Kapatma davası gölgesinde kalan Türkiye ekonominin röntgenini, deneyimli bir ekonomist, tecrübeli bir işadamı ve vizyoner bir sivil toplum örgütü yöneticisi olan MÜSİAD eski Genel Başkanı Dr. Ömer Bolat çekti. Bolat, Mayıs'tan bu yana yoluna IMF'siz devam eden Türkiye ekonomisiyle ilgili çarpıcı tespitlerde bulundu. Dr. Bolat, hükümetin 6 yıllık süreçte elde ettiği başarılara da dikkat çekerek bardağın dolu tarafının ağır bastığını kaydetti.
İşte, MÜSİAD eski Başkanı Dr. Ömer Bolat'ın röportajı:
- MÜSİAD Başkanlığı görevini Sn.Ömer Cihad VARDAN'a devrettiniz. Bu süreçte, başkanlık yaptığınız dönemde MÜSİAD'ın yapmış olduğu çalışmalarla ilgili sizden kısaca bilgi alabilir miyiz?
MÜSİAD, 1990 yılında kuruldu. Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği'ne 1 Eylül 1993 tarihinde katıldım. 7 yıl Genel Sekreterlik, 4 yıl Genel Başkan Yardımcılığı ve 4 yıl da Genel Başkanlık olmak üzere toplam 15 yıl MÜSİAD üst yönetiminde görev yaptım. MÜSİAD, Türkiye'de ekonomik ve sosyal alandaki dönüşümün çok güzel bir yansımasıdır. MÜSİAD, Türkiye'de özellikle 1980 yılında başlayan dışa açık büyüme modeli ile ve özellikle de demokraside ve ekonomideki serbestleşme rüzgarının etkisiyle Anadolu'da kurulmuş ve burada gelişme imkanı bulan aile işletmelerinin, sanayicilerin 1990 yılında bir araya gelerek kurdukları bir çatı teşkilatıdır. MÜSİAD, kurulduğu günden itibaren Türkiye'de özellikle dışa açık büyüme modeliyle ihracata yönelen Anadolu sermayesinin ve KOBİ'lerin ihracata yönelmesinde, profesyonelleşmesinde, kurumsallaşmasında, modern yönetim tekniklerini benimsemelerinde, ihracatı ve dünya pazarlarını keşfetmelerinde çok büyük bir rol oynadı, adeta lokomotiflik yaptı. Bunu faaliyetleriyle, programlarıyla, projeleriyle yaptı.
'MÜSİAD ÖNCÜ KURULUŞ'
Bunun yanında bizce çok daha önemlisi, MÜSİAD 1990 yılında kurulduğunda Türkiye'de bir elin parmakları sayısınca Sivil Toplum Kuruluşu vardı. MÜSİAD, insanlarımızın her alanda cesaretlenerek STK, Gönüllü Teşekkül kurmalarında ve geliştirmelerinde bir başarı öyküsü ve hizmet modelinin ismi olarak insanlarımızı cesaretlendirdi. İş dünyasında bizden sonra yüzlerce böyle kuruluşlar oluşturuldu. İnsan hakları alanında, sivil toplum alanında, sosyal alanda, dış politika alanında MÜSİAD öncülük etmiştir. İki anlamda öncülük etmiştir; birincisi, başarılı bir model olarak öncülük etmiştir, ikincisi ise insanlarımızı böylesi Gönüllü Teşekküller kurmaya cesaretlendirmiş oldu.
Biz başkanlık görevimiz sırasında arkadaşlarımızla bu çalışmaların kurumsallaşması ve profesyonelleşmesinde ve yeni ufuklara yelken açmada, teşkilatlanmada önemli atılımlar gerçekleştirdik. Meslek komitelerini yeniden yapılandırıp, Sektör Kurulları haline getirdik. Her biri hem genel merkezde hem de Anadolu'da çok başarılı yönetimler oluşturdular ve çalışmalara projelere imza attılar. Sektör zirvelerini topladılar. Bunun yanında, ihracat gezilerimiz, uluslararası fuarlara katılımlarımız, her dönem rekorlar kıran MÜSİAD fuarını geliştirmemiz, IBF Kongresini büyütüp geliştirmemiz, MÜSİAD'a bir gençlik aşısı olarak Genç MÜSİAD oluşumunu güçlendirmemiz ve yaklaşık 200 üyeden şimdi 1250 üyeli bir konuma ulaştırmamız, Anadolu'da Trabzon'da, Erzurum'da, Hatay'da yeni şubeler açmamız, yurtdışında İngiltere, Danimarka, Hollanda, Hannover ve KKTC'de Türk işadamlarının teşkilatlanması, İslam dünyasında İslam Kalkınma Bankası ve İslam Ticaret Odası'nın nezdinde akreditasyonumuzun sağlanması, MÜSİAD'a yeni bir Marş kazandırılması, yine hepsi kadar önemlisi MÜSİAD'a çok yakışan, ağırlığına ve etkinliğine uygun yeni bir Genel Merkez Hizmet binasının kazandırılması hizmetlerimiz arasında yer almaktadır. Bütün bu çalışmaları Yönetim Kurulumuzla, Sektör Kurullarımızla, İhtisas komisyonlarımızla, Yüksek İstişare Heyetimizle, Anadolu'daki şubelerimizle, Şube Başkanlarımızla ve Yönetim kurullarıyla birlikte bir ekip çalışmasının yegane ürünleri olarak gerçekleştirip, yeni Başkanımıza ve yeni hizmet ekibine bunları devrettik.
