Neden, Elektronik Kafeslere mahkum ediliyoruz?
Geçen günlerde duyduğumuz bir haber, son yıllarda tüm dünyadaki benzer gelişmelerin paralelinde okunması ve ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir konuyu deşifre ediyor. Elektronik gözetlemenin sınırlarının nerelere varabileceği meselesi, bugün sıradan vatandaş için bir numaralı gündem maddesi olmalı.
13 Yıl Önce Güncellendi
2013-03-07 13:55:07
Geçen günlerde duyduğumuz bir haber, son yıllarda tüm dünyadaki benzer gelişmelerin paralelinde okunması ve ciddiyetle üzerinde durulması gereken bir konuyu deşifre ediyor. Elektronik gözetlemenin sınırlarının nerelere varabileceği meselesi, bugün sıradan vatandaş için bir numaralı gündem maddesi olmalı.
Elektronik gözetlemenin gündemimize gelmesi telefon dinlemeleriyle başlamıştı. Ergenekon davası bağlamında ortaya çıkan dinlemelerin asıl mahiyeti, maalesef ideolojik kavgaların tozu dumanı arasında yok oluyordu. Dinlemeye karşı olanlar, dinleyen ve dinlenenin kimliği ile sınırlandırılabilecek sığ bir bakışa sığınıyorlar; dinlemeleri, yer aldıkları ideolojik ya da devlet konumu dolayısıyla savunanlar da, son derece tehlikeli bir argümana sığınıyorlardı: “Suçlu olmayanlar bilsin ki devlet onları dinlemez; suçlu olanlar da bilsin ki devlet onları mutlaka izliyor, dinliyor.”
Telefon dinlemeler, “suçluya” yönelik daha geniş bir gözetleme ağını “zorunlu” kılıyordu bu ikinci anlayışa göre. Mobese kameralerın neredeyse evimizin içine kadar gözetleyecek hâle gelmesi, bu psikopat devlet(çi) anlayışın bir çıktısıdır. Maalesef modern devletin her tür versiyonu; ister sosyalistler tarafından yönetilsin, ister İslamcılar ya da başkaları, hep aynı noktaya çıkıyor. Devletin âli menfaatleri savunusu, devletin bu şekilde bir “güvenlik” ve gözetleme ağı kurmasını ve o ağ üzerinden global liberalizmin tüm öğelerinin yeniden ve çok çirkin yüzlerle üretilmesi sonucunu doğuruyor. Devlet, devleti ortadan kaldırmayı “ideali” yapan liberalizmin çirkin kolları arasında, daha önce hiç olmadığı kadar değişik güç ilişkileri içinde çok daha zorba bir yapıyı üretmenin hakkını meşrulaştırıyor.
Plakalara çip takılması meselesi, asla bu tartışmadan uzak tutulamaz. İzlenmedik tek bir köşe bile bırakmama psikopatolojisi, devleti, kendi güvenliği için vatandaşlarından istediklerinin mahremiyetine istediği şekilde müdahaleyi hak gördüğü bir noktaya getirebiliyor. Telefon dinlemeyi çeşitli sebepler için meşrulaştırma ile başlayan, sonra mobeseler ve türlü başka kameralarla gözetlemeye geçen ve sonrasında plakalarla ağ gözetlemesine imkân veren bu neo-liberal tacizin sonunun herkesin bedenine bir çip takılmaya kadar gidecek olması uzak bir ihtimal değildir. Kaldı ki çipli kimlik kartlarının böyle bir işlev göreceğini tahmin etmek zor değil…
Modern toplumların, özellikle yirminci yüzyılın son çeyreği ile yirmi birinci yüzyılın ilk on yılında, zengin-yoksul uçurumları ve keyfiyetle belirlenen “terör” sorunları sonucu ortaya çıkan güvenlik meselesiyle yüzleşmesi, ultra-modern devletlerin tümü gibi Türkiye’yi de bir uçurumun eşiğine getirdi. Devletin ya da “teknolojik gücün” eli ve gözleri nerelere kadar uzanabilir meselesi bugün üzerinden basitçe geçilebilecek bir mesele değildir.
