Dolar

34,8691

Euro

36,7026

Altın

3.021,43

Bist

10.047,50

Oryantalistler neden reddedilmeli (2)

Edward Said'in ifade ettiği gibi, Oryantalizm temelde, Doğu, Batı'dan daha zayıf olduğu için Doğu üzerine hakimiyet kurma arzusunda olan siyasi bir doktrindir.

18 Yıl Önce Güncellendi

2008-03-30 16:34:00

Oryantalistler neden reddedilmeli (2)

Yahudi ilim adamı Prof. Wansbrough'un görüşlerine daha önce yer verilmişti. Kur'an'ın bütün bir topluluğun yüzyıllar boyunca oluşturduğu ve şimdiki şekli hicretin üçüncü yüzyılının başlarında ortaya çıkmış olan derleme bir eser olduğunu iddia etmekle, aksini ispat eden ve büyük bir yekûn oluşturan iç ve dış delilleri görmezden gelmektedir: Kubbetü's-Sahrâ'nın içinde bulunan ve hicretten sonra 72'de tamamlanan gösterişli kitabeler; Hicaz ve Filistin'de dağınık halde bulunan ve Kur'an ayetlerini ihtiva eden ilk yüzyıla ait taş kitabeler, ilk yüzyıldaki çalışmalarda, örneğin Urve'nin Megazî'sinde yoğun bir şekilde Kur'an ayetlerinden yapılan alıntılar, Mücahid'in Tefsir'i gibi ilk yüzyıla ait tefsirler bu delillerden sadece bazılarıdır.

Görmezlikten gelinen deliller...

Kumran ve civarında 1947'de başlayan kazılarda ilim adamlarının daha önce sahip oldukları herhangi bir materyalden yüzyıllarca daha eski olan ve Yeni Ahid'e ait parçaları da ihtiva eden bazı yazmalar bulundu. Mağaraların Roma askerleri tarafından takriben M.S. 135 tarihinde mühürlendiği varsayıldı, dolayısıyla bütün parçaların mağaralara bu tarihten önce bırakılmış olması gerekiyordu. Fakat bu tarihlendirmenin temelleri birkaç açıdan hatalıdır. İlki, mağaralar kesinlikle ulaşılamaz hale getirilmemişlerdi; genç bir Bedevî'nin yağmurdan korunmak için bir yer ararken şansını deneyerek herhangi bir kazı yapmaksızın mağarayı bulması ve yazmaları keşfetmesi bunu basit bir şekilde ortaya koymaktadır. İkincisi, yazmalardan bazıları daha gelişmiş bir yazı formu içermekteydi ki, bunlar ortaçağ yazmaları ile çarpıcı benzerlikler taşımaktadır. Üçüncüsü ve en eleştirel olanı, yazma yığınları arasında muhtelif Arapça parçaların da var olmasıydı. Dahası, bu parçalardan bir tanesi net bir şekilde hicretin 327. yılının tarihini taşıyordu ve bilebildiğim kadarıyla, bütün bu yazma kümesi içinde kesin bir tarih taşıyan yegane parçaydı. Bu parça üzerinde şu yazı yer almaktadır: 'Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla: Ebû Gassân'ın vârislerinden Sanun mülkünün 327 yılı için ödenmesi gereken vergisini, toplam bir dinarın üçte biri ve sekizde biri olarak tahsil ettim. Aynı yılın rabiulevvel ayında İbrahim b. Hammâz tarafından yazıldı ve ben imanımı Allah'a ısmarladım.'

Yahudi bilim adamı olan Yehuda Nevo Akdeniz'in doğusunun Hz. Peygamber'in ashâbı tarafından fethinin bir efsane olduğunu, Bizans İmparatorluğu'nun bölgeyi önemsiz gördüğü ve buraya yeterince ehemmiyet vermediğini iddia etmektedir. Nevo'nun iddiasına göre övünülecek veya kahramanlık taslayacak bir durum söz konusu değildir.

Çin'in T'ang hanedanının resmi kayıtlarına göre bu olay, M.S. 638'de gerçekleşti. Beş yıl sonra bu kez Roma İmparatorluğu'ndan gelen bir elçinin bildirdiğine göre; Araplar tarafından mağlup edilmiş ve haraç ödemek mecburiyetinde kalmışlardı.

Araplar bütün Suriye bölgesini ellerine geçirerek Bizans topraklarına da geldiler. Bizans kralı Heraclius onlara karşı ordular gönderdi; fakat Araplar bunların 100.000'den fazlasını öldürdüler.

