Dîvâni Lugâti't-Türk'ün yazımına 1072 senesinde başlanmıştır. Asya içlerinden Anadolu'ya kadar uzanan coğrafyada dağınık bir biçimde yaşayan ve gün geçtikçe dünya sahnesinde etkilerini arttıran bu insanların kim olduğu sorusuna bir yanıt olarak yazılan kitap tüm Türk ve Türkmen lehçelerini bir araya getirmek amacıyla çıktığı yolunda, bu halkların yaşayışlarının, inançlarının, mitlerinin ve tarihlerinin tanığı olmuştur. Sayıları "sadece Cenab-ı Hak tarafından bilinebilecek" bu kavimlerin, alt-kavimlerin, kollar ve ailelerin kullandıkları sözcükler ve dillerini inşa ettikleri kaideler ve ilkeler Arapça lügatlarındaki tertip çerçevesinde aktarılmış ve âlimâne bir terkiple sunulmuştur.
Divanü Lugat-it Türk, Karahanlı bir Türk bilgini ve edibi olan Kaşgarlı Mahmud tarafından 1072-1074 yıllarında kaleme alınmıştır. Döneminin en iyi alimlerinden sayılan Kaşgarlı Mahmud, Lugat kitabı tarzında olan bu eserini, yazdığı dönem içerisinde Arapçanın Türkçeden daha ileri bir dil olduğu savına karşın belki daha da zengin bir dil olduğunu kanıtlamak adına ortaya koymuştur. Kitabın kuruluşunda, Türkçe sözler Arapça kurallara göre tertip edilmiş, Arapça karşılıklarıyla anlamlarını bulmuşlardır. Mahmud eserini, yazdıktan üç yıl sonra Abbasi halifelerinden Muktedi Billah'a takdim etmiştir ki, Kaşgarlının bu davranışı Türkçe dilinin üstünlüklerinin devlet onayından da geçirilmesi olarak değerlendirilebilinir. Lugat bundan üç yüzyıl sonra Kilisli Rıfat'ın düzeltmesiyle ilk kez basılmış; 1943 yılında da Türk Dil Kurumu üyelerinden olan Besim Atalay tarafından Arapça harfler Latin harfleriyle karşılıklarını bulmuştur. Kilisli Rıfat'tan Besim Atalay'a kadar yapılan Divan tercümelerinin tümü bire bir çeviri olmaktan öteye gidememiştir.
TÜRK DİL KURUMU'NDA DİVAN-I LÜGATİ'T-TÜRK'ÜN HİKAYESİ
Başka birkaç kaynakta daha anılan ve bilgilerinden yararlanılan Dîvânu Lugâti't-Türk'ün varlığı bilinmekte ancak 1914 yılına gelinceye kadar tek bir nüshasına bile ulaşılamamaktaydı.
Oysa Dîvânu Lugâti't-Türk'ün bir nüshası eski Maliye Bakanlarından Nazif Bey'in kitaplığında bulunmaktadır. Türk dili ve kültürü bakımından önemini bilemeyen ancak değerli bir kitap olduğunu tahmin eden Nazif Bey, yakınlarından bir kadına kitabı verir ve:
–Bak sana bir kitap veriyorum. İyi sakla… Sıkıştığın zaman sahaflara götür. Altın para ile otuz lira eder, aşağıya verme! der.
Bir süre sonra paraya ihtiyacı olan kadın, kitabı Sahaflar Çarşısı'ndaki kitapçı Burhan Bey'e götürür ve otuz liraya satmak istediğini söyler. Dîvânu Lugâti't-Türk gibi bir eser için otuz lira hiç de yüksek bir miktar değildir ama bu kitabın önemini ve değerini bilmeyenler için yüksek bir bedeldir. Burhan Bey, yüksek bir fiyatla alır diye kitabı Maarif Nazırı Emrullah Efendi'ye götürür. Nazır da kitabı İlmiye Encümenine havale eder. Kitabı incelemek için bir hafta süre isteyen Encümen, bir hafta sonra kitaba on lira değer biçer. Kitabın kendisinin olmadığını, sahibinin otuz liradan bir para bile aşağıya inmediğini söyleyince Encümendekiler
–Biz otuz liraya bir kütüphane satın alırız. Al kitabını, istemiyoruz, diyerek kitabı Burhan Bey'e geri verirler.