Bu noktada bir sorumlu sivil Toplum Kuruluşu olarak, devletin çeşitli sebeplerden dolayı yerine getiremediği bazı görevleri de yerine getirmiş oluyorsunuz.
Bunun yanında, MÜSİAD, 1990 yılından bu yana ortaya koyduğu araştırma raporları, açıkladığı görüşler ve çözüm önerileri ile Hükümetlere ve ilgili karar alıcılara yön vererek başarılı sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Araştırma raporlarımız, kamuoyu oluşturarak, Bakanlıklar, bürokratlar ve iş dünyasının ilgilileri tarafından dikkatle takip edilen, sunduğumuz çözüm önerilerimizin yürürlüğe konduğu takdirde kesin olarak etkili ve net sonuçlar verdiği ve böylece ülke yönetimine ciddi faydalar sağladığımız önemli bir alandır.
Bunun yanında bizce çok daha önemlisi, MÜSİAD 1990 yılında kurulduğunda Türkiye'de bir elin parmakları sayısınca Sivil Toplum Kuruluşu vardı. MÜSİAD, insanlarımızın her alanda cesaretlenerek STK, Gönüllü Teşekkül kurmalarında ve geliştirmelerinde bir başarı öyküsü ve hizmet modelinin ismi olarak insanlarımızı cesaretlendirdi. İş dünyasında bizden sonra yüzlerce böyle kuruluşlar oluşturuldu. İnsan hakları alanında, sivil toplum alanında, sosyal alanda, dış politika alanında MÜSİAD öncülük etmiştir. İki anlamda öncülük etmiştir; birincisi, başarılı bir model olarak öncülük etmiştir, ikincisi ise insanlarımızı böylesi Gönüllü Teşekküller kurmaya cesaretlendirmiş oldu.
Biz başkanlık görevimiz sırasında arkadaşlarımızla bu çalışmaların kurumsallaşması ve profesyonelleşmesinde ve yeni ufuklara yelken açmada, teşkilatlanmada önemli atılımlar gerçekleştirdik. Meslek komitelerini yeniden yapılandırıp, Sektör Kurulları haline getirdik. Her biri hem genel merkezde hem de Anadolu'da çok başarılı yönetimler oluşturdular ve çalışmalara projelere imza attılar. Sektör zirvelerini topladılar. Bunun yanında, ihracat gezilerimiz, uluslararası fuarlara katılımlarımız, her dönem rekorlar kıran MÜSİAD fuarını geliştirmemiz, IBF Kongresini büyütüp geliştirmemiz, MÜSİAD'a bir gençlik aşısı olarak Genç MÜSİAD oluşumunu güçlendirmemiz ve yaklaşık 200 üyeden şimdi 1250 üyeli bir konuma ulaştırmamız, Anadolu'da Trabzon'da, Erzurum'da, Hatay'da yeni şubeler açmamız, yurtdışında İngiltere, Danimarka, Hollanda, Hannover ve KKTC'de Türk işadamlarının teşkilatlanması, İslam dünyasında İslam Kalkınma Bankası ve İslam Ticaret Odası'nın nezdinde akreditasyonumuzun sağlanması, MÜSİAD'a yeni bir Marş kazandırılması, yine hepsi kadar önemlisi MÜSİAD'a çok yakışan, ağırlığına ve etkinliğine uygun yeni bir Genel Merkez Hizmet binasının kazandırılması hizmetlerimiz arasında yer almaktadır. Bütün bu çalışmaları Yönetim Kurulumuzla, Sektör Kurullarımızla, İhtisas komisyonlarımızla, Yüksek İstişare Heyetimizle, Anadolu'daki şubelerimizle, Şube Başkanlarımızla ve Yönetim kurullarıyla birlikte bir ekip çalışmasının yegane ürünleri olarak gerçekleştirip, yeni Başkanımıza ve yeni hizmet ekibine bunları devrettik.
Bu noktada bir sorumlu sivil Toplum Kuruluşu olarak, devletin çeşitli sebeplerden dolayı yerine getiremediği bazı görevleri de yerine getirmiş oluyorsunuz.
