Mustafa Sungur vefat etti
Said Nursi'nin talebelerinden Mustafa Sungur, tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.Sungur, Fatih Üniversitesi Sema Hastanesi'nin yoğun bakım ünitesinde tedavi altında bulunuyordu.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-12-01 14:56:31
MUSTAFA SUNGUR KİMDİR?
1929'da bugün Karabük iline bağlı olan Eflâni ilçesinde dünyaya geldi. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunu olan Sungur, Bediüzzaman Said-i Nursi'nin en yakın talebelerinden biri olarak bilinir.
Nursi'nin "evladım" dediği nadir isimlerden biriydi.
Evli ve yedi çocuk babasıydı.
Sungur, Said-i Nursi ile olan ilişkisini kendi kaleminden yazdığı hatıratında şöyle anlatmıştı:
"Henüz Köy Enstitüsünden yeni mezun olmuştum. Biz o Nur'un, o İlâhî ve Kur'anî Nur'un, hayat-ı maneviye bahşeden feyiziyle tecellisine ilk önce 1946 yılında nail olduk. Henüz Kastamonu Gölkök Enstitüsünden yeni mezun olmuş, kendi köyümde muallimlik vazifesine almıştım. Gerçi okul sıralarında iken 1942 yılında,'Kastamonu'da bir hoca varmış, Cennet, Cehennemi görerek kitap yazıyormuş...' diye okul arkadaşlarıma söylediğimi hatırlıyorum.
1944 senesinde mezuniyetten bir sene önce stajyer olarak Kastamonu'nun Oğul köyünde bir ay kalmıştım. Oranın muallimi Şevket Bey (merhum) 23 Nisan tatili için Kastamonu'ya gelirken yolda mütemadiyen Hz. Üstaddan, büyük bir hocadan bahsediyor, uğradığı zulümleri bana anlatıyordu. Demek Rahmet-i İlahiye bu suretle ruhumuzda ilk tohumlarını ekiyordu. Mezuniyetten sonra Eflânili muhterem Ahmet Fuat Efendi (emekli muallim) ve Safranbolu'da mukim esnaftan muhterem Mustafa Osman ve Hıfzı Bayram ve Kastamonuda ziyaret ettiğim Mehmet Fevzi Efendiler benim ilk ağabeylerim, Nur yolunda öncülerim, uzun yıllar ve daima da istifade ve istifaze ettiğim büyüklerim olarak Rahmanü'r-Rahim'in rahmetine nâiliyetime vesile oldular. Allah onlardan razı olsun."
"Üstaddan gelen mektuplar"
"Haret-i Üstaddan ve Nur talebelerinden mektuplar, lahika olarak her tarafa neşroluyordu.
"Lahikalar, evvelâ, yeni yazı ile geldi. Sonra hatt-ı Kur'ânî kısa zamanda lillahilhamd öğrendikten sonra eskimez harfle gönderilmeye başlandı. Sonra biz Hazret-i Üstadı ziyaret edip de Afyon Hapsine girinceye kadar bu lahikalar devam etti. Mustafa Osman Ağabey gönderdiği. Onlara da Isparta'dan gelirmiş. Böylece bizi beslemeye, gıdamızı tam zamanında yetiştirmeye ihtimam gösterdiler.
"En büyük emelimiz Nur talebesi olabilmekti"
"Lahika mektupları, bize, Anadoluda kurulan ve etrafa Nurlu mahsüller dağıtan manevi bir fabrikanın varlığını bildiriyordu. Görseniz ne kadar seviniyorduk. Âlemimiz genişliyordu. Hiç itiraz konusu gelmeden Üstadımızdan ve talebelerinden gelenleri, yazılanları kabul ediyorduk.
Sanki onları hep içiyor, içiyor, susluğumuzu gidermeye çalışıyorduk. O günlerde en büyük emelimiz Nur talebesi olabilmekti. Nur dairesine girebilmeyi, ebedi kurtuluşa giden bir gemiye binmek gibi, necat ve kurtuluş vesilesi telâkki ediyorduk. Ruhumuz öyle hissediyordu. Bu lahikalarda o muazzez Nur Üstad, ´Seni de Nur talebesi kabul ettim´ dese, ben de o camiaya dahil olsam, diye büyük iştiyak ve arzu, ruhumuzda çağlıyordu.
Hz. Üstadın bahsi, teveccühü ve yâdı, bizim için rahmet-i İlahiyenin bir in'ikasıdır biliyorduk. Filvaki bütün bunlarda şüphe yoktu. Zaman ve hadiseler, bunu ispat etti. Ekilen Nur tohumları, kısa zamanda kesretli sümbüller verdi, çiçekler açtılar. Biz de Hasan Feyzi (r.a.) gibi,
"Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken,"Düştüm yine derya gibi bir Nur'a bugün ben' demek isteriz... Ama daima Cenab-ı Hakkın rahmetini dileyerek, yalvararak... Çünkü, bütün hayırlar, iyilikler daima O yüce Rahman ve Rahîmdendir.
"Validemin, çocukluğumda okuduğu Envarü'l-Âşıkîn gibi kitaplardan, son asırda gelecek ve dine büyük hizmet edecek ve Deccala karşı savaşacak, muzaffer olacak bir büyük hakikatın ve manânın hükmettiği bir zamanda yaşadığımızı ve Deccalizmin, komünizm gibi dinsizlik ceryanları olduğunu, bu Nur-u Kur'an'ın da ona mukabele eden bir hidayet rehberi olduğunu idrak ediyorduyorum...