İşte tam da o günlerde, ömrünü ve servetini kitaplara adayan, haftada birkaç kez Sahaflar Çarşısı'na uğrayıp, kitapçıları tek tek dolaşarak yeni bir şey olup olmadığını sormayı alışkanlık edinen Ali Emiri Efendi, kitapçı Burhan Bey'in dükkânına uğrar. Ali Emiri Efendi yeni bir şey olup olmadığını sorunca, Burhan Bey,
–Bir kitap var ama sahibi otuz lira istiyor, diyerek olanı biteni anlatır ve sürenin ertesi gün dolacağını, yaşlı kadının kitabı almaya geleceğini söyler.
Eline aldığı kitabın adını okuduğu anda Ali Emiri Efendi, bayılacak gibi olur… Dünyada eşi benzeri olmayan, Türk dilinin en değerli eseri Dîvânu Lugâti't-Türk'tür elindeki kitap… Otuz değil, otuz bin liraya bile değerdir bu kitaba. Kendisini hemen toparlayan Ali Emiri Efendi, kesin alıcı görünmemek, kitapçıyı şımartmamak amacıyla:
–Dağınık bir eser… Acaba tamam mı değil mi? Yazarı da Kâşgarlı adlı bir adammış… Kimdir, necidir, belli değil… Sarı çizmeli Mehmet Ağa… Ama ne de olsa bir eserdir… Encümen on lira teklif etmiş, ben de on beş lira veririm… der. Burhan Bey:
–Kitap benim olsaydı verirdim. Sahibi mutlaka otuz lira istiyor Alacaksanız bir kadına iyilik etmiş olursunuz, almayacaksanız sahibine geri vereceğim, diye söyleyince Ali Emiri Bey
–İşte şimdi işin şekli değişti… Bir kadına yardımcı olmak gerekir. Peki, kabul ettim, diyerek kitabı satın aldığını söyler ama yanında yalnızca on beş lira vardır. Eve gidip gelecek olsa kitabın bir başkasına satılması ihtimali bulunmaktadır. Paranın üstünü daha sonra vermek üzere kitabı almak istese kitapçı bunu kabul etmeyecektir. Kitabı bırakıp gitmek de istememektedir. Böyle karmaşık düşünceler içerisindeyken kitabı Burhan Bey'le birlikte bırakır, bir rivayete göre dükkânın kapısını kilitleyip anahtarı cebine koyar ve bir tanıdığa rastlamak umuduyla çarşıya çıkar. Birkaç dakika sonra eski Darülfünun edebiyat hocası Faik Reşat Bey ile karşılaşır. Hemen yanına koşar:
–Varsa, aman bana yirmi lira ver! der. Faik Reşat Bey'de on lira vardır, hemen onu verir. Geri kalanını getirmek üzere aceleyle evine gider. Ali Emiri Efendi de Burhan Bey'in dükkânına döner ve gönül rahatlığıyla Faik Reşat Bey'i beklemeye koyulur. Burhan Bey şaşkın vaziyettedir. Kitabın önemli bir eser olduğunu o da anlamıştır artık…
Birkaç dakika sonra Faik Reşat Bey elinde on lira ile gelir. Ali Emiri, otuz lirayı hemen verir ama Burhan Bey bir de bahşiş istemektedir. Üç lira da Burhan Bey'e verir ve Faik Reşat Bey ile birlikte dükkândan ayrılırlar, konuşa konuşa çarşıdan çıkarlar. Fakat Ali Emiri'nin gözü arkadadır, Burhan Bey'in satıştan vazgeçip arkasından gelip kitabı istemesinden korkmaktadır. Kimsenin gelmediğinden emin olunca
–Oh… Elhamdülillah! diyerek evine gelir. Ne kadar değerli bir esere sahip olduğunu, kitabı incelemeye başladığında anlar. Dostlarına, arkadaşlarına kitabın değerini şöyle anlatır Ali Emiri Efendi:
Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir… Türkistan değil bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka bir parlaklık kazanacak. Arap dilinde Sibeveyh'in kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez… Bu kitapla Hz. Yusuf arasında bir benzerlik vardır. Yusuf'u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır'da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem…
Ancak, Dîvânu Lugâti't-Türk'ün bulunduğu tarih konusunda kaynaklarda farklı bilgiler verildiğini de belirtmek gerekir. Bu bilgileri değerlendiren ve kaynaklardaki diğer verilerle yorumlayan Prof. Dr. Ali Birinci, Dîvânu Lugâti't-Türk'ün eldeki tek nüshasının Ali Emiri tarafından 1914 yılının ilk aylarında bulunmuş olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Dîvânu Lugâti't-Türk'ün Ünü Yayılıyor
Ali Emiri Efendi'nin Dîvânu Lugâti't-Türk'ü bulduğu ve satın aldığı haberi önce İstanbul'da sonra ülkede ve daha sonra da dünyadaki Türklük bilimi âleminde dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Haberi duyan ilk kişilerden biri olan Ziya Gökalp çok heyecanlanmış, o heyecanla eseri görmek üzere soluğu Ali Emiri'nin evinde almıştı ama kitaba gözü gibi bakan Emiri:
–Şimdilik gösteremem, belki iki ay sonra olabilir, diyerek Ziya Gökalp'ı gücendirmişti.
Hemşehrisinden aldığı bu cevap üzerine Diyarbakır milletvekillerini Ali Emiri Efendi'ye ricacı gönderen Ziya Gökalp, yine eseri görme emeline ulaşamayacaktır.
Ali Emiri evine kapanmış gün boyu Dîvânu Lugâti't-Türk'ü okumakta, akşamları da âdeti olduğu üzere uğradığı kıraathaneye gitmekte, gün boyu okuduğu kitaptan bilgileri ballandıra ballandıra dostlarına anlatmaktadır.
Ziya Gökalp'tan Sadrazam Talat Paşa'ya Dîvânu Lugâti't-Türk'ü Yayımlatma Girişimleri
Bulunuş öyküsü ve kitabın içeriği gazetelere haber konusu olmakta, herkes kitabı merak etmektedir. Orhon Yazıtları'nın okunuşuyla birlikte Türklere ait olduğunun ortaya çıkışından birkaç yıl sonra Türkçenin ilk sözlüğü Dîvânu Lugâti't-Türk'ün bulunması, ülkede büyük bir sevinç yarattığı gibi Türkçenin köklü ve güçlü dil olduğu düşüncesi Türk toplumunun öz güveninin artmasını sağlamıştı. Yıllarca Türkçenin evde, sokakta, çarşıda, pazarda konuşulan dil olduğu; bilim, sanat, edebiyat ve öğretim dili olamadığı yolunda düşüncelerin ileri sürüldüğü bir ortamda Kâşgarlı Mahmud'un Türklerle ve Türkçeyle ilgili sözleri toplumda yayılıyor, Türkçeye bakış hızla değişiyordu. Türklere Türk adını Tanrı'nın verdiği, Türkçe öğrenmenin gerekliliği ve Türkçenin Arapça ile eş değerde dil olduğu konusundaki bilgiler millî bir dil ve edebiyat anlayışının yaygınlaşmasını da sağlamaktaydı.
Dîvânu Lugâti't-Türk'ü gözü gibi koruyan Ali Emiri Efendi, bir hafta sonra Kilisli Muallim Rifat Bey'i evine davet eder. Kilisli Rifat Bey, Ali Emiri'nin evine geldiğinde kitabın ortada olduğunu görür.
