PKK, geçmiş eylemlerinden farklı olarak şehirlerde hendekler kazıyor, üniforma giydirdiği militanlarına açıktan silah taşıttırıyor, yol kontrolleri yapıyor ve bombalama eylemlerine devam ederek adam öldürüyor. Fakat bunu geçmişten farklı bir strateji ile yapıyor ve yapmaya da devam ediyor.
Dağda savaşan PKK artık şehirlerde savaşıyor. Öyle ki, geçmiş yıllarda dağdan inen PKk'lılar eylem yaptıktan sonra tekrar dağa kaçarken şimdi yapılan eylemlerde PKK mensupları şehirlerde kalıyor. Şehirlerde yapılar ve yönetimler kuruyor.
Hepimizin gözden kaçırdığı soruyu şimdi soralım:
Yapılanları PKK'nın “Serhıldan” yani halk ayaklanması ile açıklamak mümkün mü, yoksa PKK, başından beri “Uluslararası tanınan bir güç” haline gelmek için mi bu eylemleri düzenliyor. Kazılan hendek PKK'nın Cenevre yolu mu?
Bugün yapılan eylemler sanıldığı gibi sadece bir “İç çatışma” eylemleri değil, aynı zamanda Uluslar arası meşruiyet kazanma eylemleri… Gerek Türkiye kamuoyu gerekse de siyasilerin büyük bir kısmı meselenin “Uluslar arası” bölümünü destek noktasından görürken kimse “Uluslar arası meşruiyet” kavramı açısından meseleye bakmadı ve bunu dillendirmedi. Mesele çok basite indirgendi ama mesele hiç de basit değil ve mesele sadece Hendek, yol kesme, adam öldürme de değil.
Kısaca meselenin özü Cenevre Sözleşmelerinde saklı
Bugün terörizm, sokak hareketleri, ayrı- ayrı ve öngörülmeyen bir biçimde şiddet eylemleri ve benzeri öteki eylemler gibi iç gerginlikler ve karışıklıkların, iç silahlı çatışmalardan nasıl ayırt edileceği ve çatışmalar sırasında sivillerin haklarının nasıl korunacağını önemli meseleler olarak karşımıza çıkmaktadır. Karşımıza çıkan bu sorunlarla ilgili uluslar arası anlamda karşımıza çıkan en önemli belgelerden biri Cenevre Sözleşmeleri'dir
“1949 Cenevre Sözleşmeleri'nin hazırlandığı dönemde silahlı çatışmaların en yaygın türü devletlerarası savaştı. Bu nedenle 1949 Cenevre Sözleşmeleri'nin temel amacı devletlerarasındaki savaşları düzenlemek olmuştur. Bir devlet içinde silahlı grupların gerek hükümete karşı gerekse birbirleri arasında devlet ya da hükümet olabilme yolunda başvurdukları silahlı çatışmalardı.
Üçüncü devletler bu gruplara, “devlet”, “hükümet”, “savaşan” ya da “ayaklanan” gibi hukuksal statüler tanımadıkça Uluslararası Hukuk'un kapsamı dışında kalan ve ilgili devletin iç güvenliği çerçevesine giren eylemler olarak değerlendirilmiştir. Oysa günümüzde devletlerarası savaş olasılığı azalmış; buna mukabil geçmişte hayal edilemeyen silahlı çatışma türleri ve uluslararası nitelikte olmayan silahlı çatışmalar/iç savaşlar daha yaygın hale gelmiştir
1949 Cenevre Sözleşmeleri'ne ek 1977 tarihli II Numaralı Protokol çerçevesinde uluslararası nitelikte olmayan bir silahlı çatışma ise 1. maddede şu şekilde düzenlenmiştir:
“1-12 Ağustos 1949 Cenevre Sözleşmeleri ortak madde 3'ü, mevcut koşullarını ya da uygulanmasını değiştirmeksizin geliştiren ve destekleyen bu Protokol, bir Yüksek Akit Tarafın ülkesinde; bu tarafın silahlı kuvvetleri ile sorumlu bir komutanın yönetiminde ülkesinin bir bölümünde sürekli ve düzenli askeri harekât yürütmeye izin verecek ve bu Protokol'ü uygulayacak düzeyde denetim sağlayan, ayrılıkçı silahlı kuvvetler ya da örgütlenmiş silahlı gruplar arasında cereyan edebilecek tüm silahlı çatışmalara uygulanacaktır.
