Birçok insanın görmeye ve yaşamaya can attığı, meşhûr bir turistik yöreye, çalıştığınız şirketin meslekî bir seminerine katılmak için gönderiliyorsunuz. Bu yer; iklimi, denizi, türlü yemişleri, insanları, eğlence mekânlarıyla ünlü ve güzel bir yöredir. Sözü edilen iş epey nazik. Şöyle ki, alnınızın akıyla üstesinden gelirseniz mükâfatı büyük, elinize yüzünüze bulaştırdığınızda ise cezası ağır.
O tatil yöresinde kalacağınız süre, on beş günle sınırlı ve şirketin -dolayısıyla patronun- şartı şu: Bu zaman zarfında, gecenizi gündüzünüze katarak yoğun bir biçimde çalışacaksınız. Formasyonunuz ve işinizin takibi noktasındaki kazanımlarınız tatminkâr olursa; şirket, sizi emekli edecek ve limitsiz maaşla, 'yabancı bir ülkede, büyüleyici, karşı konulmaz güzellikte bir yer'e, hayatınızın geri kalanını geçirmek üzere gönderecektir. Bu başarı, size ömrünüzün sonuna dek sürecek rüya gibi bir hayatın kapısını açacak. Öngörülen başarıyı yakalayamadığınız takdirde işinizi kaybetmekle kalmayıp, bütün ömrünüzü koyu bir nedâmet içinde tüketeceksiniz. Bu da madalyonun öteki yüzü. İçinizden şöyle dediğinizi duyar gibiyim: 'İyi ya işte, iş için gittiğim o yerde, görevimi aksatacak, patronuma karşı sorumluluğumu yerine getirmekten alıkoyacak tüm eğlencelere sırtımı döner, sadece işimle meşgul olur, patronumun bana vaat ettiği harikulâde istikbâl için var gücümle çalışırım.'
İş görüşmelerinin başlamasıyla birlikte, hemen her gününüz, başınızı kaşımaya vakit bulamadan, türlü zahmet ve sıkıntılara katlanarak geçiyor. Öbür yanda insanlar gönlünce eğlenip keyif çatıyor, hayattan kâm alıyorlar. Bu yaşantı biçimi, ister istemez/elbette cezbediyor. 'Neden?' diyorsunuz, 'Bütün bu insanlar, keyif yaparken ben kendimi yıpratıyorum.' Mamafih, kısa sürede doğruyu buluyor ve orada bulunma amacınızı netleştiriyorsunuz: 'Burada bulunma amacım iş kotarmak ve patronumun hoşnutluğunu kazanmak. Hepi topu on beş gün çile çekeceğim. Sonrasında bütün bir hayatım hep bir tatil tadında ve heyecanı içinde geçecek.' şeklindeki bir kararlılık ve teslimiyetle yıkanıyor yüreğiniz. Bu arada, şeytan da boş durmuyor: 'Yahu!' diyor, 'Biraz gezsen, eğlensen kıyamet mi kopar?' Şeytanla yaptığınız bu fikir teâtîsi, kısa sürede meyvesini veriyor ve işe bir müddet ara vermek kaçınılmaz oluyor. Nedendir bilinmez, belirli aralıklarla 'Kaç günüm kaldı?' kabîlinden bir merak gizliden gizliye yokluyor ruhunuzu ve velinimetiniz olan patronunuza karşı ihanet veya sadâkatsizlik nev'inden bir duygu geri tepip duruyor içinizde. On iki gün. 'Daha zaman çok. Eğlenceye devam. İş nasıl olsa yetişir.' Gelin görün ki zaman hiç kimseyi durup beklemez. Sizi de beklemiyor nitekim, hızla ilerliyor. 'On gün, sekiz gün, beş, üç...' Bu sinsi gafletten, bir an için silkinip sıyrılıyorsunuz ve son bir gayretkeşlikle, neredeyse hiç başlayamadığınız işinize dört elle sarılıyorsunuz. Heyhat! İş görüşmeleri için -üstelik çok sınırlı olan- zamanın çoktan geçip gittiğinin acı idrâkine varıyorsunuz.