Bunun yanında, MÜSİAD, 1990 yılından bu yana ortaya koyduğu araştırma raporları, açıkladığı görüşler ve çözüm önerileri ile Hükümetlere ve ilgili karar alıcılara yön vererek başarılı sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Araştırma raporlarımız, kamuoyu oluşturarak, Bakanlıklar, bürokratlar ve iş dünyasının ilgilileri tarafından dikkatle takip edilen, sunduğumuz çözüm önerilerimizin yürürlüğe konduğu takdirde kesin olarak etkili ve net sonuçlar verdiği ve böylece ülke yönetimine ciddi faydalar sağladığımız önemli bir alandır.
'BUGÜNÜN TÜRKİYESİ 2001'DEN İYİ'
Bu işin içinde önemli bir aktör olarak sizce ekonomi ne durumdadır? Sizin çerçevenizde durum nedir?
Şimdi iyi ile kötünün arasındaki farkı görebilmek için, geçmişle bugünün mukayesesini yapmak lazım. Türkiye, 85 yıllık Cumhuriyet tarihinde bugüne kadar 60 Hükümet değiştirmiş, bugün 60.Hükümet işbaşında, bunun yanında 16 ekonomik kriz yaşamış, 1959 yılından bu yana IMF ile 19 kez stand by anlaşması imzalamak zorunda kalmış bir ülke konumunda. 5 Nisan 1994 krizini, yüzde 6 küçülmenin yaşandığı 1999 krizini, 2001'de yüzde 9,5 küçülmenin yaşandığı ve bir gecede yüzde 50 fakirleştiğimiz tarihi krizi unutmamak gerekiyor. İyi ile kötünün arasındaki fark bu mukayese ile ortaya çıkar. Fakat olaya siyaseten yaklaşılırsa, iktidar veya muhalefet gözlüğü ile yaklaşılırsa, politik ve ideolojik yaklaşımlar sergilenirse insanlar rakamları rahatlıkla çarpıtabilirler, iyiyi kötü, kötüyü de iyi gösterebilirler. MÜSİAD eski başkanı ve yarı akademisyen gözüyle bakacak olursak, bugünkü Türkiye 2001 Türkiye'sinden daha iyi durumdadır. Bunu şuradan da görebiliriz. Yatırım kuruluşlarının yetkilileri ülkemize koşa koşa geliyorlar. Türkiye'ye son 3 yılda 52 milyar dolar doğrudan yatırım gelmiş. Şimdi kötü bir ülkeye insanlar gelip yatırım yaparlar mı? Bunun yanında yine son 5 yılda 2,4 milyon kişiye yeni istihdam sağlanmış, enflasyon 30 yıldan bu yana ilk defa 3 yıl üst üste tek haneli rakama inmiş, ihracat son 5 yılda 3 katına çıkmış ve 120 milyar dolara ulaşmış, Milli gelirimiz 180 milyar dolardan, 660 milyar dolara çıkmış, kişi başına milli gelir 2100 dolardan 9333 dolara çıkmış, ekonomik büyüme son 5 yılda yıllık % 7 olmuş. Böyle bir ülke ekonomisine kötü denmez. Makro anlamda durumumuz iyi sayılır çok şükür.
'TÜRKİYE EKONOMİSİ AYAKLARI ÜSTÜNDE DURABİLİYOR'
Türkiye'de her şey tozpembe mi, her şey güllük gülistanlık mı diye soracak olursanız, buna da evet demek zor. Şundan dolayı zor, ithalatta önlenemeyen artış, enerji ithalatındaki büyük artış, cari açığın kırılganlığı, işsizlik stokunun 2,5 milyonun altına düşürülememesi sıkıntı oluşturuyor. Türkiye bir yapısal dönüşüm sürecinden geçiyor. Bu yapısal dönüşümde, özellikle dış dünyada yaşanan kapitalistleşme, tekelleşme rüzgarları ve son bir yıldır dünya ekonomisinde finans, gıda ve enerji alanında yaşanan büyük fiyat artışları ve krizler ülkemize de olumsuz olarak tesir ediyor. Bir de buna ekonomide yaşanan yapısal dönüşümün olumsuz yansımalarını eklediğimizde, hakikaten KOBİ ve esnaf kesimiyle alakalı olarak piyasada ciddi bir sıkıntının yaşandığı ve son 1 yıldır durgunluğun yaşandığı bir gerçektir. Ancak bazı işletmelerin ekonomide acı rekabet gerçeklerine kendilerini adapte edememelerinin etkisi de var. Şu bir gerçek ki, Türk ekonomisi makro dengeler itibariyle ayaklarının üstünde rahatlıkla durabilmekte, Ağustos 2007'de başlayan dünya finans krizine, enerji fiyatlarında 2002'den bu yana 7 katına varan fiyat artışlarına, gıda ve emtia fiyatlarında meydana gelen 2-3 katı fiyat artışlarına dayanabilmektedir. Son bir yıldır, Türkiye'nin siyasi alanda içeriden ve dışarıdan karıştırılmak istenmesi çabalarına, derin senaryolara, kapatma davasının olumsuz etkilerine rağmen, ekonomi bir kriz yada kaos ortamına çok şükür sürüklenmemiştir. Halkımız bu tür senaryolara karşı psikolojisini bozmamış, güven unsurunu kaybetmemiştir.
