Dolar

34,8719

Euro

36,7287

Altın

3.040,58

Bist

10.123,70

Selim İleri'den Mehmet Akif Ersoy'a mektup

Selim İleri'nin daha son noktası konmamış yeni romanından Âkif ile ilgili bölümleri sizlerle paylaşıyoruz.

17 Yıl Önce Güncellendi

2008-12-27 02:39:00

Selim İleri'den Mehmet Akif Ersoy'a mektup

Selim İleri'nin henüz adı konmayan romanından Âkif'e mektup


Bugün Mehmet Âkif Ersoy'un ölümünün 72. yıldönümü. Bugünün anısına usta yazar Selim İleri'nin daha son noktası konmamış yeni romanından Âkif ile ilgili bölümleri sizlerle paylaşıyoruz. Selim İleri, adına henüz karar veremediği yeni romanında, Doğu-Batı arasında sıkışıp kalmış, hem Doğu'nun hem Batı'nın değerlerine bağlı, ama aidiyetsizliği sanat ve fikir bağlamında daha yaşatıcı bulmuş ölü bir şair-romancıya mektup gönderiyor. İşte yazı ve bu yazının ilginç yayımlanma hikâyesi...Hep aynı endişe: 'Ben Âkif'i hiçbir zaman sevemedim'

Geçmişi yazmak.

Yakın geçmişi yazmak.

Uzak geçmişi, yakın geçmişi.

Bir anda soluveriyor bir şeyler. Işıltı sönüyor. Günden güne solmuş, günden güne sönmüştü. Hakikatle ilk yüz yüze gelişiniz ve zamanın daha da derinleştirdiği o acı: Yazdıklarınızın tümünde boyunduruk altındaydınız.

Yahya Kemal resim sanatımızın olmayışından yakınıyordu: Geçmiş zaman kişilerini görememek. Geçmiş zaman kişilerini sadece tahayyül etmek'. Defterlerinizde, büyük eksiklik, ama sadece bundan dolayı mı demeye getiriyorsunuz.

'... gözümüzün önündeki Âkif'i bile yazmak' imkânsızmış.

Geçmişi yazmak imkânsızdır.

Bizimkisi gibi cemiyetlerde geçmiş ancak gizlice, fısır fısır 'konuşulur'.

Zamanla konuşmamayı da öğrendiniz. Öğrettiler.

Geçmişi, şimdiyi...

1956'da, 'Meyhane' şairinin yazılamayacağına kesenkes karar vermişsiniz. 'Hayatımızdaki birçok muammadan biri olarak kalacak.'

Bu 'Âkif meselesi', öyle sanıyorum ki, bir yara. Doğu-Batı gibi. İslam-laik gibi. Siz'in zamanınızda İslam'dı laikti laikçiydi... henüz patlak vermemişti. (Bizde belki her şey 'gibi'.) Yara, korku, yılgı. Kibir ve öç, nefret.

Çıkıp gidişinden sonra, Akif'ten gönlünüzce söz açabilmek, git­gide zorlaşmış olmalı. Sonra ölüm gelip çatınca yurda dönüşünde onu çok az kişi karşılamış-, İstiklâl Marşı'na güfte yazmış şair ölünce -cenazesine çok az kişi katılmış, şiiri ve kimliği, kısık gibi görünmemeye çalışan seslerle, ola ki üzüntüler, içten içe kederlenişlerle, ama hep bir mesafe korunarak yine konuşulacaktı.

Siz, uzak durdunuz.

Yara, korku, yılgı. Kibir, nefret ve öç.

Boyunduruk altında. 1937'de konuşmak zorunda kaldınız:

'Âkif sınıf şairi midir, yoksa halk şairi midir?' diye sorulduğunda; 'Sınıf şairi değildir, belki halk şairi denilebilir' diyordunuz. Belki, içinizden, yoksul Müslüman tabakanın şairi derken. Siz'in nitelendirmenizle kendisi böyle bir etiketi ister miydi? 'İslamcı Âkif'in, çalışan, alın teriyle yaşayan insanlara dönüp dönüp kucak açışını geçiştirerek.

