Ferhat Kentel'den vatandaşlık halleri üzerine bir yazı...
Gebze'de adına ?vatandaş? denilen bir adam tarafından tecavüz edilip öldürülen, Filistin'e barış mesajı götürmek için yola çıkan İtalyan sanatçı Pippa Bacca'nın cenazesini ülkesine uğurladık. Diğer vatandaşların bir kısmı bu işten çok utandılar. Bu adamın ?ülkemizin adını? -bir kere daha- kötüye çıkardığı için.... ?Ülke adına? en çok utananların sesi, gazetelerinde bol miktarda çıplak ya da yarı çıplak kadın fotoğrafı yayınlayıp, başörtüyü öcü gibi görüp, çağdaşlık kılıfı altında cinsiyetçi pazarlama yapanlardan yükseldi. Medeni imajlarının sarsılmasından hiç hoşlanmadılar bu ?makbul vatandaşlar?...
Diğer vatandaşların bir başka kısmı ise insanlıkları adına utandılar... Pippa Bacca'nın öldürülmesindeki vehamet onun İtalyan, öldürenin ise Türk olmasında değil, bir erkeğin bir kadını, barış için mücadele eden bir kadını öldürmesinde yatıyordu... Onlar bu topraklarda erkeklikle örtüşmüş; bir erkek-devlete ve onun güç tezahürlerine tapan, kadınları, kadınsı olan herşeyi aşağılayan zihniyetten insan olarak utanıyorlardı...
Ulus adına konuşmayı çok seven, bu konuda her türlü tekeli elinde tutmaya çalışan makbul vatandaşlar ve onların medya, parlamento ya da bürokrasideki temsilcileri başka alanlardaki şiddet olaylarında da benzer tutumlar sergiliyorlar. Hrant Dink, Rahip Santoro, Malatya'da Zirve Yayınevi'nde 1'i Alman 3 kişi, bir kısım vatandaş tarafından vahşice öldürüldüğü zaman, hemen yurtdışından basın organlarını tarıyorlar; ?bizim hakkımızda bakalım neler demişler?? diye merak edip, ?ne kadar rezil olduğumuza? bakıyorlar. Eğer yurtdışından ?Türkler iyi insanlardır; üzülmeyin, her yerde kötü insanlar vardır zaten? türünden mesajlar geliyorsa, ulusal beğenilme takıntıları bir müddet için tatmin olup huzura eriyor.
Dolayısıyla yan gözle dikizledikleri dış dünyadan -?yabancılardan?- tepki gelebilecek olmasından kaynaklanan kısa süreli huzursuzlukları sona eriyor. İçeriye dönüyorlar ve herşeyi bilen, ahkâm kesen güvenli erkek dilleriyle başka dilleri duyulmaz kılıyorlar.
Dert etmiyorlar bu toplumda en sıradan insanların, iktidar ilişkilerinde güçsüz insanların neler yaşadıklarını. Çünkü o insanların güçsüz kalması, makbul vatandaşların kendi kendilerine atfettikleri ?haklı vatandaşlık? hallerine daha çok inanmalarını sağlıyor. ?Haklı? olduklarını kendi kendilerine tekrar ede ede, içeriden gelebilecek sesleri hiç duymaz oluyorlar. Duysalar bile ?rezil olmayacaklarını? biliyorlar; ellerinin tersiyle itiveriyorlar içeriden yükselen şikayetleri. O şikayetleri ?zaten olmayan? kategorisine sokuyorlar.
Sayısal, sembolik ya da fiziksel olarak güçsüz olan herkes karşısında arslan kesiliyorlar. Birilerinin eğitim hakkı, diğerlerinin dil hakkı, başkalarının mülk edinme hakkı karşısında aynı erkek-devlet dilini çıkarıyorlar. Devletin içinde yuva yapmış bir dili taklit ediyorlar. Bütün talepleri ya da şikayetleri bir üst dil altında düşmanlıkla, yabancılıkla örtüyorlar. Malatya'da Protestanları katledenler de bu dili tepe tepe kullanıyorlar. ?Malatya'da faaliyet gösteren misyonerler var, bunlar Türklüğü, Müslümanlığı yok edecekler, PKK ile bağlantıları var? şeklinde dile gelen bir söylem, içeride düşman ve yabancı yaratıyor.
Bu dilin içindeki mantık geçen yüzyılın başından itibaren sistematik olarak bu topraklarda yetiştirildi. Dışarıdaki ?yabancı?ya karşı hayranlık ve korku, üstünlük ve aşağılık kompleksi beslenirken, içeride de hakkından gelinebilecek ?yabancılar? inşa edildi. Bütün vatandaşlarına bir ortak üst kimlik verme iddiasındaki ulus devlet kendi vatandaşlarının bir kısmını ?yabancı? statüsüne soktu. Mallarının gaspedilmesi için her yolu denedi. Özellikle Gayrimüslimlere yönelik ?Varlık Vergisi? koydu; 6-7 Eylül 1955 gibi tezgahlarla, 1960'lar ve 1970'lerdeki Kıbrıs krizleriyle ?yabancı? ilan ettiği vatandaşlarının yüzyıllardır yaşadıkları toprakları terketmesine neden oldu. Her seferinde bu ?yabancı? vatandaşların geride bıraktıkları mal ve mülkler geride kalanlara peşkeş çekildi.