Hiç kimse, o dönemin kudret sahibi güçlerinin bütün zenginliğiyle birlikte mümbit bir bölgeden tamamıyla vazgeçerek onu gelecek birilerine terk etmeye karar verdiğine dair bir hadiseden bahsedemez. Benzer şekilde, 100.000 askerin ölümü de, Nevo'nun çatışma kavramına uymaz ve onun Arap gruplarının sadece Suriye içlerine yürüdükleri ve kendi kendilerine övgüler dizmek için büyük savaşlara dair efsaneler oluşturdukları teorisini çürütür.

Rivayet zincirleri veya isnadlar, İslâmi literatürün temel dayanağıdır. Geleneksel İslâmi ekollere mensup ilim adamlarına bir hadisin silsilesine dikkatle bakma ve isnad eleştiri prensipleri vasıtasıyla bu ifadenin ne kadar güvenilir olduğuna karar verme imkanı verir. Yirminci yüzyılda Schacht, bütün hadislerin aslında uydurma oldukları fikrine vardı; örneğin ahkam hadisleri Hicrî 110'lardan başlayarak uydurulmuştu, onun iddiasına göre fakihler bir konudaki kendi görüşlerine meşruiyet kazandırmak istediklerinde birtakım sözler uydurmuşlar ve kendi görüşlerini güçlendirmek için bunları Peygamber'e isnad etmişlerdi.

Schacht'ın teorisinin zayıflığının farkında olan Juynboll, isnadın karşısına ilave birtakım engeller koyarak defalarca Schachtvari formülü tadil etmeye teşebbüs etmiştir. Juynboll'ün metodolojisi de tutarlı olamamıştır. 1980'lerde bir ortak-bağ teorisi formüle etmiştir: Hadis faaliyetinin ilk nesillerinde her bir üstâd en azından iki öğrenciye rivayette bulunmak zorundadır; zincirde çok sayıda öğrenciye ders veren en tepedeki üstâd, ortak bağ, yani fiilen hadisi uyduran kişidir. Fakat bu metotla bile geriye kendisine meydan okuyan bir külliyat kalmaktadır. 'Ortak bağ' teorisi, Schacht'ın da iddia ettiği gibi bütün hadislerin ikinci yüzyılda uydurulduklarını göstermeyi amaçlamaktaydı; fakat ortak bağın birinci yüzyıla kadar ulaştığı çok sayıda örnek mevcuttur.

Bunun üzerine ilk metot birkaç yıl sonra tadil edilerek daha da katı bir hale getirildi. Artık sadece ilk nesildekilerin ikili bir üstâd-öğrenci rivayeti göstermesi yeterli değildi. Her hadis için, Buhari ve diğer klasik eserlerin telifine kadar geçen bütün nesillerin -ki bu genellikle 6 ile 8 nesildir- bu modele uyması gerekiyordu. Böylece Buhari'de yer almak için 8 nesle ihtiyaç duyan herhangi bir hadisle ilgili olarak, ortak bağın ikili tarzda olabilmesi için rivayet zincirinde toplam olarak en azından 255 ravinin bulunması gerekiyordu ki, mevzu hadisi uyduran şahıs tespit edilebilsin. Şayet bu hantal zincirdeki herhangi bir bağ ikili şartı karşılamıyorsa, bu durumda uyduran kişi zincirin daha aşağısında, ilk yüzyıldan çok daha sonradır.

Bununla birlikte yeni teorisini test etmek için meşhur sadaka-i fıtır (Ramazan Bayramı esnasında verilmesi zorunlu olan sadaka) ile ilgili hadisi seçtiğinde İmam Malik örneği özellikle Juynboll için probleme yol açtı. İmam Malik'i ortak bağ olarak kabul etmekle birlikte Juynboll'ün yeni zorlu testini Malik'in çağdaşı olan başka kişiler de geçtiler. Onlar da teoriye göre ortak bağ vasıflarını taşıyorlardı. Ve onlarla birlikte Malik de Nafi'den ders alan öğrenciler oldukları için Nafi' ortak bağ haline geldi. Bu ise durumu tehlikeli bir şekilde birinci yüzyıla yaklaştırmaktadır. Buna karşılık Juynboll, yeni teorisini tekrar tadil etmekle yetindi: Malik örneğine has olarak, Nafi'i asıl ortak bağ olarak tasnif etmek için iki ilave ortak bağ gerekiyordu. Sayısal olarak bu rivayet zincirinde 510 yerine 765 ravi anlamına gelir ki, bunlardan önce hadisi söyleyen kişinin birinci yüzyılda yaşamış olabileceği kabul edilmiş olsun. Ve bundan sonra durumu kurtarmak için bu hadisle ilgili isnad zincirlerinin sadece üçte birini yayınlayarak kalan üçte ikisini görmezden geldi.