Türkiye'de her şey tozpembe mi, her şey güllük gülistanlık mı diye soracak olursanız, buna da evet demek zor. Şundan dolayı zor, ithalatta önlenemeyen artış, enerji ithalatındaki büyük artış, cari açığın kırılganlığı, işsizlik stokunun 2,5 milyonun altına düşürülememesi sıkıntı oluşturuyor. Türkiye bir yapısal dönüşüm sürecinden geçiyor. Bu yapısal dönüşümde, özellikle dış dünyada yaşanan kapitalistleşme, tekelleşme rüzgarları ve son bir yıldır dünya ekonomisinde finans, gıda ve enerji alanında yaşanan büyük fiyat artışları ve krizler ülkemize de olumsuz olarak tesir ediyor. Bir de buna ekonomide yaşanan yapısal dönüşümün olumsuz yansımalarını eklediğimizde, hakikaten KOBİ ve esnaf kesimiyle alakalı olarak piyasada ciddi bir sıkıntının yaşandığı ve son 1 yıldır durgunluğun yaşandığı bir gerçektir. Ancak bazı işletmelerin ekonomide acı rekabet gerçeklerine kendilerini adapte edememelerinin etkisi de var. Şu bir gerçek ki, Türk ekonomisi makro dengeler itibariyle ayaklarının üstünde rahatlıkla durabilmekte, Ağustos 2007'de başlayan dünya finans krizine, enerji fiyatlarında 2002'den bu yana 7 katına varan fiyat artışlarına, gıda ve emtia fiyatlarında meydana gelen 2-3 katı fiyat artışlarına dayanabilmektedir. Son bir yıldır, Türkiye'nin siyasi alanda içeriden ve dışarıdan karıştırılmak istenmesi çabalarına, derin senaryolara, kapatma davasının olumsuz etkilerine rağmen, ekonomi bir kriz yada kaos ortamına çok şükür sürüklenmemiştir. Halkımız bu tür senaryolara karşı psikolojisini bozmamış, güven unsurunu kaybetmemiştir.
REKABET GÜCÜNÜN ARTTIRILMASI İÇİN NE GEREK?
Enerji fiyatları maliyetleri yükseltmekte. İşçilik maliyetleri, vergi ve sigorta yükü, döviz kuru konusu ve diğer unsurlar bizim rekabet gücümüzü daha da azaltmaktadır. Biz bu şartlar altında, bırakalım rekabet üstünlüğü elde etmeyi, uluslararası arenada nasıl rekabet edeceğiz? Biz bu işin üstesinden nasıl geleceğiz?
Her şeyden önce daha fazla ihracat yapıp, döviz kazanarak yapabiliriz. Çünkü Türkiye ekonomisinin makro dengelerinin oturmasında dört husus çok önemli olmuştur. Birincisi, siyasi istikrar ve güven ortamı. İkincisi, mali disiplinin sağlanıp, kamu maliyesinin bir disiplin altına alınması, devletin bütçe açıklarını asgari düzeye indirip kamu borçlarını döndürmesinin ve bunların faizlerinin düşürülmesinin başarılması. Üçüncüsü, 2001 yılında iflas etmiş olan mali sektörün rehabilitasyonunun sağlanması. Dördüncüsü, çok önemli bir husus olarak, ihracattaki üç kat artışla , ihracat ve turizm gelirleri artışıyla Türkiye'nin dış ödemeler krizine uğramaması hususları çok önemli olmuştur. Sizin de söylediğiniz gibi, gıda emtia ve enerji fiyatlarındaki artışlar maliyetleri yükseltmekte, dolayısı ile rekabet gücümüze olumsuz tesirler yapmaktadır. Fakat bu şartlar dünya genelindeki tüm ülkeler için geçerlidir ve aynıdır. Bir tek maden, gıda ve petrol üreticisi ve ihracatçısı ülkeler bundan olumlu anlamda kaynak girişleri sağlıyorlar. Ancak bunun da bize faydası şu oluyor, biz de onlara daha fazla ihracat yapma ve müteahhitlik hizmetleri ihraç edebilme imkanına kavuştuk.