Bu ?el değiştirme? operasyonun en ?kör gözüm parmağına? olanı ise Azınlık Vakıflarından 1936'da istenen bir ?Beyanname?ye dayanıyor. Devletin o zaman bu vakıflardan istediği mal tespiti, 1974'te akıllara seza bir senaryonun gerekçesi oldu. Vakıfların mal edinme hakkı, ?yargı? tarafından ellerinden alındı; 1936 Beyannamesinde yer almayan ve daha sonra edindikleri yüzlerce taşınmaz mala, onlarca Gayrimüslim vakfın yönetimine ve onlara ait yüzlerce gayri menkule ise el kondu. Okul, hastane, kilise, huzurevi gibi kurumların ayakta durmasını sağlayan bu vakıflar ayakta duramaz hale geldiler. Azınlık okullarındaki çocuklar, araç, gereç, kitap ve öğretmen eksikliğinde kendi dillerini bile doğru dürüst öğrenme imkanlarını kaybettiler. Müslüman, Hıristiyan demeden yoksul hastalara bakan vakıf hastaneleri, yoksullara ve yaşlılara sosyal yardım sağlayan vakıflar yavaş yavaş güçlerini kaybettiler. En basit ifadesiyle bu memleketin ?vatandaşı? olan, ve kolayca altedilebilecek ?yabancı? kategorisine sokulan Gayrimüslimlerin nefes alma imkanları gaspedildi.
İşte bu vakıfların gaspedilen taşınmazları arasında biri de ?Tuzla Ermeni Çocuk Kampı?ydı. Hrant Dink'in ve kendisi gibi yetim çocukların emeğiyle yaptıkları bu kamp da onların elinden alındı, zaman içinde harabeye döndü.
İşte bu gasp hikayesi, ?makbul vatandaşlık? halinin görmediği başka bir ?vatandaşlık? halini anlatıyor. Başörtüde, Kürt'te, Gayrimüslim'de ?yabancılık? arayarak ve kurarak beslenen makbul vatandaşlığın kurumları ve temsilcileri, toplum içinde yaşamaya çalışan, yedikleri darbelerle azala azala neredeyse yok olma seviyesine inmiş Gayrimüslimlerin -yani bu ülkenin vatandaşlarının- yaşadıklarını da görmemeyi tercih ediyorlar. Çünkü bu ?makbul olmayan? vatandaşlar güçsüz oldukları için ?rezil etme? potansiyeli taşımıyorlar...
Parlamentodaki partilerin (hatta bazı azınlık vakıflarının mallarının üzerine oturmuş parlamento dışı bazı ?sol? partilerin) de böyle korkuları yok... Tersine onlar ?yabancı? olarak nitelendirdikleri kendi vatandaşları olan Gayrimüslimleri potansiyel düşman ve tehdit görerek, onların mallarının iadesini vatana ihanetle özdeş görüyorlar. Bu yüzden bir süre önce kabul edilen Vakıflar Kanunu da Gayrimüslimlere ait cemaat vakıflarının en temel ve acil sorunlarını çözmekten uzak kalıyor; tersine, getirdiği birtakım yeni düzenlemeler ile bu vakıfların mevcut sorunları daha da ağırlaşma potansiyeli taşıyor.
Bu yüzden, ?azınlıklar? üzerinde uygulanan ayrımcı tasarruflar, ne idüğü belirsiz ya da (ne idüğü eğer belirliyse) tam anlamıyla hukuk ve vatandaşlık faciası anlamı taşıyan sonuçlar yaratıyor. Bizzat ?kendi vatandaşlarının? bir kısmının hakları için başka ülkelerle ?mütekabiliyet ilkesi?ni koyuyor. Kendi vatandaşına çifte standartla yaklaşıyor, onları rehin alıyor, başka ülkelere karşı tehdit unsuru olarak kullanıyor. Bu çifte standart altında, makbul vatandaşlık bu çırılçıplak adaletsizliği görmüyor, görmek istemiyor; devletin en tepesinde hukukdışı bürokratik uygulamalarla düşmanlık kültürü pompalanırken, Zirve kitabevinde adam boğazlamanın yolu açılıyor...
Makbul vatandaşlık hali görmemeyi tercih ediyor ama aynı Pippa Bacca'nın bir tecavüzcü erkek tarafından öldürülmesinden insan oldukları için utananlar olduğu gibi, Gayrimüslimleri gerçek vatandaş olarak görmeyen, onların üzerinde her türlü tasarrufu kendinde hak gören erkek-devletin yaptıklarından insan oldukları için utanan başka vatandaşlar da var...
Mesela, geçen Salı akşamı seyrettiğim, TESEV tarafından desteklenen ve Türkiye'deki Gayrimüslim vakıfların tapulu mülklerinin ellerinden alınması sorununu ele alan ?'Vatandaşlık' Halleri? isimli bir belgesel... SUFilm tarafından hazırlanan, yapımcılığını ve yönetmenliğini Şehbal Şenyurt'un, kurgusunu Bülent Arınlı'nın üstlendiği belgesel başka vatandaşlık hallerini de gösteriyor. Gören gözlere, duyan kalplere sahip bir vatandaşlık halini...