"Isparta'da Nur kahramanlarını görmek istiyorum"
"Birgün Safranbolu'da Köprülü Camiinin yanındaki odada, Mustafa Osman Ağabeyimizin Nur'lardan okuduğu, ´Risale-i Nur, sönmez ve söndürülemez. Bir âlem-i manâda İmam-ı Ali'nin (r.a.) ilminde sordum´cümlesini dinlerken ve aynı günlerde Hasan Feyzi'nin, ´Ey Risale-i Nur!´diye başlayan uzun mektubunu dinlerken, beklenilen zat-ı Nuranînin Hazret-i Üstad olduğu, içimde hep canlanıyordu. Aynı sene Emirdağ'da Hazret-i Üstadı ziyaretimi müteakip Isparta'ya gitmiştim.
Hüsrev Ağabey ve diğer Nur kahramanlarını görmek istiyordum. Hüsrev Ağabeyin evinde Tahiri Ağabeyi de gördüm. Hüsrev ağabeyimiz, ´Kardeşim Sungur, 1400 seneden beri ehl-i imanın beklediği zat gelmiştir´ sözü , içimdeki manâyı teyid ediyordu.
Hülasa 1946-1947 seneleri, benim Risale-i Nur'u görüp okumam, memleketi saran bir iman davasına aşina olmam ve ona talebeliği en büyük mertebe ve nailiyet telakki etmem, ezeli ve ebedi bir nura yönelmem ve nihayet 1947 Eylül'ünde Emirdağ'da Hazret-i Üstadı ziyaret etmem gibi mazhariyetlerim... Artık bundan sonraki görüp duyduklarımı ve anladıklarımı gayr-i insicam ile de olsa, arza bir nebze devam edeceğim.
"Türkiye'de Bediüzzaman namında bir Üstad var"
"1946'da Risale-i Nur'u yeni harf daktilo yazıları ile görüp okumamdan sonra, nahiyemiz halkına ilân ve ifadede bulunmaklığımız, bir hizmet, bir davet, bir neşir mânâsında idi... Ondaki büyük lezzet-i maneviyeyi hakkiyle yâd edemem. ´Türkiye'de Bediüzzaman namında bir Üstad var.
Onun Risale-i Nuru var. Onları okumak veya yazmakta, büyük ecre nailiyet ve dine hizmet manası var´ gibi beyanlar, talebeler tarafından birbirini teşviken söylenir, ama, bunların gerçek ifadesini yaşayanlar bilir. Yazanlar ve okuyanlar bilir. Evet Risale-i Nur'a hizmet edenler, onu neşredenler, ona hizmetin hakkaniyetini, kalblerinin tâ derinliklerinde ve ruhlarında hissettiler. Emsalsiz fedakârlık gösterdiler.
"Fedakârlıkları anlamayanlar, bilmeyenler, yaşamayanlar, havsalayı şaşırtan bu fedakârlık ve kahramanlık örneklerinin temelinde, Nur şakirtlerinde dünyevi menfaatler ve şahsi garazlar aradılar. Başta Nur Üstad olarak, şakirlerin bu faaliyet ve hizmetleri, dünyevi garazların çok üstünde ulvi ve yüksek olduğunu bilmek istemediler, bilemediler. Ama şurası muhakkak ki; biz ücretimizi manevi yönden alıyorduk.
Ruhen, kalben, sanki bir Nur âleminin içindeydik. Demek rahmet-i İlâhiye son asırların Hizmet-i Kur'aniyesinde öyle ulvi bir lezzet dercetmişti ki; her sıkıntıya mukabele ettiriyordu. Emirdağ'da birgün Zübeyir ve Ziya ile birlikte Dördüncü Şua olan Âyet-i Hasbiye risalesini okumuş ve büyük bir hazz-ı manevi almıştık. Sonra Üstadımız yanımıza geldi, tekrar okuttu ve;
"Ben zevk cihetini değil, meşakkat cihetini ihtiyar ettim. Fakat size müsade ediyorum. Çünkü şevkinize, gayretinize vesile oluyor." demişti. Sırası gelmişken bu hususta şunu da arz edeyim ki: Hz. Üstad bir gün neşeli ise, üç gün ıztıraplı ve hastalıklı idi. Bana kaç defa;
"Sungur! Bende on hastalık var. Birisi eğer sende olsa, yataktan kalkamazsın" demişti. Demek hastalıktaki ecr-i azimi düşünerek sabrediyordu. Biz bunu yakinen görüyorduk. Çok zaman da bizim için yaşıyor gibi idi. Hattâ bizim maddi yemekten doymamızdan, o da doyuyor gibi zevklenirdi.
Çok aciptir, Hz. Üstad, bunu defaatle beyan ettiler. Bazen bir kısmını bize verirdi. Sanki bizim lezzetimizle lezzet alırdı. Nur neşriyatında, muhaberelerde bile Hz. Üstadımız, bizim ruhî arzu, iştiyak ve ümidimize iltifat gösterirdi. Sonra bendeniz anladım ki; gençlik namına, mektepliler namına, hizmet ve neşriyattaki şevkimiz; Hz. Üstadın son on yıllık yeni hizmet devresinin bir tezahürü idi. Ve külli bir ilânatın, yayılışın ifadesi idi.
"Kanaatim odur ki; gelen nesl-i atinin, bütün vatan sathında zuhura başlayan mübarek genç ruhların, istifade ve istifazasını hissediyordu. Bize herhalde onlar için iltifatta bulunuyordu.
SON VİDEO HABER
Haber Ara