileri giderek battaniye dayağı atarlardı. Battaniye dayağı, atılacak kimseye haberi olmadan başından aşağı bir battaniye örtmek ve ondan sonra revirlik olmayacak şekilde dövmekti. Bunu yiyen bir çeşit affa uğramış sayılırdı.
Daha insani bir ceza ise şövalye yapmaktı. Eğer aramızdan biri, sınıfın istemediği bir şey yapar veya bizim bildiğimiz fakat başkalarının bilmediği bir muziplik yapar ve sınıf bundan hoşlanmazsa, o kişiyi şövalye yapardı. Anılan öğrenci yaka paça veya sürüklenerek getirilir (kimsenin isteği ile geldiğini görmedim) ve kürsünün üstüne yatırılır. Sonrada kilotu dahil pantolonu çıkarılarak öğrenci koridora atılırdı. Okulda sadece bir kız öğrenci vardı o da Harbiye II'de olduğu için bir sorun değildi. Bu işlem genellikle teneffüs arası veya öğretmenimiz derse girmek üzere iken yapılırdı. Herhalde panik ve telaş zaten yeterli ceza olurdu.
Okulda zaman ilerlerken birbirimize alışmış ve daha yakınlaşmış ve muziplikler de başlamıştı. Birbirimize yakınlaşmamız artmaya başladıkça birbirimizi isimlerimiz ile değil, takmaya başladığımız lakaplarımız ile çağırmaya başladık. Bu lakapları kimin taktığı belli değildi. Toplumdan anonim olarak doğuyordu. Çoğunlukla takılan lakaplar da sahibine uyardı. Bazı lakaplar, ağıza alınmayacak kadar kötü, bazıları hayvan benzetmesi, bazıları meslek isimleri idi, simitçi, bakkal, sincap gibi. Lakap, bir kez kondu mu; isim gibi ve hatta isim yerini alarak ömür boyu devam ederdi. Arkadaşını ismi ile tanımayan ancak lakabı söylendiğinde kendisini hatırlayan çok arkadaşımız vardı.'