En egoist kararım
DÜN Frankfurt?ta Deniz Feneri kararı açıklandıktan sonra odama çekilip kapıları kapattım.
Gazeteci için en büyük mutluluk nedir?
Günlerdir ısrarla sürdürdüğü bir haberin doğruluğunun kanıtlanması.
Hele hele ülkenin Başbakan?ı, o gazeteye ve sahibine neredeyse ölümüne bir savaş açmışsa, gazeteci o an 'İşte benim zamanım' duygusuna kapılır.
'Hayır kapılmam' diyen varsa bilin ki yalan söylüyordur.
Bir süre oturup müzik dinledim.
İçimdeki isyan duygusunu yatıştırdım.
Günlerdir, 'kasıtlı manşet atmakla' suçlanıyorduk.
Manşetlerimizin kasıtlı olmadığı, dün Frankfurt?ta verilen kararla ispatlandı.
Kendimi, iftiracılara değil, ama okuyucularımıza karşı hesap vermekle sorumlu hissediyorum.
* * *
Önceki akşam gazeteyi baskıya gönderdikten sonra, yazı işlerindeki arkadaşlarla sohbet ediyordum.
Yazı İşleri Müdürümüz Necdet Doğan, genç editör arkadaşlarımıza dönerek, 'Hepimize yöneltilen bu saldırıların sorumlusu biraz da benim' dedi.
Sonra Deniz Feneri haberlerini nasıl manşet yaptığımızı anlattı.
Haber bakımından kesat bir gündü.
Saat 16.00 olduğu halde, elimizde manşet yapacak bir haber yoktu.
İşte öyle kıvranırken, Necdet Doğan, 'Almanya?da Deniz Feneri davasının görüşülmesine başlandı. O konuda gündemde bir şey görünmüyor. İsterseniz soralım' dedi.
Almanya Sorumlusu genç editörümüz Bülent Mumay hemen atladı: 'Şimdi önüme geldi. Sanıklardan biri itirafta bulunmuş.'
Gelen bilgilere baktık ve üç dakika tartıştıktan sonra haberi manşete koyduk.
'Deniz Feneri?nde kelepçeli itiraflar.'
Evet sizlere yemin ederek söylüyorum ki, Deniz Feneri haberleri Hürriyet?e böyle girdi.
Yani iki arkadaşımızın gazetecilik refleksi ile.
Ama bakın onun etrafında ne senaryolar uyduruldu.
Bazıları hiç sıkılmadan, gazeteci olduklarını unutarak, bize 'Alman Büyükelçiliği kriptolarını nereden buldunuz' diye sorma gafletine bile düştü.
* * *
Bunları bir kere daha yaşadıktan sonra yazı işlerine indim.
Arkadaşlarımın durumu da benden farklı değildi.
Bu stresi, bu baskıyı birlikte yaşamıştık.
Aydın Doğan?a yapılan hakaretlerin, atılan iftiraların nedeni, büyük ölçüde bizlerin yaptığı haberler, attığı manşetlerdi.
İşte bu duyguların etkisi altında, arkadaşlarımızdan biri şöyle bir manşet önerdi:
'Müsaadenizle Sayın Başbakan, bu acı haberi yayınlıyoruz.'
Herkesin içinde biraz tepkili bir manşet vermek vardı.
Aydın Bey?in 'mutfak baskısı' dediği şey aklıma geldi.
Bu, mutfak baskısı değil, 'tamamen insani bir terapiydi'.
Her zaman olduğu gibi, yine ortak akıl galip geldi.
'Hayır' dedik.
Öfkemizi tatmin etmeye çalışmak, bize hakaret edenlerden, iftira atanlardan rövanşımızı almaya kalkışmak çok yanlış olurdu.
Normal gazeteciliğe devam etmeliydik.
Yazı işleri, her zaman olduğu gibi, haberin özel yanını yakalamak, bir adım ileri geçmek çabası içindeydi.
İşte o an, genel yayın yönetmenlik hakkımı, biraz da egoistçe kullandım.
Hayır, özel haber aramayın.
'Manşete, sadece dün ne olduysa onu koyun. En etkili şekilde koyun' dedim.
Dava bitmişti.
Sanıklar 2 yıl ile 6 yıl arasında hapse mahkûm olmuşlardı.
Hákim, bu dolandırıcılığın Türkiye?deki adreslerini, açık isimleriyle vermişti.
Ateş ve iftira altında çalışan bir gazeteci için, başarıyı kutlamanın en güzel yolu buydu.
O gün ne olduysa, aynen onu vermek...
Ve 'Sırada kim var' diye bakmak.
Yani hákimin verdiği Türkiye?deki adreslere...
HÜRRİYET