Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara
Dindarlıkları çok ortadaydı. Huşu ile kıldıkları namazlar, ağlayarak okudukları Kur’anlar muhataplarını fazlasıyla etkilerdi. Şehit olma ve cennete kavuşma arzularını her fırsatta dillendirirler, hatta bunu şiirlere dökerlerdi. Bu yüzden düşmanlarıyla savaşırken ölümden pek korkmadıkları, çok tehlikeli operasyonların risklerini hiç dikkate almadıkları, harekat planlarında taktiksel inceliklere pek tenezzül etmedikleri görülmekteydi. Ne zaman, nerede ve ne sebeple kimlerin karşısına çıkacaklarını kimse önceden kestiremezdi. Ansızın gelirler ve vururlardı. Dolayısıyla rakiplerinin kalplerine şiddetli korku salmışlardı. Onlarla karşılaşmak bir insanın isteyeceği en son şeydi.
Esir alma adetleri genellikle yoktu. Sorguya çeker, kafa kesip infaz ederlerdi. Ele geçirdikleri yerlerin ‘dârü’l-İslam’ olduğunu söyler, emir ve kadı tayin ederek şer’i ceza hukukunun tatbikine geçerler, kısas, recm ve el kesme cezalarıyla varlıklarını ispat ederlerdi. Bulundukları yerlerdeki inzibat hadiseleri kısa sürede sükun bulur, hırsızlık ve soysuzluk birden ortadan kalkar, cami ve mescitler cemaatle dolup taşardı. Hakimiyetleri dışındaki yerleri “dârü’l-küfür” sayarlar, kendilerine “hicret edip” katılmayan Müslümanları mürted, onlarla savaşmayı farz kabul ederlerdi. Kabile ve aşiret bağlantıları çok önemliydi. Bu türden feodal akrabalık ve yakınlıklar sayesinde ittifaklarını genişletirlerdi. Bununla beraber, tevbekar olmuş eski suçlular ile ganimet peşindeki maceracı tipler bu gruplarla kolayca ünsiyet kurardı.
Özledikleri dindarca hayata bir an evvel ulaşmak arzusundaki yeni mühtediler ile, etraflarındaki zulüm ve haksızlıkları kalıcı şekilde yok etmek, günahlara son vermek isteyen aceleciler de beklentilerini bu gruplar içinde ararlardı. Yukarıdaki satırlara yansıyanlar aslında çok eski bir fotoğraftır ve İslam tarihçilerinin Hârici toplulukları tasvirlerinden alıntılanmadır. Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün safahatını yakından takip edenler için bu oluşum ile İslamiyet’in 1 ve 2. asırlarında çok etkin bu Hâricî gruplar arasındaki şaşırtıcı benzerlikler çok bariz görünüyor. Gelenekçi İslami akımların, hatta siyasal İslamcı hareketlerin terörü yöntem olarak kullanan dini hareketlere yaptıkları Hâricîlik suçlamasına hiç yabancı değiliz. Ancak kendisi tam da bu yüzden Hâricîlik’le itham edilen el-Kaide, şimdi aynı argümanı IŞİD için kullanıyorsa yaşananlarda bir ilginçlik var demektir. Gerçekten de el-Kaide merkezli küresel cihat hareketinin meşhur iki teorisyeni tarafından yapılan IŞİD’i hedef alıcı açıklamalar Hâricîlik temeli üzerine kurgulanıyor. Nisan 2014 tarihli beyanında Ebu Katâde el-Filistinî Hz. Resulullah’a isnat edilen şu hadisi referans göstermekteydi: “(Bu topluluklar) putperestleri bırakırlar da İslam ehlini öldürürler. -Allah’a yemin olsun ki -eğer onlara yetişirsem, Ad kavminin öldürülmesi gibi onları öldürürdüm”. Burada Ebu Katâde IŞİD’in Suriye’deki icraatlarını konu ediyordu. Hakikaten IŞİD, Esed güçlerine vermiş olduğu zarardan daha fazlasını Esed karşıtı İslamcı cihat gruplarına vermekteydi. 14 yüzyıl önceki Hâricîler de aynısını yapmıştı. İslam düşmanlarıyla savaşmıyorlar, gayrimeşru saydıkları hilafet güçlerine saldırıyorlardı. Kafir ilan ettikleri Hz. Ali’yi namaz kılarken katledecek kadar haddi aşmışlardı. Küresel cihadın diğer ünlü ismi olan Ebu Basir Tartusî ise Ocak 2014’deki beyanında IŞİD’i “İslam devleti” ismini kullanarak hak bir kavram üzerinden batılı istemekle suçladı. Tartusî, IŞİD’in Hâricî bir örgüt olduğunu söyleyerek tüm samimi direnişçileri IŞİD’i terk etmeye davet etti ve el-Kaide lideri Zevâhirî’ye de bir çağrıda bulunarak sefih ve katil olarak tanımladığı IŞİD’i reddetmesini istedi.