Enerji fiyatları maliyetleri yükseltmekte. İşçilik maliyetleri, vergi ve sigorta yükü, döviz kuru konusu ve diğer unsurlar bizim rekabet gücümüzü daha da azaltmaktadır. Biz bu şartlar altında, bırakalım rekabet üstünlüğü elde etmeyi, uluslararası arenada nasıl rekabet edeceğiz? Biz bu işin üstesinden nasıl geleceğiz?
Her şeyden önce daha fazla ihracat yapıp, döviz kazanarak yapabiliriz. Çünkü Türkiye ekonomisinin makro dengelerinin oturmasında dört husus çok önemli olmuştur. Birincisi, siyasi istikrar ve güven ortamı. İkincisi, mali disiplinin sağlanıp, kamu maliyesinin bir disiplin altına alınması, devletin bütçe açıklarını asgari düzeye indirip kamu borçlarını döndürmesinin ve bunların faizlerinin düşürülmesinin başarılması. Üçüncüsü, 2001 yılında iflas etmiş olan mali sektörün rehabilitasyonunun sağlanması. Dördüncüsü, çok önemli bir husus olarak, ihracattaki üç kat artışla , ihracat ve turizm gelirleri artışıyla Türkiye'nin dış ödemeler krizine uğramaması hususları çok önemli olmuştur. Sizin de söylediğiniz gibi, gıda emtia ve enerji fiyatlarındaki artışlar maliyetleri yükseltmekte, dolayısı ile rekabet gücümüze olumsuz tesirler yapmaktadır. Fakat bu şartlar dünya genelindeki tüm ülkeler için geçerlidir ve aynıdır. Bir tek maden, gıda ve petrol üreticisi ve ihracatçısı ülkeler bundan olumlu anlamda kaynak girişleri sağlıyorlar. Ancak bunun da bize faydası şu oluyor, biz de onlara daha fazla ihracat yapma ve müteahhitlik hizmetleri ihraç edebilme imkanına kavuştuk.
'KAPATMA DAVASI HALKIN PİSKOLOJİSİNE SEKTE VURDU'
Her şeyden önce, rekabet gücünün arttırılması için, Türkiye'de başta istihdam vergileri olmak üzere sosyal sigorta primlerinin ve enerji alanındaki maliyetlerin düşürülmesi önemli. Hükümet bu konuda 2008 yılı başından bu yana önce ar-ge teşvikleri ve destekleri kanununu, daha sonra sosyal güvenlik reform kanununu ve istihdam paketi kanununu çıkartarak önemli yapısal reformları gerçekleştirmiştir. Ekonominin bunlara beklendiği kadar cevap verememesinin nedenlerinden, birincisi dış dünyadaki finans, enerji ve gıdada meydana gelen fiyat artışları, ikincisi ise içeride maalesef siyasi partileri kapatma davası ile birlikte siyasi istikrarın bozulması, belirsizliğin artmasıdır. Bir ülkenin en önemli sermayelerinden birisi beşeri sermayedir. Bir başkası da insanlarının güven unsuru, olumlu psikolojisi, iş adamlarının moral ve cesaretidir. Maalesef kapatma davası ile Türk halkının olumlu psikolojisine sekte vurulmuştur. Adeta zihinsel bir felç durumu söz konusudur, işadamlarımızın yatırım iştahı, risk alma iştahı maalesef azaltılmıştır. Ümit ederiz ki, sağ duyu ve aklıselim üstün gelir, bu davalar bir an önce ret edilerek Türkiye yeniden önce siyasi istikrarına kavuşur, ardından tekrar ekonomide bir atılım dönemine girer.
NİSAN 2007'DEN BERİ ZAMAN VE MALİYET KAYBI YAŞIYORUZ
Türkiye bu süreçte zaman mı kaybediyor?
Maalesef kesinlikle zaman kaybediyoruz, ülke olarak, millet olarak. Türkiye Nisan 2007'den beri büyük bir zaman ve maliyet kaybına uğramıştır.
Maalesef kesinlikle zaman kaybediyoruz, ülke olarak, millet olarak. Türkiye Nisan 2007'den beri büyük bir zaman ve maliyet kaybına uğramıştır.
MERKEZ BANKASI İLE İLGİLİ TARTIŞMALAR
Son dönemlerde Merkez Bankası ve ilgili kamu bankalarının İstanbul'a taşınması ve İstanbul'un Finans merkezi olması yönünde bir tartışma var. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
İstanbul zaten Türkiye ekonomisinin lokomotifi olan bir şehir konumunda. Şu anda bir tek Vakıfbank, Ziraat Bankası ve Halk Bankasının merkezleri Ankara'da, fakat onlar da zaten İstanbul'a taşınma hazırlıkları içindedirler. Gerek yurtiçindeki finans akışının İstanbul'da yoğunlaşması, gerekse de yabancı finans çevrelerinin İstanbul'u merkez alması nedeniyle İstanbul'un bir finans merkezi olması doğru bir karardır. Dolayısı ile üç kamu bankasının merkezlerini İstanbul'a taşıma kararı alması kanaatimce isabetli bir karar olmuştur. Buradaki tartışmalar anladığım kadarıyla daha çok ideolojik temelli yada bölgecilik yapılmaya çalışılıyor. Zaman içinde bu kararın doğru olduğunu görecekler.