2-Bu Protokol, silahlı çatışma olarak değerlendirilmeyen, sokak hareketleri, ayrı ayrı ve öngörülmeyen bir biçimde şiddet eylemleri ve benzeri öteki eylemler gibi iç gerginlikler ve iç karışıklıklar durumlarında uygulanmayacaktır.”
Meseleye biraz daha derin bakalım:
Geleneksel uluslararası hukukta, iç silahlı çatışmaların gelişiminde çatışmanın ölçüsüne ve yoğunluğuna bağlı olarak üç farklı aşama söz konusudur.
1- Başkaldırı (rebellion),
2-Ayaklanma (insurgency)
3- Savaşan taraflıktır (belligerency
Geleneksel uluslararası hukukta “başkaldırı (rebellion)”, bir devletin otoritesine yönelik kısa süreli ve münferit bir tehdit olarak algılanır. Diğer taraftan Uluslararası Örf ve Adet Hukuku'na göre, yasal devlete ya da hükümete karşı başlatılan silahlı başkaldırının bastırılamaması ve çatışmanın başkaldırıdan daha önemli ve sürekli hale gelerek nitelik değiştirmesi durumunda, bu “defacto” durumun tescili anlamında, muhalif topluluklara “ayaklanan/asilik” statüsünün tanınması söz konusudur
Hukuksal açıdan “savaşan taraf” statüsünün tanınması da, ayrılma ya da hükümet olma amacıyla bir devlet ve hükümetine karşı başkaldıran ancak bağımsız bir devlet olarak tanınmasına yetecek kadar kesin bir sonuca ulaşamayan kuvvetlere; bir takım koşulları yerine getirmeleri durumunda, yalnızca bu kuvvet kullanma döneminde geçerli olmak üzere, ülke devletinin ya da üçüncü devletlerin verdiği bir statüdür.
“Savaşan taraf” statüsünün tanınması için belli koşulların yerine getirilmesi gerekmektedir. Savaşan taraf statüsünün tanınması için dört kıstas öne çıkmaktadır. Bu kıstaslar:
1-Devlet içinde genel nitelikte bir silahlı çatışmanın olması
2-Başkaldıran kuvvetlerin ülke topraklarının önemli bir kısmını işgal etmesi ve yönetmesi
3-Başkaldıran kuvvetlerin, çatışmaları sorumlu bir komutanın yönetimi altında ve Savaş Hukuku kurallarına uygun olarak gerçekleştirmesi
4- Çatışmaların, üçüncü devletlerin çatışan taraflara yönelik davranışlarını diplomatik ya da ekonomik bakımdan savaşan taraf statüsüne göre tanımlamalarını gerektirecek bir ölçüye ulaşmasıdır.
Uluslararası nitelikte olmayan bir silahlı çatışmadan bahsedildiğinde kimi özellikler taşıması gerekmektedir.
1-Bu özellikler arasında asilerin silahlı bir çatışmaya taraf olabilmesi için belli düzeyde teşkilatlanmış olması gereklidir. Bu teşkilatlanma düzeyi en azından ortak madde 3'te öngörülen yükümlülükleri yerine getirebilme ölçüsünde olmalıdır.
2-Yine asilerin ülkede belirgin bir toprak parçası üzerinde etkin denetim kurmuş olması gereklidir.
3-Hükümetin asileri bastırmak için etkin bir direnişte bulunması ve bu maksatla düzenli ordu birliklerini kullanması gereklidir.