Sorunlar eski adı Irak İslam Devleti olan Irak el-Kaidesi’nin Suriye’ye geçerek IŞİD adıyla iç savaşta yerini almasıyla başlamıştı. Eymen Zevâhirî Suriye’deki el-Kaideci Nusra Cephesi ile IŞİD’i tek bünyede birleştirmek için gayret sarfettiyse de amacına ulaşamadı. Yani sorun IŞİD’in Irak’ta öteden beri uygulamakta olduğu Hâricî tedhiş değildi, IŞİD’in Suriye’de Nusra’nın çatısı altına girmeyerek el-Kaide otoritesine tabir yerindeyse isyan etmesiydi.
Irak’ta daha önce ne oldu?
El-Kaide’nin Irak koluna, “tam anlamıyla başarıyı elde etmeden önce bir devlet oluşturma konusu her ne kadar iyi bir yansıma olarak gözükse de, aslında bu, direnişin kırılması anlamına gelmektedir” mesajını ulaştıran Usame b. Ladin, Irak ve Suriye’de örgütü açısından ileride yaşanacakları sanki ölümünden kısa süre önce görür gibidir. 2006’da Irak el-Kâidesi’nin yaptığı gibi küçük bir hakimiyet alanı elde edince hemen orayı bir İslam emirliğine dönüştürmek, kabinesi bile olan bir devletin kurulduğunu ilan etmek, arkasından mahkemeler tesis edip şer’i cezaları uygulamaya kalkışmak, Bin Ladin gibi önde gelen birçok cihadî lider tarafından doğru bir strateji olarak kabul edilmedi. Nitekim kurucu lider Ebu Musab Zerkavî zamanında IŞİD, her ne kadar Sünniliğin sözcüsü gibi hareket etse de, geleneksel Sünniliğin hakim olduğu Irak şehirlerinin hiç birisinde tutunamamış, kırsalda da Sünni aşiretlerle yıldızı hiç bir zaman barışmamış bir marjinal örgüt haline geldi. O sıralar Irak Sünnileri, demokratik nitelikte olmasını bekledikleri devlet yönetiminde siyasal güç haline gelmenin ve temsil ettikleri kesimin haklarını savunmanın gayreti içindeydiler. Mezhepsel açıdan hassas bir ülkede mezhep savaşını körükleyecek aşırı yapılarla işleri olamazdı. Ancak rakipleri olan Şii politik unsurlar Başbakan Mâlikî ile birlikte Sünnileri yok sayan bir politikanın figüranı oldular. Şiileşmiş Irak hülyasına kapıldılar. Sünni kesim ise politikadan dışlanmakla kalmadı, ordu, polis ve bürokraside kıyıma uğradı. Barışçıl talepleri sertlikle mukabele gördü. Şii milis kuvvetlerinin tertiplediği olaylarda liderlerini yitirdiler. Çok can kaybı verdiler. Yurtlarından oldular. Sağ kalan liderler ya hapse atıldı ya da ülkelerini terk etmek zorunda kaldı.
