Sessiz sedasız girdiği gösterimden, aynı sessizlikle ayrılan ?Fikret Bey? filmi, gişede umduğunu bulamasa da, kimi eleştirmenlerce zarif bir anatomi çalışması olarak beğeni topladı. 12 Eylül kırılmasının ardından yaşananları, babasının ticari ve içsel çalkantıları ekseninde bu filmde yorumlayan yönetmen Selma Köksal, filmi ve filme konu olan babası İlyas beyin yaşadıklarıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.
Röportaj: Suat Köçer
?Babamın yaşadıkları filmde anlatılandan daha acı vericiydi? demişsiniz.
Evet, çok daha acı şeyler yaşamıştı babam ama çok bireysel yapmamaya çalıştım filmi. Ayrıntılara girmedim. Melodram yapmaktan çok kaçındım.
Babanızı konuşarak başlayalım isterseniz.
Babamızın adı da Fikret değil, İlyas. Bunun bir kurmaca olduğunu vurgulamak için de böyle bir tercihte bulunduk.
Kurmaca olduğunu her fırsatta dile getiriyorsunuz.
Evet, gerçekten yola çıkmalı, gerçeğin peşinde olmalı ama tamamen gerçek olmadığını da bilmeliyiz. Çok hassas bir denge çünkü bu.
Elbette ki ben de, senarist ablam da babamızın öz geçmişinden yararlandık. Ancak bu hikâyeyi tamamen kendi yaşantımız, perspektifimiz ve kişisel bakış açılarımızla yorumlamamaya çalıştık. Daha çok, babamızın hayatının Türkiye tarihi ile bağlantısını anlatmak için bu filmi çekmek istedik. O yılların çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü babamın 77 yıllık bir yaşam serüveni var. Cumhuriyetin ilan edilme tarihine denk gelen bir çocuklukla başlıyor, 12 Eylül sonrası ve liberal ekonominin yerleşmeye başladığı yıllarla son buluyor. Dolayısıyla bu tarihsel perspektifle değerlendirmeye çalıştık. Ama kişisel olarak yorumlamış olsaydık çok acıklı bir melodram çıkardı ortaya, bunun da kimseye bir yararı olmazdı.
?BABAM OĞLUNU 20 YIL GÖREMEDİ?
Babanızın yaşam hikâyesiyle ilgili olarak bahsedeceğimiz özel bir anekdotunuz var mı?
Babam yaklaşık olarak 20 yıllık bir süre boyunca oğlunu göremedi. Bu bile tek başına çok önemli bir olay olsa gerek. Tabi çok daha başka özel konular da vardı. Oğluna karşı duyduğu çok büyük bir hasret vardı. Hasretin ne demek olduğunu bizler de çok yakından gördük.
Daha çok neyi ön plana çıkarmaya çalıştınız? Neyin üzerine titrediniz en çok?
Filmi babamın gerçek fabrikasında çektik. En çok dikkat ettiğimiz şey mekânla hikâyemizi bütünleştirmekti. Bu yüzden de babamızın fabrikasını ön plana çıkarmaya çalıştık. Zaten bu filmden de rahatlıkla anlaşılabilir. Film tek mekânda geçiyor ama filmin başrol oyuncularından birisi de mekân.
Mekânı çok merkeze koyduk. Çünkü mekân çok özel bir mekândı. Babamın ölümünden sonra biz o fabrikayı satmak zorunda kaldık. Çünkü bazı problemler vardı. Fakat çok ilginç bir şekilde, şu an fabrikayı alan kişiler de henüz bir müdahale de bulunmadılar. Bir takım izinler bekleniyor belediyeden. Dolayısıyla sanki fabrika filmin çekilmesi için bizi bekliyor gibiydi. 89?da kaybettik babamızı. Neredeyse 18 yıldır bizi bekliyordu mekân. Fabrika aynen bıraktığımız gibiydi. Uzun zamandır metruk bir yerdi. Mekân tarihsel olarak çok fazla şey anlatıyordu. İçini dolduran iççilerin, kalfaların, ustaların, mühendislerin ve en çok da babamızın hikâyesini anlatıyordu bu mekân. Zaten mekândan sonrası çok zor ilerledi.
