Modern Batı'nın hegemonyasını kabullenmeyi içine sindiremeyen bu iki ülke çıkış yolu imparatorluğun kendi isteğiyle küçülmesi olduğunu belirten Mahçupyan, 'farklı dinlere mensup bu iki imparatorluğun var olan yapılarını hiç bozmadan sanki birer ulus-devlete dönüşebileceklerini ve kolay bir geçişle imparatorluk tebasından vatandaş üretebileceklerini sandıklarını' iddia ediyor.
Mahçupyan, modernizm karşısında parçalanmanın kaçınılmaz hale geldiği ve bu süreci durdurmak yeni bir devlet yapısını ve bunu meşrulaştıran bir halkı gerektirdiğini belirttiği yazısında, SSCB'ye dönüşen Rusya'nın seçeneği sosyalizm olurken, Türkiye Cumhuriyeti'ne dönüşen Osmanlı'nın seçeneğiyse 'laiklik' olduğunun altını çiziyor.
İşte Etyen Mahçupyan'ın Zaman gazetesindeki 'Doğu'nun modernist parantezleri kapanıyor' yazısı...
'Modernlik' kisvesi altında yapılanların önemli bir bölümü, yönetim sisteminin gayri ahlaki bir düzleme doğ-ru kaymasını beraberinde getiriyor. Modern rejimlerin vazgeçilmez unsuru olan hukukun üstünlüğü ilkesi, hukuku resmi ideolojinin basit bir aracı olarak algılayan bir tür karikatürleşme olarak yaşanıyor. Modernliğin geldiği yeni küreselleşmenin eşiğinde artık modernist ve pozitivist ideolojilerin ve bunların ürettiği rejimlerin yaşama şansı yok.
| |
Tarihin her döneminde kendini daha 'doğru' ve 'haklı' bir medeniyetin temsilcisi olarak gören birçok kavim ve toplum oldu. Yaşanan dönemin izin verdiği küreselleşme sınırları içinde aynı iddiayı dile getiren toplumlar arasında ise kaçınılmaz çatışmalar ve gerilimler doğdu. Çünkü kısmi de olsa her küresel ortam gerçekte tek bir zihniyetin egemenliğini ima eder ve söz konusu zihniyetin de genellikle tek bir 'esas' temsilcisi olur. Modern dönem de özellikle 18. yüzyıldan itibaren kaçınılamaz bir küreselleşmeyi ifade etti ve Avrupa bu yeni dinamiğin doğal taşıyıcısı oldu. Modernlik bireyselliği ve kişisel özgürlüğü devletin üst aklı ile bütünleştiren bir düzen yaratmış ve 'vatandaşlık' kavramı sayesinde uzlaşması zor gözüken bu iki unsuru birleştirmişti. Buradaki kritik nokta vatandaşların kendilerini bir 'milletin' parçası olarak algılamaları ve devleti de milletin tarih sahnesindeki öznesi olarak kabullenmeleriydi. Bu bakışın Avrupa'da yerleşik hale gelmesiyle birlikte, teknolojik gücü de arkasına alan Batı, yeni bir küresel açılımın taşıyıcılığına soyundu ve dokunduğu her yeri kendisine benzetmeye başladı. Yaşananların ardında sistematik bir kötü niyet aramak, değişimi kavramamızı zorlaştırır. Nitekim Batı'nın dokunduğu yerlerin de zaten bir an önce Batı gibi olmak istediğini söylemek durumundayız... O dönemde modernlik herkes için daha yüksek bir teknoloji, daha iyi hayat koşulları, daha güvenlikli bir yaşam, geleceğe daha emin ve iyimser bir biçimde bakan bir toplum ifade ediyordu. Dolayısıyla da kendilerini Avrupa'nın gelişmiş ülkeleriyle aynı ayarda görmeyen toplumlar için fazla bir sorun yoktu. Onlar için mesele bir an önce Batı'nın modern standartlarının yakalanmasıydı. Bu iddiasız toplumlar genelde çekirdek Avrupa'nın çeperinde yer almaktaydılar ve kısa bir süre içinde bütünleşmiş bir Avrupa modernliğinin parçası oldular. Ancak Avrupa'nın hemen kıyısında bulunan iki ülke söz konusu değişimi gerçekleştirmekte son derece isteksizdi. Bunlar daha 18. yüzyılın başından itibaren modernleşme reformlarına girişmelerine karşın, bir türlü zihniyet bağlamındaki geçişi başaramadılar. Sorun 'doğru' ve 'haklı' medeniyetin kimin elinde olduğuna dair o kadim sorunun bu iki ülke tarafından farklı yanıtlanmasıydı. Söz konusu ülkelerden kuzeydeki, yani Rusya asıl medeniyetin Ortodoksluk içinde yaşanacağına, bu inanca sahip toplumların eninde sonunda diğerlerine üstün geleceğine derin bir inançla bağlıydı. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca Slavcılar denen geleneğin savunduğu tez bu oldu. Söylenen şey Rusya'nın kendine has olduğu, Batı'ya hiçbir zaman benzemediği ve benzeyemeyeceği idi. Medeniyetlerin din üzerinden kurgulandığı ve meşrulaştığı bu ataerkil anlam dünyasında, başka toplumların Ortodoksluğun asıl sahibi olan Rusları kategorik olarak alt etmesi ise imkansızdı. Bu teze karşı çıkan Batıcı gelenek, medeniyetin evrenselliğinden hareketle laiklik üzerinden 'bilimsel' bir çıkış arıyor; böylece Ortodoksluğu sıradanlaştırırken Rusluğu korumayı hedefliyordu. İmparatorluktan ulus-devlete geçememek... Modern Batı'nın hegemonyasını kabullenmeyi içine sindiremeyen iki ülkeden güneydeki ise Osmanlı idi... Aynen Rusya'ya benzer bir biçimde, Osmanlı da sahip olduğu İslam dininin son kertede en 'doğru' ve 'haklı' medeniyeti üretecek potansiyeli içerdiğini, yaşanan geri kalmışlık halinin geçici olduğunu ve bu modern parantezin de bir gün kapanarak yerini 'asıl' medeniyete bırakacağını tasavvur etmekteydi. Rusya'dan biraz daha geç tarihte de olsa, Osmanlı entelektüel dünyası da kendi 'Slavcılarını' yani hem geleneğe dayanan hem de teknik ilerlemeleri benimsemeye çalışan aydınlarını ortaya çıkardı. Osmanlı'nın Batıcıları ise Rusya ile kıyaslandığında çok daha zayıf kaldılar. Belki de Rusların Hıristiyan olması onları evrenselciliğe daha kolay yaklaştırırken, zaten asırlardır Hıristiyanlığın karşıtı olarak tanımlanan Müslümanlığın içinden bakıldığında evrenselci bir Batıcılık hiç de kolay savunulabilir bir pozisyon olarak gözükmüyordu. Bu iki ülkeyi benzer kılan ve Batı karşısında ikircikli bırakan bir diğer husus ise çok 'milletli' birer imparatorluk olmaları ve içlerinde farklı dinsel inançlara sahip toplumların olmasıydı. Batı'nın vatandaşlık ve ulus-devlet eksenine oturttuğu yeni düzen, söz konusu imparatorlukların parçalanmasını ima etmekteydi. Bu noktada kuramsal açıdan bakıldığında bir çıkış yolunun olduğu söylenebilir... Yani hem modernliği taşıyabilecek hem de Batı'nın hegemonyası karşısında direnebilecek bir alternatif... Bu alternatif imparatorluğun kendi isteğiyle küçülmesini ve içindeki toplumların bir bölümü ile iradi bir yeni birliktelik yaratmasını ima etmekteydi. Böylece hem ulus-devleti dar sınırlardan kurtaran bir devlet yapısı hem de etnik ve dinsel yeknesaklığı aşan bir vatandaşlık oluşturmak belki de mümkündü. Ancak bu alternatifin ne denli hayali olduğunu anlamak için o dönemin entelektüel dünyasına bakmak yeterlidir. Ne Rusya ne de Osmanlı'da bu tür bir yaklaşımı savunan hiçbir düşünür çıkmamış, bazı bölük pörçük muhakeme girişimlerinin ise hiçbir etkisi olmamıştır. Diğer bir deyişle Rusya ve Osmanlı var olan yapılarını hiç bozmadan sanki birer ulus-devlete dönüşebileceklerini ve kolay bir geçişle imparatorluk tebasından vatandaş üretebileceklerini sandılar. Oysa bu olanaksız bir projeydi çünkü imparatorlukların içindeki her 