Suriye savaşı IŞİD’e can oldu
Irak’ta etkisizleşmiş olan IŞİD, Suriye devriminin başlamasıyla birlikte hayat buldu. Öncelikle Suriye’ye sökün eden yabancı gönüllü mücahitlerin katılımıyla önemli hacimde bir militer silahlı güce ulaştı. Suriye’de, Irak’ta olduğu gibi kendisine karşı güçlü kabilevi unsurlar bulunmamaktaydı. En sıkı direnç PYD gibi sol tandanslı Kürtçü unsurlardan geldi. Esed kuvvetleriyle çarpışmak yerine diğer muhalefet güçlerinin ellerindeki kurtarılmış sahaları devralarak hakimiyet alanını genişletmesi dikkate değer bir stratejinin ürünüydü. Diğer İslamcı örgütler bu süreçte IŞİD’den bizar kaldılar. Çatışmaları halinde kardeş kanı dökmekten korkmaktaydılar. Açıkçası tam bir “fitne” hali ile karşı karşıyaydılar.
Diğer taraftan IŞİD koyu Vehhabî/Selefî ideolojisinin de kendisine sağladığı meşruiyet çerçevesinde sert ve acımasız bir yayılma stratejisi izledi. El-Kaideciler de dahil rakip İslamcı kuvvetlerin önemli isimlerini kaçırdı veya katletti. Eline geçirdikleri yerlerde özellikle Nusayrîlere ve Kürtlere katliam derecesine varan muamelede bulundu. Rakka gibi önemli bir kent merkezini ve çevresini kontrol altına alması ve oradan da Deyrizor üzerinden Irak-Enbar sınırına bir koridor açması örgüte geniş alan hakimiyeti sağladı. Bir “devlet” sayılabilecek yüzölçümü artık harita üzerinde çizilebiliyordu. Ayrıca silah ve nakit ganimetleriyle epey zenginleşmişti.
Böylece IŞİD Irak’ta elde edemediği şöhreti Suriye’de elde etmiş oldu. “Esed’le anlaşmalı olarak tüm bunları başardı” demek ispatı zor bir spekülasyon konusu olabilir. Ancak şu gerçek ki IŞİD sayesinde Esed muhalifleri kendi aralarında bölünüp çatıştılar, son bir yıldır öz kuvvetlerini ve mesailerini bu meseleye harcadılar. Esed ayrıca Baas rejimini devirmek isteyenlerin ne kadar tehlikeli insanlar olduğunu IŞİD fotoğrafı üzerinden dünya kamuoyuna göstermiş oldu.
Yaklaşan genel seçimler öncesi Iraklı Sünniler tam bir umutsuzluk hali yaşamaktaydılar. Amerika işgalinin mirası olan mezhep kotalı seçim sistemi Sünniler açısından bir başarıyı kesinlikle vadetmiyordu. Mâlikî kâbusu uzun bir süre daha mı devam edecekti? Belki de bu kâbus kalıcı bir şekilde yerleşecekti. IŞİD’in Suriye’deki kazanımları Irak’a da eşzamanlı yansıdı. Bağdat’ı çevreleyen Bakuba, Felluce ve Ramadi’de eylemlerin şiddeti ve sıklığı artmıştı. Şimdiki faaliyetler artık yerel aşiretlerden ve kentli Sünnilerden de destek görüyordu. IŞİD’in Selefî kadrosunun asla hoşlanmadığı Hanefî ve Şafiî alimlerden, Kadirî ve Nakşî şeyhlerden oluşan Irak Sünni ulemasından bile örgüte destek mesajları gelmeye başladı. “Denize düşen yılana sarılır” misali, daha önce savaştıkları IŞİD şimdi Sünniler için bir kurtarıcı haline gelmişti. Benzer işbirliği kuzeyde de gerçekleşti ve ülkenin ikinci büyük kenti Musul IŞİD liderliğinin eline geçti.