Mesela filmin başrol oyuncusu Erol Keskin?le hiç prova yapmadık. Kendisi prova yapmak istemedi. Sadece uzun uzun konuştuk. Fakat mekâna girdiği anda çok etkilendi.
Erol abiye (Keskin) kostüm hazırlattık. Filmdeki aksesuarları özenle seçtik. Çok yalın ve gerekli şeyleri seçtik. Erol Bey mekâna girdiği anda, düşündüğüm Fikret bey oldu. Mekân onu da çok etkiledi. Müthiş bir yarış vardı zamanla. Filmin bütçesi çok küçüktü ve benim bu filmi 10 gün içinde tamamlamam gerekiyordu. Böyle bir rol için de bir haksızlıktı bu. Rol çok özeldi ve Erol abi de rolünü çok önemsedi. Ağır koşullarda ve yoğun bir şekilde çalıştık. Keşke daha çok zamanımız olsaydı. Erol abinin çok ihtiyacı vardı buna. An an, olağanüstü performanslar çıkardık. Belki kaçırdığımız şeyler de oldu bu yüzden. Fuat (Onan) sürekli mekâna gidip geldi benimle. Birkaç ay süren ön çalışma yaptık onunla. Hem de mekânı birlikte oluşturduk Fuat?la. Dolayısıyla oyuncular da mekânın etkisi ile işin içine girdiler. Geriye ekip kaldı. (Gülüyor)
Bana bu işte inanan ilk kişi görüntü yönetmeni Mustafa Kuşçu oldu. Önce ?ben burada filmi çekemem. Teknik olarak imkânsız gibi. Burası çok küçük bir yer. Ofis dört metrekare ve benim burada başım tavana deyiyor. Hiçbir kamera hareketi yapamam burada.? Dedi.
Tabi ben anlatarak ikna etmeye çalıştım. ?Bak arkada fabrika var. Sesleri, kokusu var. Bahçesi filan var. Burası gerçek mekân. Burada çekmeliyiz.? Dedim. Ve bir şekilde onu ikna ettim. Çünkü başından beri filmin orada çekilmesine karşıydı. Yine yaşları 20?lerde olan çok genç bir ekip çalıştı sette. Hepsi ?buraya niye geldik? Bu soğuk, donuk yer nedir böyle?? diyorlardı. Ama çekimler başladıktan sonra ?aa, bu duvarlar gerçek. Burada gerçek bir hikâyenin içindeyiz? filan demeye başladılar. Yani mekânın hikâye anlatıcılığı onları da etkiledi. Çok ilginç bir aura oldu.
Yani; mekân, mekân, mekân?
Evet, dediğim gibi, mekân başroldeydi. (Gülüyor)
İlyas Bey, yani babanız yaşıyor olsaydı, bu filmde en çok neyi anlatmanızı isterdi?
Bence yine fabrikasını anlatmamı isterdi. Onun kendi zihninde oluşturduğu Türkiye projesini anlatmamı isterdi. Nasıl bir Türkiye ve cumhuriyet istiyorlardı? Ve nasıl bir yıkıntıya dönüştü bu beklentileri? Bu ülkenin öncü sanayicilerinden biriydi babam. Bir düşü vardı. Ne bekliyorduk, neyle karşılaştık sorusunu, fabrikası üzerinden anlatmamı isterdi.
Peki, filmi genel olarak düşündüğünüzde, babanızın yaşadıklarını, bu yaşantıyla ilgili olarak anlatmak istediklerinizi yeterince yansıttığınızı düşünüyor musunuz?
Ben aslında başka bir senaryo yazmıştım. Fikret Bey, eşi ve çocuklarını anlatan bir aile hikâyesiydi. 3 ayrı zaman diliminde geçiyordu. Ama o senaryoyu çekme olasılığım yoktu. Çünkü ciddi bir bütçe gerekiyordu. Çok büyük bir bütçe değildi ama bulunduğum koşullarda karşılayamayacağım bir bütçeydi. Bu çektiğimiz film tematik olarak en konsantre ve sade olanı diye düşünüyorum.