Ali Emiri Efendi:
–İşte Dîvânu Lugâti't-Türk, buyurun mütalaa ediniz, diyerek eliyle kitabı gösterir. Kitabı inceleyen Kilisli Rifat Bey,
–Cenabıhak yayımlanmasını nasip etsin, deyince bu söz Ali Emiri Efendi'nin çok hoşuna gider ve:
–Bu sözü başkasından duymadım, inşallah yayımlarız, tashihini de sen yaparsın. Rifat, bu kitap ne kadar yüksek dersek o kadar yüksek, ne kadar kıymetli dersek o kadar kıymetli… Fakat bunun mühim bir kusuru var. Kitabın şirazesi çözülmüş, formaları dağılmış, yaprakları karışmış, başı sonu belirsiz olmuş. Sayfalarının karşılığı yok, sayfa başlarında numara yok. Kitap tamam mı değil mi? Düzenlenmesi mümkün mü değil mi? Rifat, sana rica ediyorum. Her gün gel, bir iki saat bu kitap ile meşgul ol.
Kilisli Rifat bu teklifi seve seve kabul eder. Yaklaşık iki ay süresince her gün birkaç saat çalışarak, birkaç kez bir araya getirip düzen tutmadığını görerek yeniden düzenlemeye çalışan Kilisli Muallim Rifat sonunda sayfaları tam olarak sıraya dizer ve eserin eksiksiz olduğu müjdesini Ali Emiri Efendi'ye verir. Günlerdir bu müjdeyi bekleyen Ali Emiri Efendi sevincinden ağlar ve evinin yarısını Kilisli Muallim Rifat Bey'e vermeyi teklif eder… Kilisli bu teklifi kabul etmeyerek kendisine verilecek en büyük ödülün kitabın yayımlama izni olduğunu belirtince Ali Emiri Efendi:
–İnşallah o da olur, fakat biraz sabrediniz, der…
Bu sözlerden kitabın yayımlanmasına razı olacağını anlayan Kilisli Rifat Bey araya hatırlı kişilerin girmesi durumunda Ali Emiri Efendi'nin hayır diyemeyeceği düşüncesindedir. Araya öyle hatırlı kişi girmelidir ki Ali Emiri Efendi hayır diyemesin…
Kilisli Rifat'ın Dîvânu Lugâti't-Türk'ü gördüğü, dağılmış sayfaları topladığı haberinin duyulmasından birkaç gün sonra Ziya Gökalp Kilisli Rifat Bey'e gelir:
–Bahtiyar Rifat… Sen bu kitabı hem gördün hem okudun değil mi?
–Evet, gördüm de okudum da…
–Rifat, ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı. Bu kitabı hem almalı hem de yayımlamalıyız. Bu hazinenin anahtarı senin elindedir. Gel bana yardım et, şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi, bana çaresini söyle.
Aslında bir çaresini de bulmuştur Kilisli Rifat… Ali Emiri Efendi'nin Talat Paşa'yı çok sevdiğini, ricacı olması durumunda ona hayır diyemeyeceğini bilmektedir. Ziya Gökalp, Talat Paşa'ya konuyu açarsa, Talat Paşa da Ali Emiri Efendi'ye Dîvânu Lugâti't-Türk'ün yayımlanması için izin vermesini rica ederse bu iş olacaktır… Ancak, Talat Paşa'nın Ali Emiri'nin ayağına gitmesi mümkün değildir. Ali Emiri'nin Babıali'ye veya merkeze çağrılması da hoş olmayacaktır. Sonunda Ziya Gökalp ve Kilisli Rifat Bey şöyle bir plan yaparlar:
Ali Emiri Efendi, Adliye Nazırı İbrahim Bey'i de çok sevmekte, sık sık Koska'daki evine gitmektedir. Ramazan ayında oldukları için Adliye Nazırı İbrahim Bey'in, Ali Emiri Efendi'yi iftara davet etmesi, Talat Paşa'nın da o akşam iftardan bir saat kadar sonra birkaç arkadaşıyla İbrahim Bey'i görmeye gelmesinin sağlanması konusunda mutabakata varırlar. Bu planı gerçekleştirmek üzere hemen harekete geçerler.