Esed’e yardım için Suriye’ye giren Hizbullah kuvvetleri, IŞİD ve Nusra gibi Sünni örgütler karşısında ağır kayıplar verdiler. 2006’da Lübnan’da İsrail’e boyun eğdirmiş bu Şii güçler, Afganistan’da ve diğer cihat alanlarında önemli savaş tecrübeleri elde etmiş Sünni-Selefî gruplar karşısında fazla etkili olamadı. IŞİD’in merhametsiz savaş yöntemleri, düşmanları sindiren bir korku atmosferini ister istemez oluşturuyordu.
IŞİD kurucusu Zerkavî’nin Irak’da Şiilere uyguladığı terör, el-Kaide lideri Zevâhirî’yi dahi tedirgin etmiş, ona, savaşı ABD güçlerine yoğunlaştırması ihtarında bulunmuştu. Fakat IŞİD Irak’ta da, Suriye’de de bu tutumunu terketmedi. Üniformalarını çıkarıp şehirden kaçarak Musul’un düşmesini sağlayan Irak askerlerinin IŞİD’in kötü şöhretinden etkilenmediklerini kimse ileri süremez. Bağdat’a doğru ilerleyen Sünni güçlerin karşısında Şia ağırlıklı Irak ordusunda yaşanan panik, Ayetullah Sistanî’nin Şiileri cihada çağıran fetvasıyla giderilmeye çalışılıyor. Şii şımarıklık şimdilik bitmese de dinmiş görünüyor. Fakat şu var ki yaşanan bu gelişmeler sadece bölgeyle sınırlı kalmayacak büyük bir mezhep savaşını da içten içe hazırlıyor.
Zoraki ittifak ne zaman biter?
Musul’u ele geçiren Sünni güçlerin IŞİD’den ibaret olmadığı herkesçe kabul edilen bir gerçek. Musul’un fethi Iraklı Sünni öfkenin açık bir zaferi olarak görülüyor. Ortak öfke ve karşılıklı menfaat zemininde oluşan ittifak içerisinde IŞİD en önde gözükse de, bütün içinde görece küçük bir oransal yekunu teşkil ediyor. IŞİD, İslam devleti kurma hedefi uğrunda mevzi kazanıp ününe ün katarken, müttefikleri olan Sünni güçler Mâlikî kâbusunu dağıtmak için bu fırsatı kullanıp seferber oluyor. Kuzeydeki Kürdistan gibi, bölünmüş ama kurtarılmış bir Sünni Irak, artık daha güçlü bir sesle telaffuz ediliyor.
Şiilerin bir blok halinde hareket etmesi Sünnileri de bütünleştirecektir. Bu blok içinde Selefîlerden başka geleneksel Irak alimleri, Nakşibendiyye Erleri türünden tarikat yapılanmaları, Türkmenler gibi etnik kimliği kullanan oluşumlar, aşiret federasyonları ve tabii ki eski Baas kalıntıları yer almaktadır. IŞİD zihniyetinin temel karakteri olan dışlayıcı tavır sürdüğü müddetçe söz konusu ittifakın kalıcılığı zordur. İç çatışma kaçınılmazdır. İslam tarihinden elde edilen tecrübe, Hâricî karakterli yapılanmaların karşılıklı suçlamaların eşliğinde parçalanmaya yatkın olduklarını göstermektedir. IŞİD’in uzlaşmacı ve toparlayıcı bir rasyonel siyasallaşma yolunu benimsemesi bunun alternatifi olabilir. Böyle bir köklü zihniyet değişimi ise bugünden yarına olacak bir şey değildir. Öte yandan Suudi Arabistan, Türkiye ve İran gibi bölge aktörlerinin konjonktürü nasıl okuyacakları, IŞİD ve müttefikleriyle nasıl bir ilişki geliştirecekleri, İngiltere, ABD gibi dış güçlerin bölgedeki hesaplarının ne yönde olduğu, yukarıdaki sorunun cevabını verebilmek adına mutlaka değerlendirmeye alınmalıdır. Zira konuştuğumuz konu, IŞİD gibi manipüle edilmeye açık bir örgütlenmedir. Bu faktörleri göz önüne almadan yapılacak bir IŞİD analizinde isabet oranı bir hayli düşük olacaktır.
[email protected]
AÇIK GÖRÜŞ / STAR