İçinizden, bizde niye fakir tabaka dindar? diye soruyordunuz. Niye yalnız fakir tabaka? (İstikbalin yeşil sermayesi aklınızın ucundan geçmezdi.)

Sınıf şairi değil, belki halk şairi diyordunuz; bir yandan da, sefaletin çürüttüğü her şeye yas tutmuş Âkif'i düşünüyordunuz. Sözlerinizin ihanetine şaşırıyordunuz.

Şaşkınlığınızı derhal derleyip toparlayıp, çıkıp gitmeseydi bu ülkeden!, savunmak bana mı kaldı, fakat o mısralar!: 'Daha yıllarca eminim ki hayatın yükünü, / Dizlerim titreyerek çekmeğe mahkumum ben', onun dizleri Siz'in kalbiniz, sanki gece yaklaşıyor, sanki Siz yapayalnız, bu tiranlar gecesinde, '... Akif, şiirine bir yığın söz kalabalığı halini verdi.' Bitmiyordu endişeniz. Küçümsemek gerekiyordu: 'Aruzla iskambil oynamak, öteberi satmak, mahalle halkını konuşturmak, helva sattırmak...'

Gelgelelim vicdanınızdaki sızıltı itiraz ediyor; Âkif'i İstiklâl Harbi mücadelesinde bir kez daha görüyor, '... unutmamak lâzım gelir' diye ekliyordunuz. Unutmamak? Unutulmak üzere miydi? Çarçabuk. Unutulmuş. Unutturulmuş.

Herkesin bir ağızdan söylemi Siz'i uyarmışçasına, hemen toparlanmışsınız. Âkif'in 'kuru bir ehlisünnet şairi' olduğunu belirtmişsiniz. Büyük din şairleri, meselâ Yunus, bizi iç âleme, 'Rabb'in hakiki arşı olan insan gönlüne' götürmüşken, Âkif gizemcilikten ve panteizmden uzakmış. 'Ehlisünnet akidelerine uygun bir cemiyet hayatı' istiyormuş.

Emir kipiyle mi? Sanmıyorum. Bana öyle geliyor ki, şahsî kaygısıydı.

En can alıcı soruyu soruyorlar:

'Âkif'in memleketten ayrılışını nasıl izah edebilirsiniz?'

Bu sorular nerede sorulmuştu? Saat kaçtı? Akşamüzeriyse, tatsızlıklarından, anlamsızlıklarından, saplantılarından, daha acısı, 'kötücüllüklerinden' kurtulmak için, koşup bir kadeh bir şey içtiniz mi? Randevu mu alıp gelmişlerdi? Sık sık uğradığınız bir mekanda mı yakaladılar Sizi? Huzursuzdunuz. Kem küm ediyor, üst üste sigara yakıyordunuz.

Sen mi kaldın, yalınız kafileden böyle uzak?

Siz'e çok yakındı. Söylenemez, yazılamaz.

'Âkif'in memleketten ayrılışını nasıl izah edebilirsiniz?'

Kibriti söndürdünüz. Elleriniz titriyordu. Sustunuz bir an. Sonra; 'Bu benim kolaylıkla izah edebileceğim bir şey değildir.'

Başka bir cevap mı vermek isterdiniz? Ancak Siz'in duyumsayacağınız koskoca bir roman yatıyordu, memleketten uzaklaşıp gitmenin, ayrılışın altında. Boyunduruk altındaydınız. Dokuz yüz otuz yedide Güzel Sanatlar Akademisi'nde hoca mıydınız? Dokuz yüz otuz üçte Ahmet Haşim öldükten sonra. Araştırmaya üşeniyorum. Akademi'de öğretim üyesi idiyseniz, büsbütün başka sorumluluklar, kaygılar, hesaplarla.

'Sizce Âkif'ten yarına ne kalacak?'

Tekrar vicdan ödeşmesiyle; Âkif bu ülkenin çetin zamanlarının şairi oluyor, muharebeler, felâketler, düşman işgali, kapkaranlık gördüğü İstanbul evet, kapkaranlıktı, yaşamıştınız, son umut 'Artık ey yolcu bırak... Ben yalınız ağlıyayım!', inkâr edemiyorsunuz, içli bir mısra, büyük ve tarihî olaylar. Vicdan ödeşmesini bölük pörçük dile getirdiniz.