Bütün delilleri mercek altına aldığımızda ne olur? Aslında Nafi', iki veya üç değil her biri Juynboll'ün ikili engelli rotasının şartlarına tam anlamıyla uygun düşen çok sayıda öğrenciye sahipti. Nafi'nin elinde İbn Ömer tarafından kaydedilmiş olan bir hadis cüzü bulunuyordu. Öğrenciler okurken o dinlemiş ve en sonunda onlar da kendi isimleri zincire dahil edilince kendileri için de birer kopyasını çıkarmışlardı. Sadaka-i fıtır hadisinin metnini takip edecek olursak, bu hadise yapılan ilk referanslar arasında Ubeydullah b. Ömer', Cüveyriyye, Malik b. Enes ve Nafi'den ders alan Musa'nın bir öğrencisi olan İbrahim b. Tahman'ın mecmuaları bulunmaktadır. Bu kanal, her biri kendi başına ortak-bağ kriterini karşılamakta, böylece Nafi' ortak bağ haline gelmektedir. İkinci ve üçüncü yüzyıldaki çalışmalarda bu hadisin tek başına Afganistan'dan İspanya'ya ve Türkiye'den Yemen'e kadar yayılan yüze yakın referansa sahip olduğu görülmektedir. Elde bulunan delillerin tamamına göre ortak bağ kesin olarak birinci yüzyıl içinde oluşmuş ve hadisi, klasik müelliflere aktaran ve sayıları peş peşe yüzlerle ifade edilebilecek çok sayıdaki ravi tarafından desteklenmiştir.

Oryantalistlerin çifte standardı!

Acaba biz, bu gelişmiş metotları Eski ve Yeni Ahid için kullanırsak ne olur? Eski Ahid'in en az altı yüz yıl yazılı bir şekli olmamıştır. Deliller, onun sözlü olarak bile muhafaza edilmediğini göstermektedir. Şam belgesine göre Tevrat, Joshua döneminden (M.Ö. 1200'den) King Josiah dönemine (M.Ö. 7. yüzyıla) kadar yüzyıllar boyunca Sandık'ta mühürlü olarak muhafaza edilmiştir. Bu aradaki 600 yıl boyunca kitleler tarafından bilinmiyor; hatta hahamlar bile onun muhtevasını bilmiyorlar ve hükümlerini ona göre vermiyorlardı. Dolayısıyla, Josiah, iktidarı döneminde mucizevi bir şekilde yeniden bulunduğunda halkının ne kadar yanlış bir yola saptığını görerek büyük bir sarsıntı yaşamış ve kapsamlı bir reform programı uygulamıştı. Buna rağmen Eski Ahid uzmanları Tevrat'ı kabul ederler ve tarihselliğini sorgulamazlar.

Yeni Ahid açısından bakıldığında, İncil'e yapılan ilk atıflar M.S. ikinci yüzyılın ortalarında kaleme alınmıştır. Bunların içinde Papias, Irenaeus , İskenderiyeli Clement , İskenderiyeli Origen ile Muratorian Cüzü yer alır. Bu beşinden sadece sonuncusu varlığını sürdürmektedir. Diğer dördü ise Eusebius tarafından kısaca özetlenmiştir ve hiç kimse bunların orijinal nüshalarını gördüğünden bahsetmemektedir. Öyleyse burada dördüncü yüzyılın başlarında ikinci yüzyıl kitaplarından pasajlar aktaran bir yazarımız bulunmaktadır. Burada da yine, muhafazakar veya liberal, inançlı veya şüpheci ya da ateist olup olmadığına bakılmaksızın Kitab-ı Mukaddes uzmanları Eusebius'un alıntılarının tarihselliğini teyit etmektedirler. İncillere referansta bulunan günümüzde mevcut ilk kaynaklar oldukları için son derece önemli oldukları halde, hiç kimse onun aktardıklarının doğruluğunu veya bu pasajlardaki ayrıntıları uydurup uydurmadığını yahut abartıp abartmadığını sorgulamamaktadır.