İşyerinize döndünüz. Patronun huzurundasınız; ama maalesef eli boş. O patron ki bir anne şefkatiyle üzerinize titreyerek hayatınızı huzur içinde idâme ettirmenizi sağlamıştı. Vefasızlığınızın hangi boyutlara ulaştığını bir düşünün. Değerli bir hayatı; kıytırık bir keyfe, eğlenceye değişmenizin bir muhasebesini yapın. Geçen zaman geri gelmeyecek, son pişmanlık fayda vermeyecektir. Sizi işinizden alıkoyacaksa eğer -ki bu kesindir- oradaki her türlü zevk ve eğlenceyi elinizin tersiyle itmeyi bilmeliydiniz ve uzun vadede kârlı çıkan mutlak surette siz olacaktınız. Ayrıca, siz odasından çıkmadan az önce, patronun sarf ettiği şu sözlerse, hiç yabana atılır gibi değildir: 'Aslında bu işin takibine ve alınmasına benim hiç mi hiç ihtiyacım yoktu. Sizi, o tatil beldesine göndermekteki maksadım, vaat ettiğim dört başı ma'mûr hayatı hak etme gayret, sabır ve olgunluğunu gösterebilen çalışanımla; oraya gönderilme nedenini unutup başıboş bir yaşamı seçen, tembellik eden, beşerî kusur ve zaaflarına yenik düşen çalışanımı ayırt etmekti.'
Şimdi şapkamızı önümüze koyup 'şirket çalışanının ne denli ucuz ve geçici lezzetler uğruna hayatının tamamını etkileyecek ne muazzam ve sürekli bir saadetten ferâgat ettiğini' bir düşünelim. Osman Doğanay
Ne oldu da sustuk
Yıl 1998. Tarih 6 Kasım Cuma. Yer Beyazıt Meydanı. Üniversite birinci sınıf öğrencisiyim. Benim gibi 20-30 bin kişi daha var meydanda... 28 Şubat sürecine yakından tanıklık etmiş, yanımızdaki yöremizdeki arkadaşlarımız ve ağabeylerimizle birlikte alabildiğine eylemseliz! Her fırsatta başörtüsü eylemi, her fırsatta 28 Şubat'ın keyfi uygulamalarına protestolar düzenliyoruz, düzenlenenlere katılıyoruz. YÖK'ün kuruluşunun bilmem kaçıncı yıldönümünü protesto ediyoruz. Hep bir ağızdan bağırıyoruz: 'Yök kalkacak, polis gidecek, üniversiteler bizimle özgürleşecek.' Yüzlerce polis var etrafımızda. Yürümeye başlıyoruz. Belediye'nin Saraçhane binası önüne kadar yürüyoruz. Sıra sıra polisler diziliyor karşımıza. Allah hepsine boy vermiş, pos vermiş. Allah'ın verdiklerinin yanı sıra devletimiz de bu ağabeylerin ellerine jop, başlarına kask vermiş. Durduruyorlar bizi. Birileri çıkıyor, polislerle konuşuyor. Ne konuşuyorlar bilmiyoruz ama yeniden slogan atmaya başlıyoruz. Polisler de vurmaya başlıyorlar tahta ve kauçuk joplarıyla, Allah ve devlet ne verdiyse...
Yıl 2008. Tarih 7 Kasım Cuma. Yer, az önce anlattıklarımın olduğu yere çok yakın bir mekan işte. 10 yıl öncesinde eylem düzenleyen, başörtüsü yasağını en sert şekilde kınayan ağabeylerimiz devlet kademelerinde yer tutmuş. Hatta ağabeylerimiz gibi olan büyüklerimiz devletin en üst düzey koltuklarının sahibi olmuş. Yıllar gelmiş geçmiş. Okulda eylemi anlatıp gülüştüğümüz arkadaşlarımızın tamamı evlenmiş, barklanmış. YÖK'ün kuruluşunun bilmem kaçıncı yıldönümü daha gelip geçmiş. Daha birkaç yıl öncesine kadar on binlerce gencin toplanıp hep bir ağızdan 'Özgürlük' diye haykırdığı Beyazıt Meydanı ıssız. Yabani güvercinler var sadece. Bir de güvercin yemi satan bir yaşlı kadın.
Masanın başında düşünüyorum. O kalabalıkları ve özgürlük sloganlarını kafamda yerli yerine oturtuyorum. Kafamda hiçbir yere oturtamıyorum bu devasa sessizliği. Başörtüsü mü özgürleşmişti? YÖK mü kalkmıştı? Cunta hesap mı vermişti? Hiçbiri değildi. Ülkede değişen tek şey iktidarın sahipleri idi. Onbaşılar, Ecevit'ler, şunlar bunlar gitmiş, yerlerine bizimkiler geçmişti. Gelenler de bizim gibi dindar ailelerin çocuklarıydı. Eylem görmüş, slogan atmış. Yani bizim mahalleden çıkmış çocuklardı. Ve maalesef bizim mahalleden çıkan ağabeylerin varlıkları, tüm sesimizi kısmıştı.
'Bu sessizlik ne kadar ahlaki' diye soruyorum kendime. İktidardan pay alma mücadelesi miydi o günkü bağrışmaların ana sebebi? 'Koltuktan biz de pay istiyoruz' meselesi miydi bizimki? Yeni sorular da oluşuyor kafamda: biz o zaman da mı yamuktuk, yoksa sonradan mı yamulduk? Emin Gökçegözoğlu