?12 EYLÜL?LE HESAPLAŞMADIK?
Bir kişinin hikâyesi üzerinden 12 Eylül?ü anlatmanın ne tür avantaj ve dezavantajları oldu?
Başka bir seçeneğim yoktu açıkçası. Çünkü bir hikâyem, bir mekânım ve çok az param vardı. (Gülüyor)
Çok yalın bulanlar oldu örneğin?
Evet, ama zaten yalın olmak zorundaydı.
Size gelen duyumlarda bu yönde bir eleştiri oldu mu?
Diyalogların uzunluğu ile ilgili eleştiriler oldu. Tiyatral olduğuna dair eleştiriler vardı. Bu da benim az önce anlattığım hikâye-mekân ilişkisinin getirdiği doğal bir sonuçtu zaten.
Siz uzun ve derin açıları tercih etmişsiniz filmde.
Evet, bu benim oluşturmaya çalıştığım sinema diliydi zaten. Uzun çekimler ve düşünülmüş mizansenler bilinçli tercihlerdi.
Hiçbir dezavantaj olmadığına mı yormalıyım bu yanıtı?
Hayır, bir dezavantajı vardı benim açımdan. O da şuydu; ben çok kısa bir sürede bitirmek zorundaydım bu hikâyeyi. Daha rahat ve daha geniş bir zamanım olsaydı, birçok sahneyi yeniden çekerdim. Ama bu zaten birçok sanatçının takıntısıdır aynı zamanda.
12 Eylül filmleri hep birer hesaplaşma olarak yorumlanıyor. Sizin filminiz de bir hesaplaşma filmi miydi?
Bence 12 Eylül?le hesaplaşmadık. Kimse hesaplaşmadı. Ne toplum, ne edebiyat, ne tarih, ne de sinema hesaplaştı 12 Eylül?le. Hesaplaşacak o kadar çok şey var ki? Yolun daha çok başındayız diye düşünüyorum.
Bu yönde kişisel bir adım mıydı Fikret Bey filmi?
Doğrusu ben bir 12 Eylül filmi çekmek için girişmedim bu projeye. Ben, gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkarak o kırılmayı anlatmaya çalıştım. Fikret Bey, daha çok 12 Eylül etkilerini içeren bir film. 12 Eylül filmi yapmanın daha farklı bir sorumluluğu var.
?ESKİLERE GÖRE DAHA TAHAMMÜLSÜZÜZ?
İki karakter ön plana çıkıyor filmde: Fikret bey ve Mehmet amca. Farklılar ama çok bağlılar birbirlerine. Oysa biri sosyal demokrat, diğeri çok dindar.
Evet, ama bu hiç sorun olmuyor ilişkilerinde. Çünkü birbirlerine çok saygılılar. Bu filmi gerçek bir hikâyeden yola çıkarak hazırladık. Babam ve bekçisi Mehmet Amca böyleydiler. Hatta babam solcu bir insandı. Alevi kökenliydi. Mehmet amca ise inanılmaz dindar bir insandı. Hatta babamın ölümünden sonra kendisini tamamen kapatıp, dinle uğraştı. Babamın ölümü onu çok üzmüştü. Aralarında bizim anlamadığımız kuvvetli bir bağ vardı. Neydi bu bağ? Neden şimdi birbirinden farklı düşüncelere sahip insanlar arasında bu kadar güçlü bağlar yok? İkisi de köyden gelmişti. Babam, ticarete atılmış, fabrikalar yönetmiş ama daha sonra iflas edip, sıfıra inmiş bir insan. Mehmet amca, çok erdemli ama babam gibi ticaret ve eğitimle ilgilenememiş, farklı bir insan. Eğitim alammış. Ama aralarında çok sağlam bir dostluk kurmuşlar. Dinle, kanunla yapılmış bir şey değil. İkisinin de erdemleri vardı. Mesela ikisi de asla yalan söylemezlerdi. Kimseye zarar vermezlerdi. İkisi de çok dürüsttü. Namusluydular. Kazandıkları parayı çalışarak, alın teriyle kazanıyorlardı. Paylaşmasını bilirlerdi. Sanıyorum bu değerler ikisinin arasında sağlam bir ilişki oluşturmuştu. Türkiye?nin mozaiğiydiler. Bu toprağın insanlarıydı ikisi de. Farklılıklara rağmen bir arada olmayı becermişler. Anadolu kültürünün bir özelliğidir bu. İkisinin birbirine beslediği derin bir sevgi ve saygı vardı. Babam haksızlık ediyordu Mehmet amcaya ama onun tek derdi yalnız kalmamaktı. Mehmet amca ailesi ve çocuklarını özlemiş gitmek istiyor, babam izin vermiyor. Gün boyunca kızıyor, söyleniyor Mehmet amca. Ama gidemeyeceğini anlayınca rahatlıyor. (Gülüyor) Aslında Mehmet amca da orada çok mutluydu. Babamın tek istediği onu ailesine yollamama pahasına, yanında tutmaktı. Fabrika babamın projesiydi. Orada rahat ediyordu babam. Ölümü bekleme sürecindeydi ve bu süreçte Mehmet amcanın yanında olmasını istiyordu. Çünkü Mehmet amca onun tanığıydı. Onu anlıyordu.