Modern kapatılma biçimlerinin, bu kapatılmaların yarattığı ciddi patolojilerin, modernite ile onun soysuz, ilkesiz bir devamı olan post / ultra-modernitenin insanlığı getirdiği bu yeni uçurumun farkında olmamak, dahası çeşitli türlerden güvenlik bahaneleriyle bunları meşrulaştırmak, modernitenin tuzaklarına karşı ne kadar hazırlıksız olduğumuzu bir kez daha gösteriyor.
Bütün bu dinleme / gözetleme şehveti, görünürde, devletin suç ve suçluyu bulma konusunda önceden tedbir alma isteğinden doğuyor. Ancak devletin, suçlu olan ile olmayan arasında “ön-ayrım” yapabilmek için kurduğu gözetleme ağları, tam da tersi şekilde devletin bizatihi kendisini suçun göbeğine kadar getiriyor. Sadece suçun önceden belirlenebileceği değil, “yönetilip manipüle edilebileceği” hatta suçluların devlet tarafından “icat edilebileceği” bir ortamın da, teknolojiyi elinden tutanlar tarafından ayarlanabileceği anlamına geliyor bütün bunlar. Kadiri mutlak bir devlet anlayışıyla devlete verilen bu “yetki”, devlete, mahremiyete yönelik her tür müdahaleyi belirleme, aklileştirme ve sonrasında da kanunileştirme hakkı tanıyor.
“Suçlunun” dinlenmesi yetkisi meselesi, devletin basitçe çok daha kompleks yetkilerin sahibi olması sürecini doğurdu. Üstelik bu süreç, sonlanabilecek ve basitçe mevcut hukuk(lar) tarafından sınırları belirlenebilecek bir süreç değildir. Zira devletin işlediği bu “gözetleme suçu” son derece masum argümanlarla desteklenip sürdürülebilecek bir görünüme sahiptir. Nasılsa herkesin bir kapkaç olayında mobeselerin tespit etmesi sonucu “suçlunun” yakalanması sürecine yönelik bir memnuniyeti olmuştur! Ne de olsa “suçlu olmayanın” korkmasına gerek yoktur! Bütün gözetleme fantezileri, son derece masum ve basit bu gibi argümanların savunulmasıyla başlar ve dizgininden boşalmışcasına sapıklığın türlü şekillerine kadar evrilir.
İş yerindeyken çocuğunu izlemek için evin her yerine kamera yerleştiren ebeveynden tutun da, evinin her yerine hırsızları tespit etmek için kameralar yerleştiren ev sahiplerine kadar hemen herkes kendi minik gözetleme ağı ile mutlu mesut yaşar. Ama bu ağın yaratabileceği bambaşka sorunları görmekten aciz bir temel üstüne kurulmuştur bütün bu savunular. Birkaç yıl önce mobese kameralarıyla ilgili benzer şeyler yazmış, mobeselerin görünürde “suçu” ve “suçluyu” araştırıp bulabilecek “masum” mahiyetinin, hiç de masum sonuçlar doğurmayacağını iddia etmiştik. Zira bu gözlem meselesi, suç ile ceza arasındaki diyalektik ilişkiyi, suçu, “işlenmeden önceden belirleme fantezisi” gibi son derece tehlikeli bir müdahale sürecine maruz bırakır.
Philip K. Dick’in, Spielberg’in de filme çektiği Azınlık Raporu başlıklı öyküsü, bugün yüz yüze kaldığımız bu ultra-modern gözetim toplumunu çok önceden haber veriyordu. Özel oluşturulmuş bir güvenlik birimi, çok ileri bir teknolojiyi kullanarak, insanların beyinlerinde suç işlemeye yönelik hareketleri gözlemliyor ve suç işlenmeden suçu işleyecek olan kişiyi bertaraf ediyordu. Suçun ve cezanın felsefesine, metafiziğine girilmediği zaman, teknoloji tapınmasının gelebileceği noktanın, oldukça dramatik bir anlatımıydı öykü.
Tam bu aşamada George Orwell’ın 1984 adlı romanındaki distopya portresini hatırlamakta fayda var. Devletin, bireylerin her hareketini gözlemlediği ve “yanlış” yapılan şeyleri anında haber alıp anında cezalandırdığı bir yapıyı anlatıyordu 1984 romanı. Bu yapı “Big Brother” diye adlandırılan bir yapıydı ve devasa bir itaat mekanizması yaratıyordu. Böyle bir gözlemci yapının, herkesi, devletin çizdiği “ideal” portreye yaklaştıracağı ve herkesi tek tipleştireceği muhakkak. Bütün bu dinleme / gözetleme ağlarının suça ve suçluya yönelik görünür sebeplerinin ardında tek tipleştirici bir itaat mekanizması oluşturmaya çalışmak olduğu aşikârdır. Ancak bunun devleti yönetenler tarafından bile farkına varılamayacak sonuçları, bu itaat mekanizmasını teknolojinin de içine dâhil olabileceği bir isyan mekanizmasına dönüştürmesi mukadderdir.