Sesiniz boğuktu. Sigarayı tutan eliniz hâlâ titriyordu. İkide birde o mısra: 'Artık ey yolcu bırak... Ben yalınız ağlıyayım!' Ölü Âkif, Mütareke senelerini bırakmış, sanki Siz'in şimdiki durumunuza sesleniyor.

Bir an önce bitse şu sorular! Nerden karşıma çıktılar, nerden evet dedim... Kim bunlar?! Bunalmıştınız. Endişe artmıştı: Beni sorguya mı çekiyorlar? Sivil polis mi?!

Çantanızdan bir kitap çıkardınız, sigarayı apar topar söndürüp. Sigarayla keyfedilecek zaman değil. Belki Les Nourritures Terrestrès, bugün yarın, Dünya Nimetleri adıyla Türkçe'ye tercüme edilecek, Allahtan yanınıza almışsınız. Gide'in, 'bütün zevahirin dışındaki ahlakî endişelerini' konuşmayı tercih eder bir tavır takındınız.

Sonra sonra, kulaklarınızda 'Fatih Camii' yankıdı. Asırlar öncesinde uygarlık söyleyen Fatih Camii, hemen çevresinde şimdi, İstanbul'da her eski semt... eski, içine kapanmış, kendine gömülmüş, hepsi yaman bir çökkünlüğe, sefalete kucak açmış. Daha da artan, daha da yıldıran bir sefalet. Daha dün söylüyordu Âkif; irkildiniz; Âkif'in dünkü endişesine yabancı kalamazdınız.

Şairin, iskambil oynayan, öte beri satan, düğün dernek için borçlanan 'gündelik' insanları yanı başınızdaydı. Bu kadar yabancı mıyım? Eliniz kapağında geziniyor, Les Nourritures Terrestrès'in. Mısır'da o kadar yalnız kalmalı mıydı, neydi bu gurbet, vatanda ölmek için dönüş.

'Bizi sadece müreffeh bir hayat kurtarır...' Ağzınızdan dökülüverdi.

Karnı aç mı tok mu? Kimin? Şairin insanları geçiyorlar...

Fakat aklınızı başınıza devşirip inkâr ediyorsunuz: 'Zaten sınıf gözetmeyen bir sanatta kolay kolay tez olamaz.'

Öyle anlaşılıyor ki, yıllar yılı Siz'i muhafazakârlar sevmiş olsa bile, 1937'de Karl Marx'a atıfta bulunuyordunuz. Âkif'te fakir Müslüman'a endişe duyulmamışçasına. 'Endişe' dilinize yapışıp kaldı, iç sesinizde.

(Çok geçmeyecek, Suat'la Mümtaz hesaplaşacaklar.)

Yadsıyorsunuz... yadsıyordunuz ve görür gibiyim, parmaklarınızın arasında yeni sigaranız, henüz alkole sığınamamış, bir kış günü çünkü cevaplarınız -18 Mart tarihli Yeni İnsan'da yayımlanmış-, bahar başlangıcında hayli soğuk bir akşamüzeri, diyelim ki Beyoğlu'nda, Petrograd'da -pastane mi, bar, çalgılı kahve miydi, Beyaz Rusların işlettiği-, caddeden tramvaylar geçiyor, camları buğulu, tramvayların da Petrograd'ın da, paltolarının yakaları kalkık insanlar, İstanbul birdenbire Paris olmak istemiş. Siz de, şimdi bu anket, soruşturma, sorgu sual başıma nerden geldi cinnetiyle, Paris tepeden tırnağa şenlikle dolup taşarken, birden fırlamak istiyorsunuz portmantodaki paltonuza, kumaşı taraz taraz. Güvenli, serinkanlı görünmeye çalışıyorsunuz.

Yeniden vicdan azabıyla, Âkif'i -'... daha dün içimizde idi...'- gelecek zamana bırakacaktınız.

Biliyorsunuz, ölüsüyle didişiyorlardı.

Ama hep endişe: 'Ben Akif'i hiçbir zaman sevemedim...'

