DİĞER İÇERİKLER

© Copyright 2023 - Timeturk İnternet Haber

Bu sitede yer alan tüm içerikler Timeturk'e aittir. Kopyalanması kesinlikle yasaktır.

A PHP Error was encountered

Severity: Notice

Message: Undefined variable: currency

Filename: layout/header.php

Line Number: 566

Backtrace:

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\views\layout\header.php
Line: 566
Function: _error_handler

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\controllers\Detail.php
Line: 836
Function: view

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\indexd.php
Line: 315
Function: require_once

A PHP Error was encountered

Severity: Warning

Message: Invalid argument supplied for foreach()

Filename: layout/header.php

Line Number: 566

Backtrace:

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\views\layout\header.php
Line: 566
Function: _error_handler

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\controllers\Detail.php
Line: 836
Function: view

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\indexd.php
Line: 315
Function: require_once

Kutsal bir bilim ihtiyacı

2012-09-28 15:33:34
Batı bilimi ve teknolojisi, son birkaç yüz yıldır, bu bilime ve teknolojiye kaynaklık eden anlayışın hâkimiyeti sonucu, mümkün olan tek bilim tipi olarak anlaşılmıştır. Bu anlayış monolitik ve monopolist (entegrist) yapısıyla kendisinin dışında kalan her türlü bilim anlayışını sahte bilim (pseudo-science) olarak etiketliyordu. Nasıl ki dayandığı felsefe, kendi dışındaki tüm felsefeleri “metafizikler” olarak dışlamış ve hakîkî metafiziği dahi kendi “mümkün” alanı içine alıp dönüştürerek soysuzlaştırmışsa, hegemonik Batı biliminin, diğer bilimlere yaptığı şey budur.

Batı bilimi anlayışının tabiat ile ilişkisi, tabiatın fethedilecek bir nesne olarak algılanması sonucu ortaya çıkmış bir efendi-köle ilişkisidir. Bu anlayış bir taraftan bilim ve teknolojide büyük “ilerlemeler” sağlarken, diğer taraftan bu bilimin, yapısı gereği tabiatın kendisinden ve insanın hakîkatinden uzaklaşması sonucunu doğuruyordu. Sadece rasyonel aklın ve “deneyin” öncülüğünde fethedilmeye çalışılan doğa ile onu fethetmeye çalışan insanın kaderi birbirinin yazgısını paylaşıyor; araçsal / rasyonel usa indirgenen “akl”ın, bir nevi çılgınlığa ulaşarak kendi kendisini yok ettiği; böylece doğayı, insanı ve hayatı tükettiği bir sonuca zemin hazırlanıyordu.

Batı biliminin başarısı aynı zamanda onun başarısızlığa uğrama sebebidir. Tabiata ve onun içindeki her şeye mutlak bir hâkimiyet kurma isteği, aynı zamanda tabiata karşı yabancılaşan, ona yabancılaşırken kendisine de yabancılaşan bir insan profili yaratmıştır. Rönesans’tan beri hâkim düşünce bir yığın dikatomiler üzerine bina ediliyordu. Tabiat-insan dikatomisi, bir yanıyla Hıristiyanlıktan miras kalan bir anlayışın Rönesans sonrası Batı düşüncesine sirayet edip, bilim ve tekniğin bilen-bilinen ve efendi-köle dikatomilerine dönüştürülmesiyle, birbirinden uzaklaşmış insan ve tabiat, birbirine düşman kılınıyordu. İnsanın en önemli görevi, tabiata yönelik bitip tükenmek bilmeyen bir hâkimiyet kurma çabası olarak ortaya çıkıyordu. Yunan düşüncesinin Prometheus’unun bir reenkarnasyonu Batı düşünce ve biliminin tüm tezahürlerinde başat aktör olarak ortaya çıkıyordu. Önce Tanrı’ya yönelik başlayan savaş, giderek metafiziğe, tabiata ve en son insanın bizatihi kendisine yöneliyordu. 20.yy’da insanın ölümüne yönelik bütün o tespitler, eğer bir tedavi sürecine girmek istiyorlarsa, bu öldürücü sürecin başına dönmek zorundalar.