Son dönemlerde Merkez Bankası ve ilgili kamu bankalarının İstanbul'a taşınması ve İstanbul'un Finans merkezi olması yönünde bir tartışma var. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
İstanbul zaten Türkiye ekonomisinin lokomotifi olan bir şehir konumunda. Şu anda bir tek Vakıfbank, Ziraat Bankası ve Halk Bankasının merkezleri Ankara'da, fakat onlar da zaten İstanbul'a taşınma hazırlıkları içindedirler. Gerek yurtiçindeki finans akışının İstanbul'da yoğunlaşması, gerekse de yabancı finans çevrelerinin İstanbul'u merkez alması nedeniyle İstanbul'un bir finans merkezi olması doğru bir karardır. Dolayısı ile üç kamu bankasının merkezlerini İstanbul'a taşıma kararı alması kanaatimce isabetli bir karar olmuştur. Buradaki tartışmalar anladığım kadarıyla daha çok ideolojik temelli yada bölgecilik yapılmaya çalışılıyor. Zaman içinde bu kararın doğru olduğunu görecekler.
TÜRKİYE'NİN ÖNÜ AÇIK
Son dönemlerde yaşanan dalgalanmalar, enerji fiyatlarındaki artış ve işçilik maliyetlerindeki vergi ve SSK prim oranının yüksekliği dolayısı ile işletmelerin rekabet edebilmek için kayıtdışına sapma mecburiyetinde kaldıklarını görüyoruz. Bir zaman sonra bu alışkanlık haline geliyor ve hem devlet hem de işletmeler kendilerince haklı sebeplerden dolayı sürekli karşı karşıya geliyor. Bu konu nasıl çözülecek, her iki tarafın yapması gerekenler nelerdir.
İşletmeler üzerindeki kamu yükleri azaltıldığı takdirde, kamunun gelir elde edeceği taban genişleyecektir. Nitekim bunu vergi alanında gördük. Mesela son 4-5 yılda Gelir Vergisinde 5 puanlık, Kurumlar Vergisinde 13 puanlık indirim yapıldı. Eğitim, sağlık, tekstil, turizm sektörlerinde KDV yüzde 8'e düşürüldü, ama devletin vergi gelirleri azalmadı, arttı. Bakınız son 3 yılda bütçe açığı kontrol altında. Demek ki kamu giderlerini karşılamak için kümesteki tavuklar üzerinde ben daha fazla vergi getireyim anlayışının yanlış olduğu ortaya çıktı.
Nitekim bu yanlışlık sosyal güvenlik alanında kendini daha çok gösterdi. 1999 yılında işverenler üzerindeki Sosyal Güvenlik istihdam vergisi oranı yüzde 30 düzeyindeydi. Bu oran 2007 yılında yüzde 43'e kadar çıktı . Bu sene ise asgari geçim indirimi getirilince yüzde 38,9'a düştü. Ayrıca 1 Ekim'den itibaren 5 puanlık bir indirim daha gerçekleşecek. Baktığımızda Sosyal Güvenlik açıkları 1999'dan 2007'ye azaldı mı, tam tersine artış gösterdi. Türkiye'de Sosyal Güvenlik açıkları faiz giderlerinden sonra ikinci gider kalemi ve açık kalemi haline geldi. Demek ki, Sosyal Güvenlik sistemini kurtarmak için işverenlerin üzerine ne kadar çok prim getirirsek, istihdam vergisi getirirsek sistemin açığı azalır diye güya 1999'da reform yaptılar, açık daha çok arttı. Kayıtlı işverenler üzerindeki yük daha çok artınca, işletmelerin rekabet gücü azaldı, zayıfladı. Demek ki , kamu yükleri, mevzuat yükleri, sigorta yükleri azaltılabildiği takdirde, iyi bir denetim şartıyla hem maliye hem de sosyal güvenlik açısından devletin gelirleri azalmaz, artar.
Bizce Türkiye'nin kesinlikle önü açık. Çünkü 1994, 1999, 2001 krizlerinde dibe vurmuş bir ekonomi, son 5 yılda bu atılımları gösterebiliyorsa, doğru politikalar, iyi yönetim ve özel sektörün müteşebbis gücünün kuvveti, dinamizmi, yatırım riski alma iştahı bu gelişmeyi sağlayabilmektedir. İşgücü verimliliğimizi de buna eklemek istiyorum. Ekonomideki çıkışta işçilerimizin artan verimliliği büyük bir rol oynadı.