Nitekim Batı geleneği içinde yetişip Tevrat'ın, 600-700 yıl boyunca kaybolup şifahi olarak korunduğuna dair de herhangi bir delil olmamakla birlikte tarihselliğini rasyonel olarak kabul eden ilim adamları mevcut olduğu gibi iki yüz yıllık bir aradan sonra kaynaklarda ortaya çıkan kilise babalarına ait ilk alıntıları, nasıl muhafaza edildiklerine dair hiçbir bilgi olmadığı halde ve ne kadar güvenilir olduğu bilinmemekle birlikte doğru kabul edenler de bulunmaktadır. Bunun yanında, Müslümanlara ait hadislerin Hz. Peygamber'e aidiyetini değil, ilk yüzyılda kendi görüşünün ilahi kaynaklı olduğunu kabul ettirmek için uyduran bir sahtekara ait olduğunu göstermek için bile yaklaşık 800 civarında ravinin tek tek incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durumda çifte standart kavramının son derece yetersiz kaldığı görülecektir.

Birkaç yıl önce Dr. Vedad el-Kâdî Kahire'de, Batılıların İslâm hakkında yayın yapan yüzlerce dergi ve sayısız ansiklopediye sahip olduklarını ve Müslümanların kendi dinleri hakkında benzer bir çalışmayı gerçekleştiremediklerini ima ederek İslâm alimlerinin Batı'da yapılan İslâm araştırmalarının otoritesini kabul etmeleri gerektiğini ilan eden bir tebliğ sundu. Gerçekte ise Batı'nın üretimi Müslümanların on dört yüz yıl boyunca ortaya koydukları muazzam çalışmanın gölgesinde kalmaktadır. Ulaştıkları kanaatlerinden dolayı Kâdir-i Mutlak'a hesap vereceklerinin farkında olarak ulaştıkları derinlik ve anlayışın saflığı, Arapçaya hakimiyetleri ve hakikat arayışındaki samimiyetleri ile ortaya koydukları eserler Oryantalizmin hedeflediği noktanın çok daha ötesine gider.

Öyleyse, Kur'an ve Sünnet üzerine bir otorite olmaya kim hak kazanmaktadır? Veya genel ifadelerle, İslâm ve onun sayısız yönü hakkında yazmak kimin hakkıdır? Elbette ki herhangi bir kişi klavyesinin başına oturup İslâm hakkında da yazabilir; fakat ancak samimi bir Müslüman İslâm ve onunla ilgili konular hakkında yazmak için meşru şekilde bir ayrıcalığa sahip olabilir. Bazıları bunu önyargılı olarak değerlendirebilir, fakat bu takdirde önyargılı olmayan kimdir? Oryantalist ilim geleneği başlangıçta, daha fazla aydınlanmış bir yabancının araştırdığı konuyu daha keskin bir gözle ve daha derin bir mantıkla görebileceği şeklinde bir tarafsızlık iddiası üzerine oluşturulmuştu. Bu varsayımın bir ağırlığı olmakla birlikte, bunu olduğu gibi kabul edemeyiz. Oryantalizmi en azından bu görüşte bir hakikat olup olmadığını anlamak için kendi inançları ve mizacı ile ilgili olarak soruşturmamız gerekir, Oryantalizmin geçmişi ve bugünü böyle göklere çıkarılan bir imaj görüntü vermemektedir. Edward Said'in ifade ettiği gibi, Oryantalizm temelde, Doğu, Batı'dan daha zayıf olduğu için Doğu üzerine hakimiyet kurma arzusunda olan siyasi bir doktrindir. Bu nedenle, Müslümanlar açısından, inanan ve ibadetlerini ifa eden bir başka Müslüman tarafından kaleme alınanlar, daha sonra kıymetine göre takdir edilmek kaydıyla dikkate alınmayı hak eder. Oryantalizmin kendi muhalif görüşlerini geliştirmek için yaptıkları teşebbüsler ise bertaraf edilmelidir. Bu seçicilik İbn Sirin'in (ö. 110 H./728 M.) altın kuralının tam kalbinde yer alır:

'Bu ilim sizin dininizi oluşturur, öyleyse dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.'

*Mustafa el-Azami Mekke'deki Ümmül Kur'a Üniversitesi'nde, Michigan, Princeton ve Colorado üniversitelerinde çeşitli görevlerde bulunmuştur. Halen Kral Suud Üniversitesi onur profesörüdür.

PROF. DR. M. MUSTAFA EL-AZAMİ *

 

Kaynak: Zaman

 




Haber Ara