Birkaç gün sonra Adliye Nazırı, Ali Emiri Efendi'yi iftara davet eder. Nazır, Ali Emiri'yi her zaman olduğu gibi izzetüikramla karşılar. Davetli, yalnızca Ali Emiri Efendi'dir. Top atılır, iftar edilir. Ali Emiri bundan sonra olanları şöyle anlatacaktır:
İftardan sonra konuşmaya daldık. Bir saat kadar zaman geçti. Derken ağası geldi. Efendim, Talat Paşa teşrif buyurdular dedi. İbrahim Beyefendi hemen karşıladı. Misafirleri bulunduğumuz odaya aldı. Gelenler Talat Paşa ile beş altı kadar arkadaşı idi. Ben bunlardan yalnız Talat Paşa'yı tanırım. Misafirler içeri girdikten sonra İbrahim Beyefendi misafirleri tanıtmaya başladı. Bu tanıtmadan sonra beni onlara tanıtmak için en yüksek metihlerde bulundu. Bu misafirler, Emiri adını duyunca başta Talat Paşa olmak üzere birden ayağa kalktılar. İlk evvel Talat Paşa bana doğru yürüdü, geldi Hay üstadımuhterem, mübarek elinizi öpmekle kesbişeref etmek isterim. Müsaade buyurunuz dedi. Elimi tekrar tekrar öpmek istiyordu. Sonra ötekiler de öyle yaptılar.
Ben o gece belki otuz üç kere estağfurullah çektim. Ben istiğfar ettikçe onların aşkı artıyor, elimi bırakıp eteğimi öpmek istiyorlardı.
Bu istiğfar faslı bittikten sonra Talat Paşa ayağa kalktı Dîvânu Lugâti't-Türk hakkında bazı malumat vermemi rica etti. Ben de dilimin döndüğü kadar anlattım. Ben malumat verdikçe onlar bayılıyorlardı. Sonra hepsi birden böyle bir kitaba malik olduğum için beni tebrik ettiler.
Talat Paşa tekrar ayağa kalktı:
–Üstadımuhterem, huzurufaziletinizde söz söylemeye utanırım. Fakat müsaadenizle arz etmek isterim ki kitapların da insanlar gibi tabii bir ömrü vardır. Bir kitap binlerce sene yaşayamaz, çürür, fena bulur. Kitapları yaşatmak için eskiden istinsah usulü varmış. Fakat bunun da faydası mahduttur. Medeniyet bunun için yegâne bir çare bulmuş, o da tabı usulüdür. Tabı sayesindedir ki bir kitap bin olur, on bin olur, yüz bin olur. Mademki Dîvânu Lugâti't-Türk büyük bir ehemmiyeti, kıymeti haizdir; o hâlde müsaade buyurun, bu kitabı her şeyden evvel bastıralım. Baş tarafına da namıâlinizi koyalım. Bütün dünyaya yayılsın. Cihan size minnettar olsun. Bu lütfu bizden esirgemeyin…
Bu sözlerden Ali Emiri Efendi çok memnun olur. Kitabın basılması için iki şartı vardır. Birincisi bu işi Kilisli Rifat'ın yapması, ikincisi de kitabın baskı süresince yalnızca Kilisli Rifat'ta kalması, başkasına verilmemesidir. Talat Paşa bu şartları hemen kabul eder ve Ali Emiri Efendi ile aralarında şu konuşma geçer:
–Büyük üstad, bugün ne vazifede bulunuyorsunuz?