'millet' artık kendini bir özne olarak algılamaktaydı. Böylece parçalanma kaçınılmaz hale geldi... Süreci durdurmak yeni bir devlet yapısını ve bunu meşrulaştıran bir halkı gerektiriyordu. Rusya bu seçeneği sosyalizmin içinde buldu. İmparatorluğun 'Rus' olması, yeni düzenin Rusluğu aşması yönünde bir teşvik oluşturmaktaydı. Nitekim Rus toplumu daha 1820'lerden itibaren müstakbel bir sosyalist düzenin tartışmasını yapmaya, hayalini kurmaya başlamıştı. Öyle ki yüzyılın ortasında Herzen va Bakunin gibi sert ve ciddi Marksizm eleştirileri bile yirmi yıl içinde etkisini tamamen yitirdi ve şiddeti de ardına alan devrim hareketi Rusya'yı Sovyetler Birliği'ne taşıdı. Buradaki kritik nokta Rusya'nın Batı medeniyetine verdiği cevabın aşırı modernist ve pozitivist karakterde olmasıdır. Yeni ideoloji bilimini tamamen dışlayan katı bir ilerlemeciliği bağnazlık mertebesinde sistemleştirdi ve bunun üzerinden tahakkümcü bir iktidar alanı yarattı. Modernliği alt etmek isteyen Rusya sonuçta modernist bir kalıba sıkışarak kendisinin tarihsel bir anomali haline getirdi... Osmanlı ise Türkiye Cumhuriyeti'ne dönüşerek aynı kıskaçtan kurtulmaya çalıştı. Ancak aynı zaaf burada da kendini göstermekteydi... Modernlikle baş edebilmek, kendini ona kabul ettirebilmek epeyce modernist ve pozitivist bir yeni ideoloji yaratılmasını ima etti. Rusya'dan farkı Osmanlı'nın etnik kimliği öne alan bir imparatorluk olmamasıydı. Yani Rusya 'Rus'tu ama Osmanlı 'Türk' değildi... Dolayısıyla kurulacak rejimin 'Türklüğü' yeni bir vatandaşlık hamuru yaratmanın da yolu olarak görüldü. Kuzey komşunun bilimselliği aradığı sosyalizmin yerinde ise, güney komşunun laikliği vardı. Böylece hem evrensel olunuyor, hem de kendine has bir medeniyet olma iddiası devam ettiriliyordu. Ne var ki pozitivizmin öldürücü etkisi Türkiye üzerinde de etkili olmakta gecikmedi. Aynen Sovyetlerde olduğu gibi, tüm iktidarın bürokratik kadroların elinde yoğunlaştığı, halkın 'vatandaş' adı altında yeniden tebalaştığı, bilginin tamamen devletin kullanımı açısından işlevselleştiği, resmi ideoloji dışında hiçbir bakışın meşru sayılmadığı gibi suç olarak tanımlandığı bir düzen oluştu. Aynen Rusya gibi Türkiye de, özellikle tek parti döneminde, konjonktürün geçici olarak gizlediği tarihsel bir anomali idi... 1950 sonrası dönem her iki ülkeyi de ummadıkları kadar sıkıştırdı. Sovyetlerin uzay çalışmalarında ve askerî alanda oluşturduğu tehdit ise yine geçici olan bir çıkış yolu getirdi. Batı modernliğinin hoyratlığından muzdarip olan onlarca 'üçüncü ülkenin' de destek vermesiyle iki kutuplu bir dünya dengesi oluştu ve her şeyin durağanlaşmasının mümkün kılındığı bir soğuk savaş dönemi yaşandı. Ne var ki bu denge zihniyet açısından eşit iki medeniyeti temsil etmiyordu... Bütün iddiasına karşı Sovyet sistematiği modernliğe alternatif olmak bir yana, en kaba modernizmin taşıyıcılığını yapıyordu. Bu ise mücadeleden yenik çıkılacağının bariz işaretiydi. Çünkü hiçbir medeniyeti, o medeniyetin çoktan aşmış olduğu kendi çocukluk hastalığını ideolojik yüceltmeye tabi tutarak alt edemezsiniz. Sonuçta sosyalizm Sovyetlerdeki haliyle öldü... Bu tespit sosyalizmin yaşayabilir bir rejim olmadığını ima etmiyor ama modernist ve pozitivist kalıplar içinde tanımlanan bir sosyalizmin ölümcül olduğunu vurguluyor. Aynı şekilde bugünlerde Türkiye'de de