''Çünkü Normal Yollardan Bunları Mümkün Değil Yani''
Türkiye'de şimdiye kadar oldukça muğlak ve ham olan bir saflaşma belirginleşiyor; eski saflar bozuluyor, bir taraftan kopanlar karşı taraftan kopanlarla yeni saflarda buluşuyorlar. Muğlaklık taşıyan bu yeniden inşa sürecini uzun zamandır gözlemlemek mümkün ama benim için kafamdaki en net ifadesi 2003'te gittiğim İran örneğiyle oluşmuştu. Sağ-sol, dindar olan-olmayan, geleneksel-modern gibi ayrımların yanısıra, o yılların ve bugünün İran'ı temel olarak demokrasi ve otoritarizm arasındaki kutuplaşmayı yaşayan bir toplum özelliği taşıyor. İran bu temel kutuplaşma nedeniyle, diğer bütün ayrışmaları aşan; yani solcuları, sağcıları, dindar olanı ve olmayanı demokrasi cephesinde buluşturabilen; aynı şekilde statüko yanlısı sağcıların, milliyetçilerin, dindarların, gelenekçilerin otoritarizm kampında buluştukları bir toplum örneği sunuyor.
Türkiye'de de benzer bir durum söz konusu. Yani biz de ?İran'laşıyoruz?! Ama Türkiye'deki paranoya üreticilerinin bahsettiği gibi değil...
Aslında 12 Eylül darbesinden sonra, sol aydınların ve solun ilk defa devlet karşısında özerklik kazanma ve topluma bakma potansiyeli ve devrimden çok, demokrasiye kafayı takma imkanı doğmuştu. ?Bizim darbemiz mi, onların darbesi mi?? diyerek merakla bekleyip, ?inşallah bizimkilerin darbesidir? umudunu taşımanın artık pek bir anlam taşımadığı anlaşılmıştı. Bir bakıma sol, mevcut devlete bel bağlamayı bıraktığı gibi, kendi kurgusal -çoğunlukla Leninist- devriminin ve de Stalinist devletinin de pek matah bir şey olmayacağını tartışır olmuştu. Gene o dönemler, örneğin İtalyan komünist entelektüel Gramsci'nin ?hegemonya / karşı hegemonya? kavramsallaştırması ve ?sivil toplum? kavramı adeta kurtarıcı gibi imdada yetişmişti. Devrim olacaksa bile, sivil toplum içinde başlamalıydı. Toplum içinde yer edinmeden, toplumla konuşmadan, üç beş öncünün kuracağı savaşkan örgütlerle, parti-cephelerle, kurtuluş ordularıyla devrim mevrim olmayacaktı...
Bugünden baktığımızda, Gramsci'nin belki adını bile duymamış olsalar da, islamcı hareketin içinde yeralanların, onun eteklerine tutunanların aslında sivil toplum içinde mücadele vererek, bir karşı hegemonya oluşturduklarını ve tam da bu yüzden Gramsci'nin anlattıklarının hakkını vermiş olduklarını söylemek mümkün. İslamcı hareket Gramsci'nin kelimelerini kullanmadan sivil toplum içinde hegemonya mücadelesi verdi; zaten toplumda varolan değerlerle, ?şiir?le konuşmayı becerebildiği için son yılların değişimini taşıdı, karşı-hegemonyanın temellerini oluşturdu. Bu işin görünen cephesi, hatta belki de aldatıcı bir cephe; çünkü daha az görünen cephede belki daha da önemli bir şey oldu. İslamcılık -katalizörlük dışında- pek bir şey yapmadı; toplum sadece elinde varolan ve karşı-hegemonya oluşturabilecek malzemeyi kullandı; İslam sadece değişim talebinin ve hareketinin rengi oldu...
Türkiye'de İslami hareketin mücadele ettiği yerleşik hegemonya toplumu ?ikna etmek? için her fırsatta Atatürk'ü araçsallaştırdı. Hemen not düşelim: Atatürk herhalde sağcı biri değildi. Zamanının havasına, değişim yönüne uygun cevaplar verdiği için ?ilerici? -hatta bir bakıma ?sol?- olarak nitelendirilebilecek bir liderdi. Ancak zaman içinde onu tepe tepe kullananlar, ?Kemalizm?den adeta tanrı kelamı gibi bir dogma üretenler, Atatürk'ü bir tapınma aracına dönüştürenler, laikliği statükolarının dili ve ehlileştirme aracı haline getirenler bugün artık değişime karşı direnen ?sağcı-gerici? bir ideolojiyi temsil ediyorlar... Bu halleriyle Lenin-Stalin damgalı Sovyet seçkin nomenklatura sınıfıyla ya da İran'ın mollalarıyla akrabalaşıyorlar...
Ama toplum Atatürk'e saygıda kusur etmese de, artık kemalizmle kendini özdeşleştiren güç hegemonik bir güç değil; yani ikna kabiliyetini yitirdi. Seçkin zümre, zaten her zaman (Ömer Madra'nın deyimiyle) ?darbedar? niteliklere sahip solcu artıklarından başka kendisine doğru dürüst ortak bulamıyor. Artık açıkça zora başvuruyor. Entelektüel arka planı bomboş olan iddianameler marifetiyle, sembolik ve hukuki şiddete başvuruyor; şimdiye kadar bir çok partiyi kapattığı gibi, bugün de kapatmak için elinden geleni yapıyor... Bunu yaparken de bütün güçsüzlüğünü apaçık ortaya seriyor.