-Defterdarlıktan mütekaidim…
-Hayır, sizin gibi faziletli, tecrübeli bir zatın mütekait olmasına gönlüm razı olmaz. Elhamdülillah kemaliafiyettesiniz. Daha senelerce çalışabilirsiniz. Üstad, defterdarlık mı valilik mi şûrayıdevlet azalığı mı nazırlık mı ne arzu buyurursunuz? Lütfen söyleyin şimdi burada tayin etmek için emrinize amadeyim…
Ali Emiri Efendi bu sözler karşısında duygulanır ve şu cevabı verir:
–Ben milletime edecek hizmeti yaptım… Bugün nazarımda hiçbir memuriyetin kıymeti yoktur. Teveccühünüze, lütfunuza teşekkür ederim…
Dîvânu Lugâti't-Türk'ün İlk Yayımlanışı
Birkaç gün sonra Ali Emiri Efendi Dîvânu Lugâti't-Türk'ü Kilisli Rifat'a şartlarını da söyleyerek verir. Kitap Kilisli Rifat'a geçtikten sonra Talat Paşa Ali Emiri'ye “küçük bir mükâfat” olarak üç yüz lira gönderir. Ancak Ali Emiri Efendi bu parayı kabul etmez. Bütün servetini Türk kültürünün kaynağı olan kitaplara harcayan Ali Emiri Efendi, yayımlanmasından sonra Dîvânu Lugâti't-Türk'ü hiçbir bedel istemeden kitaplığındaki diğer eserlerle birlikte kurduğu kütüphaneye bağışlayacaktır.
Dîvânu Lugâti't-Türk'ün Kilisli Rifat tarafından yayımlanması Birinci Dünya Savaşı yıllarına rastlamıştır. Kâğıt ve mürekkep bulmak zordur… Basımevindeki harfler yıpranmıştır… Hatta baskı makinesi tekleyerek çalışmaktadır. İşte böyle bir ortamda Kilisli Rifat bu büyük eserin baskı işine girişmiştir.
Dîvânu Lugâti't-Türk'ün başına bir iş gelir diye sağlam bir çanta alan ve bir buçuk yıl süren baskı işi süresince çantayı yanından ayırmayan Kilisli Rifat üç cilt hâlinde basımını gerçekleştirir.
Kilisli'nin yayımı aslında Dîvânu Lugâti't-Türk'ün matbu olarak tıpkıbasımıdır ancak bu yayında dağınık sayfalar düzenlenmiş, eser bir araya getirilmiş, madde başları belirginleştirilmiş, harekesiz olan Arapça bölümler harekelendirilmiştir. Böylece Dîvânu Lugâti't-Türk yazılışından yaklaşık sekiz yüz elli yıl sonra bu kez baskı makinesiyle basılarak çoğaltılır ve yok olmaktan kurtulur.
Dîvânu Lugâti't-Türk'ün Türkçeye Çevrilmesi
Baskı sürerken Millî Tetebbular Encümeni, Kilisli Rifat'a Dîvânu Lugâti't-Türk'ün Türkçeye çevirisini yapması işini de teklif eder. Kilisli Rifat, defalarca okuduğu eseri basım işi bittikten sonra çevirmeye başlar. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Kilisli Rifat, eseri yirmi iki defter hâlinde Türkçeye çevirir. Yüz yirmi lira karşılığında çevirisini Maarif Nezaretine teslim eder.
Kilisli Rifat'ın çevirisi Telif ve Tercüme Heyetine gönderilir ama yayımlanması mümkün olmaz. Oradan da Darülfünun kütüphanesine gönderilir. Aradan geçen zaman içerisinde ülke felaketli günler yaşamış, Mustafa Kemal Paşa'nın öncülüğünde Millî Mücadele başlamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi işte o günlerde, Dîvânu Lugâti't-Türk'ün Türkçeye çevrilmesi işini, daha sonra Türk Dil Kurumunun kurucu başkanlığına getirilecek olan Sâmih Rifat ile İstiklal Marşı'mızın şairi Mehmet Âkif'e verir.
Kilisli Rifat bu haberi duyunca Sâmih Rifat'a bir mektup yazar ve kendi çevirisinden söz eder. Üniversitenin Edebiyat Kütüphanesindeki çevirilerinden yararlanılması, kendi adının da çevirenler arasında yer alması dileğini bildirir. Sâmih Rifat Bey bu çevirileri Ankara'ya getirtir. Mehmet Âkif ile Kilisli'nin çevirisini incelerler ve eserin yeniden çevrilmesine gerek olmadığına, Kilisli Rifat'ın çevirisinin yayımlanmasına karar verirler.