1959'da, yirmi iki yıl sonra, o, yirmi üç yıl önce ölmüş, çoktan ölmüş, 'Milli Marş'ın şairi olan Âkif'e', geçmişin alevlerinden sıyrılmış, 'terakki fikrinden ayrılmayan' diyorsunuz, tereddüdünüzü yenip, '...hiç ayrılmayan.'

Derken ikircikli -bu kez siyasetin baskısından dolayı değil, Siz'in 'alafranga çevre' ne der kaygısıyla-, ekleyerek, 'İki kutup... Fikret ve Âkif...'

İki kutup... Fakat ikisinin de, yeni urba giyememiş, salıncaklara binmek isteyen, boynu bükük, bayram günlerinde, yoksul, yetim çocuklarda 'birleştiğini', onlara 'şiir' yazdıklarını nedense ölçüp biçmeksizin. Nedense diyorum, gerçi nerden kestirecektiniz kutuplardan kutuplara koşuşturacağımızı övünçle, bugün...

Kendi zamanınızda, bir yandan da, gezip gördüğünüz Paris. Paris başınızı döndürmüş, şenlikli, ala ala hey Paris'te her şey alev alev sanatkârca. '... bizim memleketteki alevlerden ne kadar farklı!' diye yazmıştınız Adalet'e. E.F. istediği kadar sarakaya alsın Siz'i, bu Paris başınızı döndürmüştü. Müzelerden müzelere, galerilerden galerilere koşuyordunuz: Bizde niye böyle değil? Biz nerede kaybettik?!

Fikret'i andırıyordunuz: 'Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım?'

Demek Halûk yüklenip getirmemiş...

İstanbul'daki ahbaplarınızın Paris'ten isteye isteye 'parfön' çıplak kadın resimli iskambil kağıdı Montblanc dolma kalem istemelerine sözümona hoşgörülü, gerçekteyse küçümseyerek. Baş döndürecekken Ankara, nerede kaybetti?! İçiniz sızlıyordu.

Fakat bunlar yerine yine... yirminci asrın ikinci yarısında 'Millî Marş'ın şairi'ni konuşmak zorunda kalıyorsunuz: Vatanını sevdi miydi sevmedi miydi, mürtecî miydi değil miydi.

Camekânlar gerisinde Marie Antoinette'in israf cinnetinden ibaret elbiselerini gördünüz, kraliçeye ihtişam yaraşır, roplar, tuvaletler, mantolar, kemerler, eldivenler, dantel mendiller, otrişli şapkalar, bir 'haute couture' defilesi, Fransa Marie Antoinette'e artık acıyor, giyotine gönderdikleri kraliçelerini bağırlarına basıyorlar.

Biz, padişahların davetini geri çevirmiş Âkif'i...

Gerçi İstanbul-Paris kıyaslamasını sese dökmeye niyetiniz yok.

Bugünkü koşullar 'terakki fikri'nden söz açmaya el veriyorsa, o kadarı yeter.

Muhteşem gardırobu, Paris'te son kraliçenin...

Handiyse yarım yüzyıl sürecek, daha sürecek, yarım yüzyıl sonra da hortlayacak Âkif düşmanlığını sezmişçesine; bıkkın, bunalmış; daha yarım yüzyıl öncesinde: Ben taraf olmayayım da, kim olursa olsun.

Yarım yüzyıl sonra biri çıkacak, İstiklâl Marşı'ndaki 'dinci' sözcüklerin değiştirilmesini önerecek, buyurgan edasıyla, kibirden ibaret yalnız ben bilirimcilikle. Yarım yüzyıl sonra, birileri çıkacak, Âkif'in inanmışlığını yetersiz bulacak, hatta inanmışlığından şüpheye düşerek, onu Fikret'le -bir taşla iki kuş aynı kefeye koyacak, değerbilmezlikle, ne varsa hepsine ilençler savurarak, daha 'mümîn' görünecekler. Bunlar gazete sütunlarında olup bitecek.