?FESTİVALLERDE BÜYÜK HAKSIZLIKLAR YAPILIYOR?
Festivallerle ilgili sorunlarınızın olduğunu biliyoruz. Nedir tam olarak bu sorunlar?
İstanbul ve Antalya Film Festivalleriyle sorunlar yaşadık. Adana Film Festival?inde yaşadığım bir şey var ki, unutmam mümkün değil. Adana?da ?film ön jüriyi geçemedi? dendi. Hatta ön jüri üyelerinden Abdurrahman Keskiner?e ?filmimi neden seçmediniz? dedim. Bana ?bu filmi niye yaptın, ne gereği vardı? Böyle film mi olur? Filmin tamamı bir mekânda geçiyor. Çok sıkıcı bir film? dedi. Ben bu sözler karşısında kala kaldım. ?Yurt dışından övgüler aldım? dedim. ?Olabilir, ben hiç beğenmedim? dedi.
İstanbul ve Antalya?da olan şuydu; Bir ön jüri var, kimler olduğunu öğrenemiyorsunuz! Neden seçiyor, neden seçmiyor, bunları hangi kıstaslara göre yapıyorlar bilmiyorsunuz. Popüler bir isim değilim, filmim pahalı bir yapım değil, çok ünlü bir oyuncu oynamıyor filmimde, belki de hiç seyretmediler bile. Ortada bir değerlendirme yok. Benim kızdığım nokta bu. Büyük bir haksızlık var ortada. Yılda 9 tane film çekiliyor, dokuzu birden Antalya?da yarışıyor. Daha sonra 30 tane film çekiliyor yılda, benim filmim Antalya?da yarışamıyor.
Mesela filmim SİYAD?da hiçbir dalda aday gösterilmedi. Her şeyi bir kanara bırakın, Erol Keskin faktörü var ortada. Kaç tane Erol Keskin yetişti Türkiye?de? Bence filmimi seyretmediler bile!
SİYAD?ın sadece festival filmlerine ödül verdiğine yönelik eleştiriler var.
Benim filmim de festival filmiydi. Benzer yapımların birçoğu vardı iki festivalde de. Yabancı eleştirmenler çok beğendiler. Övgüler yağdırdılar. Ama yerli festivallerdeki ön jüri ve SİYAD üyeleri filmimi izlemiyorlar bile!
Yeni projeniz var mı gündemde?
Evet, elimde bir film projesi var. Son 10 yılı içeren bir hikâye. Genç bir neslin hikâyesi. Bir tiyatro oyunu ve oyuncularının hikâyesi. Yine geri planda bir mekân var. Çünkü hikâyeler yaşandıkları, anlatıldıkları mekânlardan bağımsız değiller. Aralarında önemli bir ilişki var. Bir Kafka projesi çalışıyor bu grup. İktidar, devlet, poşetlenmiş bireyler? İnsanların hayalleri ve hayal kırıklıklarını anlatan bir hikâye.
Kaynak: www.sinemasinemadir.com