Batı bilimi, hâkimiyet altına almaya çalıştığı bilgiyi parçalayarak ele alır ve her bilgi parçacığını bir uzmanlık alanının iktidarına terk ederek bir uzmanlaşma fetişizmi yaratır. Bu uzmanlaşma eğilimi, parçalayarak ele aldığı tabiatın, hayatın, insanın ve onların bilgisinin birbiriyle zorunlu ilişkisini göz ardı eder. Bu ilişki göz ardı edildiğinde, bir doğa parçasının fethinin, tabiatın bir başka tarafını yıkıma uğratması ve bu yıkıma insanlığı da ortak etmesi fark edilmez hale gelir. “Araçsal akıl”ın yarattığı bu bilim anlayışı, Kant’ın akıl için tespit ettiği türden bir “sınıra” sahip görünüyordu elbette. Ancak bu sınır, önce sınır ötesinde olanın inkârına, sonra “çapraşık yeniden inşasına” ve en son da çapraşık yeniden inşa-edilme aracılığıyla “tanımına” girişiyordu. Bu yüzden de “sınırlarının” ötesinde olana yönelik bir körlük ya da şaşılık bu tür bir bilim anlayışının en tipik özeliklerindendir. Dünyanın ekolojik dengesinin ve tabiatın, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar kısa sürede uğradığı bu yıkım, tam da bu anlayışla ilgilidir.

Kâinatın ve insanın ontolojik yapısındaki bu zorunlu ilişkisellik, Batı biliminin asla kavrayamadığı şeyi de ifşa eder mahiyettedir. “Varlığın her aşağı durumu, gerçekliğini kendisinin üzerinde bulunan ve kendisinden ayrılması imkânsız olan durumdan alır (1)” şeklinde anlaşılması gereken bu ontolojik bağlılık, Batı biliminde birbiriyle ilişkisiz kompartımanlara bölündüğü için, bütüncül ve “kutsal” yapının parçalanması şekline dönüşür. Seyyid Hüseyin Nasr’ın dediği gibi, şayet yeryüzü bugün büyük bir tehlike ile yüz yüze ise, bu, açıkça asırlar boyunca Batı insanının salt bir yeryüzü varlığı olarak kalmayı denemiş olması ve yeryüzü âlemini, onu aşkın olan her türlü realiteden kesip ayırması yüzündendir.

Batı bilimi bilginin pratik sonuçlarına ulaşmak ve bu sonuçlardan doğanın fethinde azamî yararlanmak için, doğadaki nesneler arasındaki ilişkiyi yok sayar ya da görmezden gelerek ihmal eder. Nasr’ın Kutsal Bir Bilim İhtiyacı kitabında belirttiği gibi, Newton’un kütle çekim kuvveti ile ilgili keşfinin analizi bile bu anlamda bir örnek olarak alınabilir. Kütle çekim kuvvetinin tam sonucunun, ancak evrendeki her cismin kütle ve uzaklıklarının o nesneye nispetle bilinmesiyle bilinebileceği bilgisi ihmal edilerek basitleştirilen bilim, bunun sonucunda matematiksel kesinlik uğruna doğanın metafizik ilişkiselliğini ihmal etme yoluna gider.

Galile Galileo'ya atfedilen "Ölçebildiğin her şeyi ölç; ölçemediklerini de ölçülebilir hâle getir!" sözünün Batı bilim ve teknolojinin mottosu hâline gelmesi bu anlayışın bir çıktısıdır. Ölçülemeyecek hiçbir şey bırakmama adına, kozmostaki metafizik ilişkisellik yok edilip, algılama kolaylığı için varlığın her alanını ilişkisiz adacıklara bölen bir bilim ve teknoloji anlayışı ikame edilmiştir. Ancak Batı biliminin saldırganlığının zararları, ölçülemeyen şeyleri ölçülebilir yapmak için varlığın hiyerarşik yapısındaki ilişkiselliği görmezden gelmesiyle kalmaz. Aynı zamanda varolan o ilişkiselliğin kopartılması ve varolanların her birinin öksüz bırakılması sözkonusudur. Dolayısıyla modern düşüncenin ve onun bir çıktısı olan Batı biliminin, sadece insanı değil, aynı zamanda tüm varolanları yalnızlaştırıp öksüzleştiren bir “zorunlu yönü” olduğunun tespit edilmesi özellikle önemlidir. Ölçülebilir alana tevdi edemediği her şeyi bilim-dışı, akıl-dışı sayarak yok saymasıyla, Batı bilimi, varlığın ancak yüzeysel ve “dondurulmuş” bir görünümünü anlayabilir.