Siz'in sezgisine, duyuşuna pek güvenmediğiniz Âkif kendi çağından yanıtlamış:

Türlü adlarla çıkan namütenahi gazete,

Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete

Bana gelince; ne soruşturma, ne sorgu sual, kimsesiz akşam vakti, Fikret'i Âkif'e, Âkif'i Fikret'e uzak tutmamaya çalışarak, Mısır Apartımanı'nda ölen, İstanbul'a -'... Mısır'da öleceğim diye ne kadar korkmuştum...'- ölmek için dönen Âkif'in suskusunu, bir iki yıl sonra Dolmabahçe Sarayı'nda ölecek Gazi'nin suskusunu, fakat bu iki suskunlukta ikisinin de muhakkak ki birbirlerini hatırlayışlarını, için için hatırlamaktan geri durmayışlarını hissederek, yılları hesaplaya hesaplaya, geçmişin sağanağında, daha da ıssız, artık kimsenin olmadığı, kimsenin olmayacağı, daha da geç saat bir akşam, işte daima 'akşam' vaktine uzanıyor, akşama yol alıyorum.

Dönüyorum Siz'e, 1936 Şubat'ına, henüz ölmemiş, aynı yıl 27 Aralık'ta ölecek Âkif'e dair yazdıklarınızı okumaya. 'Bu kudretli adam' diyorsunuz. Şiiri, eseri, kaygısı hiçbir zaman bana yakın olmadı demiyorsunuz. 'Hiçbir şairimiz onun kadar ilhamının ufkunu geniş tutmamış, onun kadar memleket hadiselerini takip etmemiştir.'

Kimsiniz?

Hangisi Siz'diniz?

Ya da, şöyle mi demeliyim: Hangimiz kendimiz olabildik?

Bana büyük endişeler bırakarak, az sonra çekip gideceksiniz, 2008'in bir akşamı. Siz'den esinler, Siz'den çağrışımlarla akşam bana kalacak. Ödeşmek... Yara, korku, yılgı.

İktidar mutlak itaat ister.

Az sonra, ikimiz de etrafımızdaki yaygaranın papağanı.Bu yazının okura ulaşma hikâyesi...

Selim İleri, adına henüz karar veremediği yeni romanında, Doğu-Batı arasında sıkışıp kalmış, hem Doğu'nun hem Batı'nın değerlerine bağlı, ama aidiyetsizliği sanat ve fikir bağlamında daha yaşatıcı bulmuş ölü bir şair romancıya mektup gönderiyor. Bu uzun mektuptan Mehmet Akif Ersoy sayfalarını geçen akşam Ömer Erdem'e ve bana heyecan ve gözyaşlarını çağıran duyarlılıkla okudu. Selim İleri'nin yürek burkarken yeni ufuklar da açan cümleleri karşısında ikimizin de dünyası genişledi...

Son birkaç aydır salaş-savruk bir ruh hali içinde gördüğüm, zaman zaman yazıyı, yazmayı, yazarlığı daha doğrusu her şeyi bir kenara bırakıp 'çekip gitmeyi' deneyen ama her seferinde dostlarının çağrısına kulak verip yazıya ve kadere dönen İleri'nin bu ruh halinin nedenini anlamıştım artık. Akif'in 72. ölüm yıldönümü olan 27 Aralık'a ramak kalmıştı. Selim İleri'den romanının bu bölümünü CumaErtesi ekinde, kendi köşesinde yayımlamak istediğimi söyledim.

İleri bu teklifime şiddetle karşı çıktı, hatta kızdı; 'beni hâlâ tanıyamamışsın ne yazık ki' dedi. Bu tavrının nedenini anlayamadım önce. Anlatınca hak verdim; ama teklifimde de ısrarlaydım. Ben, Selim İleri'yi ikna için gerekçelerimi sıralarken o da kendi kabuğuna çekilip konuşmamayı yeğledi; konuyu kapat artık der gibiydi. Ortamın sakinleşmesini bekledim. Ömer Erdem gerekçeleriyle birlikte devreye girdi bu kez. Erdem onu ikna etmişti. Ve türlü badirelerden sonra işte bu yazı size ulaştı. Teşekkürler Selim İleri... Ve Ömer Erdem.

Abdullah Kılıç


Zaman

 

Haber Ara