'11 MAYIS'TAN BERİ İMF İLE STAND-BY ANLAŞMASI YOK'
Son dönemlerde yaşanan dalgalanmalar, enerji fiyatlarındaki artış ve işçilik maliyetlerindeki vergi ve SSK prim oranının yüksekliği dolayısı ile işletmelerin rekabet edebilmek için kayıtdışına sapma mecburiyetinde kaldıklarını görüyoruz. Bir zaman sonra bu alışkanlık haline geliyor ve hem devlet hem de işletmeler kendilerince haklı sebeplerden dolayı sürekli karşı karşıya geliyor. Bu konu nasıl çözülecek, her iki tarafın yapması gerekenler nelerdir.
İşletmeler üzerindeki kamu yükleri azaltıldığı takdirde, kamunun gelir elde edeceği taban genişleyecektir. Nitekim bunu vergi alanında gördük. Mesela son 4-5 yılda Gelir Vergisinde 5 puanlık, Kurumlar Vergisinde 13 puanlık indirim yapıldı. Eğitim, sağlık, tekstil, turizm sektörlerinde KDV yüzde 8'e düşürüldü, ama devletin vergi gelirleri azalmadı, arttı. Bakınız son 3 yılda bütçe açığı kontrol altında. Demek ki kamu giderlerini karşılamak için kümesteki tavuklar üzerinde ben daha fazla vergi getireyim anlayışının yanlış olduğu ortaya çıktı.
Nitekim bu yanlışlık sosyal güvenlik alanında kendini daha çok gösterdi. 1999 yılında işverenler üzerindeki Sosyal Güvenlik istihdam vergisi oranı yüzde 30 düzeyindeydi. Bu oran 2007 yılında yüzde 43'e kadar çıktı . Bu sene ise asgari geçim indirimi getirilince yüzde 38,9'a düştü. Ayrıca 1 Ekim'den itibaren 5 puanlık bir indirim daha gerçekleşecek. Baktığımızda Sosyal Güvenlik açıkları 1999'dan 2007'ye azaldı mı, tam tersine artış gösterdi. Türkiye'de Sosyal Güvenlik açıkları faiz giderlerinden sonra ikinci gider kalemi ve açık kalemi haline geldi. Demek ki, Sosyal Güvenlik sistemini kurtarmak için işverenlerin üzerine ne kadar çok prim getirirsek, istihdam vergisi getirirsek sistemin açığı azalır diye güya 1999'da reform yaptılar, açık daha çok arttı. Kayıtlı işverenler üzerindeki yük daha çok artınca, işletmelerin rekabet gücü azaldı, zayıfladı. Demek ki , kamu yükleri, mevzuat yükleri, sigorta yükleri azaltılabildiği takdirde, iyi bir denetim şartıyla hem maliye hem de sosyal güvenlik açısından devletin gelirleri azalmaz, artar.
Bizce Türkiye'nin kesinlikle önü açık. Çünkü 1994, 1999, 2001 krizlerinde dibe vurmuş bir ekonomi, son 5 yılda bu atılımları gösterebiliyorsa, doğru politikalar, iyi yönetim ve özel sektörün müteşebbis gücünün kuvveti, dinamizmi, yatırım riski alma iştahı bu gelişmeyi sağlayabilmektedir. İşgücü verimliliğimizi de buna eklemek istiyorum. Ekonomideki çıkışta işçilerimizin artan verimliliği büyük bir rol oynadı.
'11 MAYIS'TAN BERİ İMF İLE STAND-BY ANLAŞMASI YOK'
Ciddi potansiyelimiz var, öyle değil mi?
Doğrudur. Ayrıca çok önemli bir gelişme oldu. Ama bu kapatma davasının gürültüsü ve bilgi kirliliğinin altında bunu kimse göremiyor. Türkiye'de 11 Mayıs 2008'den bu yana IMF yok, kredili stand-by anlaşması yok. Türkiye şu anda ?program sonrası gözetim süreci? içerisinde. 1999 Aralık'ta IMF ile sokulduğu bu yolculukta Türkiye şimdi 8,5 yıl sonra IMF'siz bir ekonomi programı yönetimi içindedir. Fakat Türkiye maalesef suni gündemler nedeniyle önünü göremediği için, bir anafor içinde yaşadığımız için bu gerçeği göremiyoruz. Türkiye bugün IMF'siz yoluna devam ediyor ve bir stand by sürecinde değil. Bu çok önemli bir gelişmedir. Maalesef Türkiye'nin istikrarından rahatsız olanlar, siyaset alanındaki istikrarı bozmaya çalışıyorlar. Ayrıca özgüvenden yoksun olanlar ve yüksek faizden nemalanan çevreler illa ki IMF çıpası diye diretmeye çalışıyorlar.İnşallah başarılı olamayacaklardır.