Dîvânu Lugâti't-Türk'ten haberdar olan Gazi Mustafa Kemal, Kilisli Rifat'ın yirmi iki defterden oluşan çevirisini okumak üzere Çankaya Köşkü'ne getirtmiştir. Atatürk'ün Kilisli Rifat çevirisini okuduğu Sâmih Rifat'ın Kilisli Rifat'a yazdığı mektuplarda belirtilmektedir. Atatürk'ün okuduğu bu defterlerden çekimlenen beş defter, bugün Türk Dil Kurumu Kütüphanesinde bulunmaktadır.
Bu arada Konyalı Abdullah Atıf Tüzüner ve Abdullah Sabri Karter de Dîvânu Lugâti't-Türk'ü ayrı ayrı Türkçeye çevirmişti. Van mebusu Tevfik Demiroğlu da eserin dizinini hazırlamıştı. Bunlardan Atıf Tüzüner'in çevirisi Türk Dil Kurumu Kütüphanesinde, Abdullah Sabri Karter'in çevirisi ise Bursa İl Halk Kütüphanesindedir.
Atatürk'ün öncülüğünde 26 Eylül 1932 günü Dolmabahçe Sarayı'nda toplanan Birinci Türk Dili Kurultayı'nın ardından Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Dîvânu Lugâti't-Türk'ün söz varlığını dizin hâlinde toplama ve eseri çevirme görevini Kilisli Rifat'a verir.
Birinci çevirisi yayımlanmayan Kilisli Rifat, Dîvânu Lugâti't-Türk'ü Türkçeye ikinci kez çevirme ve dizinini çıkarma işine girişir. Kilisli Rifat'ın Ankara'ya gönderdiği fişlerde Kurum düzeltmeler yapılmasını ister. Bu konudaki sorunları çözümlemek üzere Kilisli Rifat, Türk Dil Kurumu Genel Sektereri İbrahim Necmi Dilmen ve Besim Atalay ile Dolmabahçe Sarayı'nda görüşür, ancak bir anlaşma sağlanamaz.
Bu arada Dîvânu Lugâti't-Türk'ün iyi bir çevirisinin yayımlanması bilim çevreleri tarafından sabırsızlıkla bekleniyordu. Kurum yönetimi, özellikle Genel Sekreter İbrahim Necmi Dilmen, çeviri işini Besim Atalay'ın üstlenmesini istemektedir. Bu ısrarlar üzerine 1937 yılının sonlarına doğru Besim Atalay Dîvânu Lugâti't-Türk'ün çevrilmesi işini üzerine alır.
Besim Atalay, kendisinden önce yapılan çevirileri değerlendirir ancak eleştirdiği yönler dolayısıyla bunlardan yararlanmadan kendi çevirisini yapar. Bununla birlikte ara sıra şüphelendiği yerlerde bu çevirilere baktığını belirtir, ancak güvenemediği için hiçbir zaman bu çevirilerden doğrudan aktarma yapmadığını yazar.
Besim Atalay'ın çevirisi üç cilt olarak 1940 – 1941 yıllarında yayımlanır. Bu arada Kurum, Dîvânu Lugâti't-Türk'ün yeni bir tıpkıbasımını da 1941 yılında yapmıştır. Atalay'ın çevirisini bütünleyen dizin bölümü ise 1943 yılında yayımlanır. Dehri Dilçin'in Arap alfabesine göre hazırladığı Dîvânu Lugâti't-Türk dizini Türk Dil Kurumu tarafından 1957 yılında basılır. Bir başka dizin yayını ise Dîvânu Lugâti't-Türk'ün yazılışının 900. yılı dolayısıyla 1972 yılında yine Türk Dil Kurumu tarafından çıkarılmıştır. Aslında bu yayın, 1943'te Besim Atalay'ın hazırladığı dizinin yeniden düzenlenmiş biçimidir.