Fatih'in peşinde olduğu gerçek fetih / Mustafa Armağan
Fatih'in iki resmî tarihçisi vardı. Birisi Kritovulos adlı bir Rum'dur, öbürü de Tursun Beğ'dir. Çok farklı birikimlerden gelen bu iki tarihçinin aynı fetih olayına farklı pencerelerden bakmış olmaları ilginç bir manzara ortaya çıkartmıştır.
Kritovulos, Bizans'a daha yakın düşen bir Fatih portresi yontmakla meşgulken, Tursun Beğ'in onun İslam geleneğiyle irtibatını vurgulamış olması değerli ipuçları uzatmaktadır önümüze. Tursun Beğ'in tarihinde dikkatimi çeken pasajlardan birisi, fethin gerçekleştiği gün, yani bu yazıyı yazdığım dakikalardan 555 güneş yılı önce Fatih Sultan Mehmed'in Ayasofya ile bir miktar hasret giderdikten sonra kubbeye çıkışını anlatır. Bıyıkları henüz terlemiş, belki de sakalları bile daha gürleşmemiş olan bu genç adamın, fethin sembolü olacak Ayasofya'nın kubbesinde ne işi vardır dersiniz? Henüz fethin buğusu üzerinde tüterken, İstanbul'u ruhuna içirircesine derin derin seyretmiş ve...
En iyisi burada keseyim ve sözü Tursun Beğ'in cilveli lisanına bırakayım: 'Çün nazar-ı ibret ile İstanbul'un üzerine baktı, ayn-ı firâset ile gördü ki âb u hevâsı ve etrâf-ı dil-küşâsı ve tağ u rağ u sahrâsı bir sûret-i hüsnâdur ki, dest-i meşâtta-i emn arâyiş virmediğünden ve âyin-i din-i Seyyidü'l-mürselîn tezyin itmedüğünden, zülf-i pür-çin-i dilber-i nâzenîn gibi müşevveşü'l-hâl ü perîşân kalmış idi.'
Soran gözlerle 'İyi de bu ağdalı Osmanlıcasıyla ne diyor bu Tursun Beğ?' der gibisiniz. Özetle şunu: 'Fatih ibret gözüyle baktı baktı da İstanbul'a, bu şehrin suyunun, havasının ve gönül açan çevresinin, tepeleri ve ovalarının adeta bir güzelin şeklini andırdığını ferasetiyle gördü. Fakat bu şehre Hz. Muhammed'in (sas) dini dokunup güzelleştirmediğinden bu nazenin güzelin kırış kırış olmuş zülfü karmakarışık ve perişan bir hale gelmişti.' Tespit bu: Müslüman eli değmemiş bir şehirdi İstanbul ve perişanlığı bu yüzdendi. Öyleyse ne yapılması gerekiyordu? Bu nazenin güzelin bakımsızlıktan kırışmış olan yüzünü estetik bir müdahaleyle yeniden eski güzelliğine kavuşturmak için kollar sıvanmalıydı. Fatih'in de o ilk Ayasofya seferinden dönüşte bunu yaptığına şahit oluyoruz.
Yaygın kanaatin aksine, fethin İstanbul açısından keskin bir kırılma noktası, bir kopuş anı olduğunu herhalde söyleyemeyiz. Daha ziyade 'kültürel protezlerin eklemlenmesi' hadisesiyle karşılaşırız. Zaten 1204-1261 yıllarında vuku bulan ve Bizans'ı soyup soğana çeviren Haçlı Latin istilasından sonra İstanbul eski görkemli günlerinden epeyce uzaklaşmış durumdaydı. Üstelik hızla Latinleşmekteydi, Katolikleşmekteydi hatta. Mora Yarımadası'ndan gelen Paleologos hanedanının restorasyon çabaları da gün geçtikçe daralan sınırları ve ufukları genişletmeye yetmeyecekti.
'Keşke biz yönetsek' diyeceğimiz şehir var mı?
29 Mayıs 1453'te gerçekleşen fetihten sonra ise küllerinden bir kere daha doğdu Konstantinopolis. Uyandığında adı artık İstanbul'du. Müslümanların şehri güzelleştirmeyi amaçlayan itinalı yönetiminde ciddi bir canlanma, canlı bir yenilenme, adeta bir diriltme çabası yaşandı ve bu canlılığın asırlar içerisinde şehrin kültürüne olduğu kadar mimari dokusuna, siluetine ve çok renkli beşerî ve dinî kompozisyonuna köşesine bucağına varıncaya kadar yansıdığına şahit olundu.