Şu anki durumumuz, Azınlık Raporu ya da 1984’te anlatılan toplum modeliyle tam olarak örtüşmese de buna yakın bir durumu ima ediyor. Herkesin gözlemlenmesi yetkisini verdiğiniz devletin, bir tip Big Brother hâline dönüştüğünü görmek ve gözetleme toplumu oluşturma gereğinin, güvenlik ihtiyacı ile birlikte ama ondan çok daha önemli bir şekilde, devletlerin, belki de yapıları gereği vatandaşlarına güvenmemesinden kaynaklandığını unutmamak gerekir. Aynen Big Brother gibi, elindeki teknolojik imkânların hepsini vatandaşının her hareketini gözlemlemeye seferber etmiş devletin kendisi de böylece dönüşüme uğruyor. Vatandaşını temsil eden / etmesi gereken demokratik devlet ideallerinin hepsi, bir yüzyıllık kısacık bir aralıktan sonra faşizan / zorba temellerine geri dönüyor.
Modern liberal/kapitalist, globalleşmiş dünyanın, bireyler ve sömürü mekanizmalarının çeşitliliği sonucu ülkeler arasında yarattığı refah uçurumları, zengin olanların, imkânlarını yoksullardan sakınmak için, her türlü gücü kullandığı bir yapı oluşturuyor. Böylece göçmenler denizlerde ölüme terk edilebiliyor. O çok övülen “gelişmiş devletlerde” ve son beş on yılda da ülkemizde, gettolarda ya da gettolardan hiç farkı olmayan yoksul mahallelerde yaşamaya mecbur bırakılan insanların, zengin olanlardan “uzak tutulmasına” yönelik her türlü altyapı bu şekilde kuruluyor. Gözetleme, temel olarak güçlü olana, zengine yönelik değil; güvenilmeyene ve gerek maddi gücü olanlar için, gerekse de “devlet için tehlike oluşturanlara yöneliktir. Bu yüzden gözetleme ve takip etmelerin her türlüsü, salt “tanımlama” amacına yönelik değildir; aynı zamanda hapsetme, kapatma, özgürlüğü kısıtlama amaçları taşır.
Liberal/kapitalist ultra-modern devlet ve toplumlar, her tarafından çatlayan ve hava kaçıran kocaman bir balona benziyor. Balona, büzüşüp patlamasını engellemek için, boşalan hava yerine sürekli metan gazı basılıyor gibi! Havasını kaçıran balona tekrar hava vermek ve balonu tamir etmektense, kalan havayı da yok edecek tedbirler ne kadar iş görecek, hepimiz yakın bir gelecekte göreceğiz. Oluşan güvenlik ve “terör” sorunlarının kaynağındaki asıl sebeplere eğilmek ve o sebepleri ortadan kaldırmaya yönelik bir çaba içinde olmaktansa, “hazır çözümleri” temelindeki çatlağın hiç farkına varmadan kullanmak, maalesef ister Müslüman, ister solcu sağcı tüm yönetimler için bir kadermiş demek ki! Nasılsa modern kapatılma mekanizmalarının ve gözetleme toplumlarının akademik destekçisi / teorisyeni olagelmiş sosyoloji ve siyaset biliminden alınan yardımlarla kolayca meşrulaştırılabilen bir şey bu!
Toplum olarak, bir çeşit teknoperestlikle, teknolojinin getirdiği her türlü aracın, ahlâki arka planına, felsefi eleştirisine girmeden kabul edilip kullanıma alınması, toplumları iletişim toplumundan ziyade, iletişimsizliğin, güvensizliğin, insani değerlerin yokluğunun baskın olduğu bir gözetim toplumuna çeviriyor. Bunun sonucunda teknolojinin ve iletişimin, insanlar için büyük oranda elektronik kafesler demek olduğu bir dünyaya doğru gidiyoruz.
SON VİDEO HABER
Haber Ara