Bir zamanlar ?komünizm? hayaletinden korkan muhafazakar egemenler gibi, bugünkü ?çağdaşçı? muhafazakar egemenler de ?islamcılık? hayaletinden korkuyorlar. Yatıp kalkıp, anlama araçları bir türlü yetmediği için hakim olamadıkları Fethullah Gülen hayaletiyle boğuşuyorlar. ?Fethullah? ve ?Gülen? kelimeleri, onların zihinsel tembellikleri içinde korkularını kanalize edebildikleri ?en büyük? ve ?en kötü? tehlikeyi özetliyor... Eski zaman muhafazakarları, kendini sosyal eşitlik dili vasıtasıyla anlatmak isteyen toplumu duymak istemedikleri gibi, bugünküler de dindarlıkları vasıtasıyla kendilerini anlatmak isteyenleri duymak istemiyorlar. O zamanlar ceplerine para konduğu için gençlerin kandırılıp komünist olduklarını iddia eden muhafazakarların mantığını yeniden üreten bugünün muhafazakarları genç kızların ceplerine para konduğu için başörtü taktıklarını iddia ediyorlar. Aslında bu tür iddialarla ne kadar yetersiz kaldıklarını açığa vuruyorlar; toplumun şu veya bu şekilde hareketini durduramadıkları için, bizzat kendileri destek kuvvetler yaratmaya çalışıyorlar; ADD adlı örgüte eski cumhurbaşkanının kasasından para akıtıyorlar. Onların yöntemi bu; kendi yöntemlerini başkalarına da malederek temize çıkmaya çalışıyorlar.
12 Eylül'den sonra demokratikleşme ve sivilleşme potansiyelini arayan ?sol?un yerine, bugün ?eski sol?un garabet halini almış kötü bir taklidi, darbeci mantığından başka hiçbir özelliği kalmamış olan bir ?sol? yeniden piyasaya sürülüyor. Mesela, ?Eğer kapatma davası açılırsa, bir de üstüne ekonomik kriz gelirse, Türkiye biraz karışırsa belki bir umutlar doğabilir yani. Çünkü normal yollardan bunları mümkün değil yani.? ve ?İç savaş olmaz da, yani bir noktada eğer ortalık karışırsa, hem ekonomik hem siyasi olarak. Belki asker gelirse bir şey olabilir.? diyen bir İlhan Selçuk bu ?sol?u temsil ediyor.
Sürekli darbe, kesintisiz darbe, ?sonsuza kadar sürecek 28 Şubat? şiarıyla bezenmiş bu zihniyet beğenmediği, kullanmayı beceremediği ?normal yollar? yerine kendi normalliğini, komploculuğunu, darbeciliğini ?normalleştiriyor?. Çünkü toplumun bütünleştiği ?normal yollar? karşısında çaresizlik hissediyor. Şimdilerin darbeci ulusalcı solcularının 12 Eylül öncesindeki maceralarında da bu çaresizlik hep mevcuttu. Örgütlemeye çabaladıkları , ancak bir türlü ?örgütlenmeyi beceremeyen? köylüler karşısında sarfettikleri ve Türk solunun tarihine geçen şu meşhur özdeyişi hatırlamak yeterli: ?Adamlar teoriye uymuyorlar arkadaş!?
Evet, bu toplum onların teorisine uymuyor, kendi normalliğinde yürüyor. Bu normallik darbeci solcuları çileden çıkarıyor. ?Çünkü normal yollardan bunları (...) mümkün değil yani?... Bu cümlenin içinde ?es? verilmiş boşluğu farketmemek mümkün mü? Onların ?normalliği? o ?eksik kelime?de yatıyor. Ve uygulamaya koydukları o yollar, yöntemler tam da o boşluktaki ?a-normalliği? içeriyor... Çünkü bizzat kendileri ?a-normal?...
Bu arada üniversiteye başörtünün girmesine karşı avazları çıktığı kadar bağıranlar, ?satır? olayında ?siyasal sembol? ya da ?laiklik karşıtı odak? görmedikleri için üniversiteye girmesinde ve öğrenci doğranmasında beis görmüyorlar.
İnsan vücudunu pes ettirmenin profesyoneli olmuş bir takım ?güvenlik? kuvvetleri Hakkari'de 15 yaşındaki çocuğu etkisiz hale getirmek için çocuğun kolunu tersten ikiye katlıyor. (Bir zamanlar İsrail'de güvenlik kuvvetlerine taş atan Filistinli bir gencin kolunu polislerin taş marifetiyle kırdığını görmüştük televizyon ekranlarında...)
Bu manzaralar karşısında Türkiye'de demokrasi için sahip olunan duyarlılık gelişiyor. Klasik ayrımlar anlamını yitiriyor. İran'da olduğu gibi, Türkiye'de de solculardan, muhafazakarlardan, darbecilerden hayat bulan bir otoritarizm karşısında gene solculardan, sağcılardan, dindarlardan oluşan başka bir saf, demokrasi safı inşa oluyor. Çünkü artık bu kadar haksızlığı sineye çekmek mümkün değil...
Ve bugün AKP'nin de herşeyden önce yapması gereken şey sadece kendisini değil, topyekûn demokrasiyi savunmaktır... Ancak, geçenlerde AKP'li bir milletvekilinin bir televizyon kanalında ?biz yüzde 46 oy almış bir partiyiz; yüzde 4-5 oy almış marjinal bir parti değiliz? derken anlattığı gibi yapılacak bir şey değil, herkes için demokrasiyi savunmaktır...
Ve bu yeni saflaşma bir kutuplaşma değil... Eğer karşı tarafta darp, darbeler ve darbedarlar varsa bunun adı kutuplaşma değil, en basit ifadesiyle demokrasi ve özgürlük mücadelesi olur...
Ferhat Kentel / gazetem.net