Çok partili siyasi hayata geçildikten sonra 62 yılda, milli iradenin gücünün ekonomiye yansıdığı bir dönem, 1950-55 dönemi Türkiye'nin güçlendiği altın dönemdir. 1965-69 arası iyi bir dönemdir. Baktığımızda Milliyetçi cephe hükümetleri döneminde kamu yatırımları yoluyla Anadolu'da ciddi bir sanayileşme hamlesi olmuştur. Rahmetli Özal'ın 1984-89 dönemi iyi bir dönemdir. 1990'lı yıllar Türkiye için gerçekten kayıp bir dönemdir. Bu dönemde 1996-1997 arası 11 aylık Refahyol dönemi iyi bir dönemdi. 2002-2007 arasındaki 5 yıllık dönemde ekonomik gelişme, istikrar ve atılım dönemi yaşanmıştır. Ancak baktığımızda 3 ile 5 yıllık bir atılım dönemini müteakiben, bazı iç ve dış odaklar önce siyasi istikrara darbe vurarak, sonra da ülke ekonomisini tökezleterek, kontrol edebildikleri bir istikrarsızlık süreci oluşturuyorlar. Kırılgan, zayıf, koalisyon hükümetlerine istediklerini yaptırabiliyorlar ve böyle dönemleri arzuluyorlar. Bu kavganın esası iktidar mücadelesidir, rant, makam ve güç mücadelesidir,kesinlikle laiklik veya irtica meselesi değildir. Bu doğrultuda siyaset yoluyla, seçimler yoluyla, halkın iradesi yoluyla istediklerini elde edemeyenler, bunu maalesef demokrasi dışı yöntemlerle ya da yargı üzerinden yapmaya çalışıyorlar.
Doğrudur. Ayrıca çok önemli bir gelişme oldu. Ama bu kapatma davasının gürültüsü ve bilgi kirliliğinin altında bunu kimse göremiyor. Türkiye'de 11 Mayıs 2008'den bu yana IMF yok, kredili stand-by anlaşması yok. Türkiye şu anda ?program sonrası gözetim süreci? içerisinde. 1999 Aralık'ta IMF ile sokulduğu bu yolculukta Türkiye şimdi 8,5 yıl sonra IMF'siz bir ekonomi programı yönetimi içindedir. Fakat Türkiye maalesef suni gündemler nedeniyle önünü göremediği için, bir anafor içinde yaşadığımız için bu gerçeği göremiyoruz. Türkiye bugün IMF'siz yoluna devam ediyor ve bir stand by sürecinde değil. Bu çok önemli bir gelişmedir. Maalesef Türkiye'nin istikrarından rahatsız olanlar, siyaset alanındaki istikrarı bozmaya çalışıyorlar. Ayrıca özgüvenden yoksun olanlar ve yüksek faizden nemalanan çevreler illa ki IMF çıpası diye diretmeye çalışıyorlar.İnşallah başarılı olamayacaklardır.
Çok partili siyasi hayata geçildikten sonra 62 yılda, milli iradenin gücünün ekonomiye yansıdığı bir dönem, 1950-55 dönemi Türkiye'nin güçlendiği altın dönemdir. 1965-69 arası iyi bir dönemdir. Baktığımızda Milliyetçi cephe hükümetleri döneminde kamu yatırımları yoluyla Anadolu'da ciddi bir sanayileşme hamlesi olmuştur. Rahmetli Özal'ın 1984-89 dönemi iyi bir dönemdir. 1990'lı yıllar Türkiye için gerçekten kayıp bir dönemdir. Bu dönemde 1996-1997 arası 11 aylık Refahyol dönemi iyi bir dönemdi. 2002-2007 arasındaki 5 yıllık dönemde ekonomik gelişme, istikrar ve atılım dönemi yaşanmıştır. Ancak baktığımızda 3 ile 5 yıllık bir atılım dönemini müteakiben, bazı iç ve dış odaklar önce siyasi istikrara darbe vurarak, sonra da ülke ekonomisini tökezleterek, kontrol edebildikleri bir istikrarsızlık süreci oluşturuyorlar. Kırılgan, zayıf, koalisyon hükümetlerine istediklerini yaptırabiliyorlar ve böyle dönemleri arzuluyorlar. Bu kavganın esası iktidar mücadelesidir, rant, makam ve güç mücadelesidir,kesinlikle laiklik veya irtica meselesi değildir. Bu doğrultuda siyaset yoluyla, seçimler yoluyla, halkın iradesi yoluyla istediklerini elde edemeyenler, bunu maalesef demokrasi dışı yöntemlerle ya da yargı üzerinden yapmaya çalışıyorlar.
Kaynak: Netfinans.Com