Yeryüzü âleminin, onu aşkın olan hakikatlerden kesip ayrılması Batı biliminin birinci aşamasını oluşturmaktaydı. Bu, öncelikle felsefenin yaptığı türden bir hakîkî metafizik düşmanlığına benzer bir aşamaydı. Bilim, sınır ötesindekini inkâra giriyordu ilk olarak. Kendisine çizdiği sınırın içindeki her şey, yeni-kutsallar olarak ortaya çıkıyor; sınır dışında bulunan her şeye yönelik önceki görmezden gelme, sonra kaba bir saldırganlığa dönüşüyordu. “Uzman cehaleti” olarak adlandırabileceğimiz bu bilim anlayışı, önceki uzmanlık alanının kapalı devre olan ve “teknik ve pratik yarar” ilkesiyle tanımlanabilecek durumun bir adım ötesine geçiyordu. Artık “disiplinlerarasılk” denen bir şey vardı ve bu, bilimi, kendi içine kapalı mini-uzmanlık alanından dışarı çıkaracaktı. Bu tür bir disiplinlerarasılık, önce bilimin diğer alanlarıyla olan ilişkisellik olarak tezahür ediyordu. Bu tutum, “bilimin” cehaletinin giderilmesine yönelik bir aşamadan çok, istila şehvetinin ikinci aşaması olarak dikkat çekiyordu. Zira şehvetin son aşaması, o zamana kadar görmezden gelinen, “ölçülebilir hâle getirilemediği için” yok sayılan her alana yönelik post-modern bir saldırıya geçilmesi olarak tedavüle sokuluyordu. Daha önce görmezden gelinen, yok sayılan her şeye yönelik büyük bir istila şehvetinin hedefleri aşk, iman, Tanrı vs. idi artık! Aşk mı? Hormonal bir beden eylemi ve ömrü şu kadar! İman mı? DNA üzerine genetik çalışmalar sonucu onun “genini” bulduk zaten! Tanrı parçacığını bulduğumuz andan itibaren zaten Tanrı denen “şeyin” de “aslında” ne olduğunu keşfetmiş olacağız! Afrika’da bir milyon yıl önce maymunken, nasıl şimdi düşünebilen “bireyler” olduysak, bugün geldiğimiz “bilim” aşaması, bir milyon yıl sonra, tanrı olmayı da öğretebilir bize! Saldırının bu aşaması, daha önce ölçülebilir kılamadığı tüm alanları, o alanları anlamlandıran “kutsallar” dâhil, soysuzlaştırmaktı. Kendi “sınırlarının” ötesine geçebilecek bir kapasiteye sahip olmayan bilim, sınır ötesindekileri daha önce görülmemiş bir şehvetle ve vandal bir bozma eylemiyle sınır-içine çekmeye başlıyordu. Post-modernitenin ve onun bilim anlayışının “dikey disiplinlerarasılığının” temel görünümü bundan ibarettir aslında.