Fetihle birlikte İstanbul'a gelen muazzam yatırımları ve bunun sonucunda oluşacak büyük dönüşümü ben daha çok bir yılanın uzun sürmüş bir kışın ardından gömlek değiştirmesi ya da hırpalanmış olan bir vücudun tıkanmış damarlarının açılması gibi değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. İşte 1453'ten sonra sönmek üzere olan Bizans'ın eski görkemli başkentinin soluk ışığı, şehrin yeni ve enerjik sakinlerinin maharetli ellerinde birkaç asır daha parlamaya devam etmiş, ölümsüz bir şehir olduğu iddiasını modern çağlara kadar sürdürmüştür. Mesele de şehrin gözüyle budur zaten. Aslına bakılırsa fetih, bir yerde 'daha iyi yönetme iddiası'dır. Osmanlı Devleti yalnız İstanbul'da değil, Asya'da da, Afrika'da da, Avrupa'da da fethettiği şehirler üzerinde bu 'Ben senden daha iyi yönetirim' iddiasını pratikte ispatlamış bulunuyordu. Mesela bugün bize, 'Madem o kadar fethetmek istiyordunuz, alın şehrin anahtarlarını, Viyana'yı 5 yıllığına siz yönetin!' teklifinde bulunsalar buna cesaret edebilir miyiz? İçimizden samimi olarak bu teklife 'Evet' diyebilenimiz çıkar mı? Pek emin değilim. Oysa 15. asır ortasında gencecik bir Osmanlı yöneticisi, dünyanın en uygar şehirlerinden birini daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya atılabiliyordu. Üstelik iddiasını sadece şehri fethetmekteki becerisinde değil, ona yeni bir ruh üflemek, onu olumlu yönde dönüştürmek ('kentsel dönüşüm') ve başarıyla yönetmekteki becerisinde sergiliyordu.
Şunu söylemek istiyorum: Osmanlılar Bizans'ın bu ölümsüz başkentinin ihtişamı karşısında ezilebilirler, onun manevi ve kültürel ağırlığı altında kalabilirlerdi. Lakin Avrupalı gözünden bakılınca, beklenmeyen iki şey oldu. Birincisi, 'barbar' dedikleri Fatih ve torunları, Bizans'tan kalan eserleri yok etmek yerine, yaşatmayı tercih ettiler. Onları korumaya aldılar. Ayasofya'nın minareleri bile yapıyı güçlendirmek amacıyla inşa edilmiş, kubbenin açma tehlikesini bertaraf etmek amaçlı payandalardı. Hatta minaresiz bir Ayasofya'nın ne kadar hantal bir gövde olarak kalacağını bir düşünme egzersiziyle kendiniz de bulabilirsiniz. İkincisi ise bu şehrin ruhunu ona o kadar iyi nüfuz ederek okudular ki, şehre yapacakları katkıları adeta o ruhun rahminden sezaryenle değil, kendiliğinden yeniden doğurttular.
2005 yılında uluslararası bir organizasyona, Dünya Mimarlar Kongresi'ne ev sahipliği yapmıştı İstanbul. Orada çok ünlü bir Batılı mimar (Peter Eisenman), İstanbul'a gelmeden önce bu şehrin sınıf birincisinin Ayasofya olduğuna inandığını ama gelip görünce kararını değiştirdiğini ve İstanbul'un en güzel eserinin Sultanahmet Camii olduğunu söylemişti. Düşünün, aradan kaç asır geçmiş, üstelik Bizans safında olduğunu düşündüğünüz çağdaş bir sanatkâra, İstanbul'u ne kadar iyi okuduğumuzu bu şekilde anlatmıştır Sedefkâr Mehmed Ağa. Belki de Fatih'in de peşinde olduğu gerçek fetih buydu. İstanbul'un derisi altında saklanan fakat Bizans'ın çıkarmaya gücü yetmediği ikinci İstanbul'u fethetmek. Zamanı fethetmek buydu. 555 yıl sonra biz hâlâ İstanbul'un fethini göğsümüz kabararak kutlayabiliyorsak, 29 Mayıs 1453 Salı sabahı şehrin kapılarından içeriye ellerimizde meşalelerle daldığımız için değil, burayı bir vatan parçası yapmaktaki 'uzun soluklu fethi' ya da belki 'sessiz fethi' gerçekleştirmeyi başardığımız içindir.
ZAMAN