4-Dilerse hükümet muhaliflere savaşan taraf statüsü de tanıyabilmektedir. Görüldüğü gibi ortak madde 3'te eşkıyalık, sokak hareketleri ve terörizm gibi münferit ve öngörülmeyen şiddet olaylarını aşan fakat savaşan taraflık statüsünün tanınması ölçüsüne varmayan uluslararası nitelikte olmayan silahlı çatışmalara uygulanmaktadır
Şimdi bütün bu yazdıklarım üzerine PKK'nın nasıl bir strateji izlediğini anlatmaya çalışayım:
PKK Lideri Abdullah Öcalan, 1992 yılında, PKK, “ayaklanma” başlatacağını duyurmuş, Öcalan, 1992 yılını “ayaklanma yılı” olarak ilan etmiş ve amacın, (1) kurtarılmış bölgeler, (2) ulusal meclis, (3) savaş hükümeti kurmak olduğunu açıklamıştı.Öcalan bunda başarılı olamadı.
Türkiye'de çözüm süreci başladığı andan itibaren Öcalan ısrarla bir şeyin altını çiziyor: Meclis'in onayı.
Öyle ki, Öcalan ilk olarak BDP'li Pervin Buldan, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan ile 23 Şubat'ta yaptığı görüşmenin yayınlanan tutanaklarına göre, “Çekilmeden çekilmeye fark var. tek taraflı bir çekilme olmayacak. Çekilme parlamento kararı ile olacak. Başbakanın dediği çekilsinler onlara karışmayız demesiyle olmaz. TBMM onaylayacak, çekilme komisyonla olacak” ifadesini kullanmıştı.
Öcalan daha sonra, 18 Mart'ta görüştüğü BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile diğer BDP'liler Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder'e “çözüm planı için TBMM'nin somut adım atması gerektiğini” söylemişti.
Öcalan'ın TBMM ısrarının arkasında, PKK “terör örgütü” olmaktan çıkacak, “savaşan taraf” ya da “ordu” pozisyonuna sokulacaktı. Bu gerçekleşmedi.
PKK, ısrarla devletle girdikleri çatışmanın uluslararası nitelikte olduğunu vurgulayarak, 1949 Cenevre Sözleşmelerinin tamamının uygulanmasını sağlamak istemelerinin arkasında çeşitli nedenler vardır. Öncelikle, silahlı çatışmalar hukukunda çatışmanın tarafı savaşan taraf (belligerent) statüsünü kazanırsa birtakım haklara sahip olmaktadır. Örneğin bir grubun savaşan taraf statüsünün elde etmesi halinde teslim olan ya da sağ ele geçirilen militanları savaş esiri statüsü ayrıcalığı elde etmektedir. Savaş esiri yalnızca çatışma hukuku kurallarının ihlali bağlamında yargılanması mümkün olduğundan militanlar bulundukları ülkenin cezai yargı yetkisinden çıkmaktadır. Uluslararası İnsancıl Hukukun uygulanmasının istenilmesindeki en önemli sebep ise hiç kuşkusuz hukuki statü elde ederek devlete karşı yapılan eylemlere meşruiyet kazandırılmasıdır. “Terör örgütleri” Cenevre Sözleşmelerine göre “yasal savaşçı” olarak kabul edilmemektedir. 1949 Cenevre Sözleşmelerine Ek I numaralı Protokol'ün 43.maddesinde yasal savaşçıya ilişkin belirlenen temel ölçüt ‘'emir komuta zincirinin sorumluluğunu üstlenebilecek bir biçimde ast-üst hiyerarşisine dayanarak organize edilmiş silahlı birlikler” niteliğidir. Bir grubun yasal savaşçı olarak kabul edilmesi için ayrıca uzaktan tanınabilen sabit bir işaretlerinin olması; silahlarını açıktan taşımaları ve eylemlerini savaş hukukunun kurallarına, uygun gerçekleştirmeleri gerekmektedir.