laiklik ölüyor... Aynı şekilde bu tespit laikliğin işlevsel ve ilkesel değerini azaltmıyor, ancak Türkiye'deki modernist ve pozitivist laikliğin ölümcül olduğunu söylüyor. Akıl tutulması son bulmazsa... Rusya ve Osmanlı belki de farkında bile olmadan bir anlamda kendi tuzaklarına düştüler. Başkalarının kurduğu medeniyetin 'haklı' ve 'doğru' olmadığını kanıtlamak ve kendi medeniyet kimliğini sürdürmek, hem yaşanan küreselleşmeye adapte olmayı hem de Batı'nın zihniyetine gerçek bir alternatif üretmeyi gerektiriyordu. Dolayısıyla da ancak özgürlükleri genişleten, yeni bir katılımcılık üreten bir vatandaşlık tanımı ve buna uygun devlet yapısıyla Batı'ya direnmek mümkündü. Ancak bu şekilde hem ulus-devletler dünyasında yer almak hem de Batı'nın yeknesak tek tip vatandaşını aşmak olanaklıydı. Çünkü ancak bu şekilde imparatorluk vasfını sürdürerek modernlik içinde yer alabilirdiniz. Hep söylendiği üzere bugünden geriye bakıp alternatif söylemek kolaydır... Zaten bizim de amacımız geçmişi yargılamak değil. Ancak bütün yaşananlardan sonra bugün hâlâ Sovyet türü sosyalizmi, ya da alaturka otoriter laikliği savunanları gördüğümüzde, meselenin özünde bu ülkelerin düşünce yapısını tahakküm altına almış bir zihniyetin yattığını anlıyoruz. Sözünü ettiğimiz tuzak tam da budur... Her iki ülkenin yönetici eliti, küreselleşen modern dünyanın yeni özgürlük ve birey tanımlarının yıpratıcılığından korktukları ölçüde, devletin otoriter gücüne güvendiler. Ne var ki bu durumda sosyalizm de Türklük de giderek toplumun değil devletin niteliği haline geldi. Öyle ki toplumun özgürlük taleplerinin bastırılması bizzat sosyalizm ve Türklük sayesinde hayata geçirildi. Sosyalizmin 'bilimselliği' ile Türkiye Cumhuriyeti'nin 'laikliği' ise bu totaliter arzuların meşrulaşması için kullanıldı. Ancak otoriter zihniyetin üstünlüğünü ima eden her durum, gerçekte bu rejimleri daha da anakronik hale getirdi. Çünkü evrensel modernlik birey özgürlüğü ile bütünleşemeyen bir otoriterliği zaten gayri meşru kılmaktaydı. Rusya ve Osmanlı imparatorlukları gerçekte modernliği hiçbir zaman kavrayamadılar ve elit bir zümrenin kendisine iktidar alanı açmasını ifade eden otoriter zemin genişlemesini modernlik sandılar. Dünya konjonktürü bu yanılsamanın bir süre taşınmasına izin vermiş olsa da bugün söz konusu parantez kapanıyor... Rusya'da Putinizm denebilecek son bir içe kapanma yaşanmakta. Türkiye'de ise laikliği bahane eden kör gözüm parmağına bir rejim tasallutu söz konusu. Her iki ülkede de 'modernlik' kisvesi altında yapılanların önemli bir bölümü, yönetim sisteminin gayri ilkesel ve gayri ahlaki bir düzleme doğru kaymasını beraberinde getiriyor. Modern rejimlerin vazgeçilmez unsuru olan hukukun üstünlüğü ilkesi, bu iki ülkede hukuku resmi ideolojinin basit bir aracı olarak algılayan bir tür karikatürleşme olarak yaşanıyor. Bugün her iki ülke de var olan rejimleri içinde son demlerini yaşıyorlar. Modernliğin geldiği yeni küreselleşmenin eşiğinde artık modernist ve pozitivist ideolojilerin ve bunların ürettiği rejimlerin yaşama şansı yok. Çünkü bu ideolojiler ve rejimler günümüz zihniyeti açısından açıkça pre-modern! Umarız her iki kadim medeniyet dünyasında da toplumsal sağduyu hakim olur ve bu iki ülke tarih sahnesinde kendilerini gülünç duruma düşürecek bu akıl tutulmasını ısrarla sürdürmezler... |