Batı biliminin hizmetindeki “bilim insanlarının” uzmanlık sonucu geldikleri nokta, bütüncül bir bakış yerine, parçaladıkları hakikatin sınırlı bilgisinin hakikatin bizzat kendisi sanıldığı bir “uzman cehalettir” işgalin birinci aşamasında. Bu cehalet, dayanacak bir irfanî geleneğin olmaması sonucu, ikinci aşamada kendisini bir iktidar ve zorbalık olarak dayattığı için de, kendi kendisini eleştirme yolları kapalı bir cehalet demektir aynı zamanda. Yaptığı atom bombasının insana ve tüm doğaya verdiği zararla hiç ilgilenmeyen, hatta “tekil bir vicdan meselesi olarak” ilgilense bile, bunu kendi bilim anlayışının bir çıktısı yapamayan bir fizikçi; genetik araştırmalarında bu bilgiyi kuşatan ve kontrol etmesi gereken bir üst-bilginin farkında olmadığı için, bir fayda karşılığı bin zarar yaratabilen bir biyolog; yaptığı bir cihazın insanlığa ve doğaya getirdiği zararları hiç umursamayan bir mühendis… Batı bilimi ve teknolojisinin çürüten sonuçları...

Bu açıdan Batı tipi bilim anlayışından “kutsal bir bilim anlayışına” geçiş, insanlığın geleceği açısından da hayati önem taşımaktadır. Tabiat ile insan arasındaki denge, ancak ve ancak varlığın / varoluşun ontolojik bilginin kavranması ile tekrar kazanılabilir. Yusuf Kaplan’ın sıkça tekrarladığı “biliş”, “oluş”, “varoluş” zincirine ekleyebileceğimiz iki aşama, sadece kutsal bilimin değil, kutsal sanatın da ana güzergâhını belirleyebilecek bir mahiyet taşır. Bilişten “görüş”e; görüşten oluşa, oluştan varoluşa ve son olarak da varoluştan “yaroluş”a zorunlu ilişkileri koparmayan bir anlayış… Batı bilimi, biliş ile görüş aşamalarında kaldığı ve ötesine nüfuz edemediği için, öteyi bozmayı zorunlu hedefi olarak kabul eder. Kutsal bir bilim anlayışı ise biliş ile görüş’ün, üst aşamalar olmadan anlamlı olmayacağının bilindiği bir irfanla birlikte yürür. İlmel yakîn, aynel yakîn ve Hakkul yakîn…

Tabiata karşı bitmek tükenmek bilmez bir fethetme isteği yerine; uyum ve ahenk peşinde, doğadaki bütün varlıkların birbiriyle ilişkisinin farkında olan bir tutum, tabiatın sömürülmesi sonucu ortaya çıkan yıkımdan kurtuluş için tek çaredir. Tabiatın yazgısını paylaşan insanın “ölümünden” kurtarılması için de biricik çaredir bu yol! Yine Nasr’ın söylediği gibi, bütün “niceliksel” tabiat bilimlerinin birbiriyle bütünleşebileceği çok yüksek bir tabiat ilmini araştırmak gereklidir. Bu da biliş, görüş, oluş, varoluş ve yaroluş zincirinin her daim canlı tutulmasıyla mümkün olabilir. Yani bilginin ve varlığın birbiriyle ilişkisini asla akıldan çıkarmayan, hikmet ile bilginin birbiriyle çift yönlü bir ilişkide olduğu bu tür bir bilimdir ihtiyacımız olan. Kâinatı fethetmek yerine onu “temâşâ” etmeyi amaçlayan, tezekkür ve tefekkür ile bezeli bir bilim!

Bu tip bir kutsal bilim anlayışı, evrenin maddi varlığı ile manevi varlığını cem eden bir “tevhid” görüşü ile başarılabilecek bir şeydir. Tabiatı istila ederek profanlaştıran bilim anlayışına karşı, tabiatın, Yaratıcı’nın “ayetleri” olarak görüldüğü bir bilim anlayışı, yıkıma uğratılan tabiat ve insanı, tekrar hak ettiği varlık, bilgi ve hikmet düzeyine çıkaracaktır.

Not: Yazının başlığı Seyyid Hüseyin Nasr’ın “Kutsal Bir Bilim İhtiyacı” adlı kitabından ilhamla verilmiştir. İçeriğinde sözü edilen kitabın önemli bir katkısı vardır.

1-Tasavvufî Makaleler - Sufilik Işığında Ekoloji Problemi - Seyyid Hüseyin Nasr
Görüş Bildir Bizimle Paylaş