PKK açısından baktığımız duruma devlet açısından baktığımızda ise şu gerçek karşımıza çıkıyor: “Terörle mücadelede uygulanacak hukuka ilişkin olarak iki temel hukuk bulunmaktadır;
- Uluslararası İnsan Hakları Hukuku
- Uluslararası İnsancıl Hukuk. Hem barış zamanı hem de savaş zamanı uygulanan Uluslararası İnsan Hakları Hukuku çerçevesinde terörle mücadele devletin görevidir ve anayasal düzeni koruma ve ülke bütünlüğünü sağlama gibi hedeflerle devletin silahlı kuvvet kullanma hakkı bulunmaktadır. Devletin terörle mücadelede kuvvet kullanma hakkının sınırlarını ise Uluslararası İnsan Hakları Hukuku belirlemektedir. Buna göre devlet, terörizmle mücadelede taraf olduğu Uluslararası İnsan Hakları belgelerini, kendi Anayasa ve Ceza hukukunu uygulayacaktır. Bu şekilde terörle mücadelede uygulanan güvenlik politikası ile insan hakkı arasında bir denge kurulmaktadır. Somut olarak ifade etmek gerekirse devlet güvenlik politikalarını uygularken sivilleri hedef almamakta ve teröristlere karşı orantılı kuvvet kullanımında bulunmaktadır.” Kısaca, çatışmanın yüksek yoğunluklu silahlı çatışma teşkil etmemesi halinde, devlete muhalif silahlı grubun ülkenin belirli bir bölümünde etkin kontrolü bulunmuyorsa, bu grup yasal savaşçı olarak kabul edilmemişse ve gruba savaşan taraf statüsü verilmemişse çatışma halinde uluslararası insancıl hukuk yerine insan hakları hukuku esas alınmaktadır.
Toparlayacak olursak gerek PKK gerek Dağlıca saldırısı sonrası alıkoyduğu Türkiye Cumhuriyeti askerlerini, gerekse de 16 yaşından küçük çocuk askerleri bırakacağını ilan ettiğinde Cenevre'ye atıf yapmıştı. PKK, 2013 yılında 'Çocukların Silahlı Çatışmaların Etkilerinden Korunmasına Dair taahhütnameyi imzaladığı hatırlatılan Cenevre Çağrısı'nın açıklamasında, şu ifadelere yer verildi:
"Taahhütnamenin uygulanmasının takibi ve izlenmesi, taahhütnamenin bütünleyici ayrılmaz bir parçasıdır. Cenevre Çağrısı durumu yakından izlemeye devam edecektir ve koşullar ne olursa olsun, söz konusu olan 16 yaş altındaki, çocukların ailelerine güvenli bir şekilde dönmelerini ummaktadır."
Bugün Çözüm Süreci'nin en büyük tıkanıklığı ve PKK'nın silahları ile Türkiye'yi terk etmemesinin sebebi “Uluslar arası Meşruiyet” isteğine devletin yanaşmamasıdır. Bugün seçimler sonrasında bölgede açıktan silahlarla gezme, üniforma giyme, belirli bölgeleri kontrol altında tutarak, Kurtarılmış Bölge ve özerkliğini ilan etme altında Uluslar arası bir güç olma isteğidir. Önümüzdeki günlerde özellikle devlet dairelerinde çalışan insanlar kaçırılmaya başlanırsa hiç şaşırmamak gerekiyor. Çünkü bunların her teslimi aynı zamanda bir meşruiyet meselesi haline getirilecek.
Bugün yaşadığımız şiddetin kaynağı esas olarak uluslar arası meşruiyet isteğinin devlet tarafından kabul edilmediğini açık açık ifade etmeyip Erdoğan karşıtlığı üzerinden sokakları hareketlendirme ve meşruiyet kazanma derdidir. Bu kısa vadede çok mümkün gözükmediği gibi şiddetin daha da artmasına yol açacaktır. Mesele bu kadar nettir ve basit değildir.