Dolar

34,9466

Euro

36,7211

Altın

2.977,22

Bist

10.125,46

İktidarda 10 yıl

AK Parti ‘yasak meyve’yi ısıralı tam 10 yıl oldu. Bu süre, bir parti hikâyesinin ötesinde, Türkiye’nin siyaset ve toplum tarihinde ‘Yeni Türkiye’ adıyla kendini gösteren geleceğin izdüşümü bir yerde. Birçok şey 10. yıldan sonrasına kalmış gibi gözükse bile…

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-11-07 14:36:01

İktidarda 10 yıl
‘Danıştay’da oturuyorum. 8. Daire’den tanıdığım bir hanım geldi. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Ertesi gün 29 Ekim. Anlattığına göre, başkan onları toplamış, mesai yarım gün olduğu için ‘Öğleden önce bu belediye başkanının işine son verelim ki yarınki bayrama sokmayalım.’ demiş. O da ‘Öyle şey olmaz!’ deyip çıkıp gitmiş. Bana ‘Böyle mahkeme olur mu?’ dedi. Herkese dert yanamıyor, benim yapımı da biliyor, bana dert yanıyordu.”

Nurdoğan Topaloğlu’nun Danıştay üyesi meslektaşında tanık olduğu isyan duygusu bildik bir olayla ilgili. Bütün telaş, şiir okuduğu gerekçesiyle mahkûm edilen Recep Tayyip Erdoğan’ın ertesi gün yapılacak 29 Ekim törenlerine ‘İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’ sıfatıyla katılmasını önlemek ve Danıştay’dan jet hızıyla karar çıkartmak içindir.

Nurdoğan Topaloğlu için yaşananlar hiç şaşırtıcı değildir. O günlerde denklik ile ilgili yeni düzenleme pek de kanuni olmayan şekilde geçmişe doğru işletilerek El-Ezher gibi üniversitelerde okumuş 143 ilahiyat mezunu öğretmenin işine son verilmiştir. Millî Eğitim Bakanlığı ve YÖK arasındaki uyuşmazlık Danıştay’ın ilgili dairesine geldiğinde ‘Bu yanlış’ diyebilen tek kişidir o. Kaymakam, müfettiş ve valilik gibi uzun mülki hizmetlerden sonra Turgut Özal’ın inisiyatifiyle Danıştay’a üye atanmıştı. 28 Şubat öncesi ve sonrası şahit olduğu ağır hukuk ihlalleri onu ‘yeni bir siyaset’e doğru itmiştir. Birkaç yıl sonra da kendini, AK Parti’nin kuruluş dilekçesini Yüksek Seçim Kurulu’na veren 5 kurucudan biri olarak bulur. “Asla bu noktaya gelebileceğimizi hayal etmemiştim.” diyor, AK Parti’nin başarısıyla ilgili.

‘En fazla 3 dönem sınırlaması’ getiren tüzüğün bugünlerde siyaseti allak bullak edeceği de bilinemezdi tabii. Tüzük çalışmalarına da katılan Topaloğlu’nun anlattığına göre, “Bir genel başkan üç dönem görev yaptıktan sonra tekrar seçimi kazanırsa, başbakanlık teamüle göre ona verilsin. İstisnai olarak 4. dönem hakkı tanıyalım, aksi hâlde çatışma olabilir.” diye bir ‘fıkra’ önerisi gelir. Tam kabul edilmek üzeredir ki Erdoğan kalkıp “Eğer genel başkan üç dönem içerisinde yerine en az 5 kişi yetiştirmediyse o partiden hayır gelmez, uygun görmüyorum.” der. Güveni daha da artar Topaloğlu’nun.

Ve Erdoğan, bundan tam 10 yıl önce, 3 Kasım 2002 tarihinde yasaklı olduğu seçimi kazandı. Belki de durum bu kadar tuhaf olmasaydı, AK Parti iktidarı mevzu bahis başarıyı yakalayamayacaktı. Yani gazete manşetlerinin tersine oy veren halk, ‘doğru tercih’ yaptığını düşünmeyecekti. 90’ların başından beri 3 Kasım’da ortaya çıkan tablo olmasın diye öyle şeyler kurgulanmıştı ki devlet ve toplum düzeni hâlâ allak bullaktı. Yasakladıkları adam ve kenara ittikleri kitle, koalisyona mahal vermeyecek şekilde ezici üstünlükle karşılarındaydı artık. Bu, gerçek ve dokunulabilir bir ‘korku’ydu artık. Öyle ki İsmet Berkan’ın deyişiyle “AK Parti’nin devraldığı Türkiye ile bugünkü Türkiye kıyaslanabilir olmaktan çıkacaktı.”



Türkiye’de darbelerin arkasındaki itici gücün kimler olduğu tartışma konusu ama fiilî müdahaleyi yapan askerlerdi ve onlar planlarına çoktan başlamıştı. Darbe provasını geniş katılımlı bir seminerde yapabilecek pervasızlığa sahiptiler. İlk Millî Güvenlik Kurulu’nda (MGK) Başbakan Abdullah Gül’e karşı MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç “Sizin yerinizde olsam eşimin başını açtırırdım!” der, “Haddini bil!” cevabını alır. Alır ama alışkanlıklar devam eder. Ta ki Işık Koşaner’in 2011’de Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifasına kadar. Koşaner, istifa etmeden önce yaptığı konuşmada “Artık o dönemler geçti.” diyecektir. İstifası da zaten bunun göstergesidir ve pek çoklarına göre vesayet sisteminin bitiş tarihidir. İlk kabinenin deneyimli İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu, o günleri şöyle anlatıyor: “Daha seçilmeden en yakın arkadaşlarımız bile bize ‘Boşuna uğraşmayın, size iktidarı vermezler.’ diyordu. En ifrit olduğum sözdü bu. 1983’te Özal geldiğinde aynı cümleleri işitmiştim.”




Aksu devam ediyor: “Tabii bize en büyük baskı unsuru, 28 Şubat kararlarıydı. Siyasetten bağımsız Başbakanlık İzleme Grubu toplanır, bunu takip ederler. Örneğin ordudan okullara eleman gönderilir, başörtülü öğrenci giriyor mu, girmiyor mu diye. Hatta imam hatip okullarına gönderiliyor bunlar. Ondan sonra MGK’ya gelip sorarlardı bize. ‘Yaptığımız tespite göre falanca okula iki tane türbanlı öğrenci girmiş.’ Mesela Erzurum’da bir mübarek gecede mevlit okutulmuş, yerel televizyon da bunu canlı vermiş. TRT’nin kandillerde okutması gibi. Bunu büyüterek getirdiler. ‘Bunlar hakkında işlem yapın, toplu ayin yapıyorlar!’ diye. Bakıyorsun mevlit okutulmuş.”

Şöyle bakar, kim yok anlardı!

AK Parti’nin ilk hükümetini, Erdoğan yasaklı olduğu için, Abdullah Gül kuracaktır. Hüseyin Besli’nin kitabına bakılırsa, Erdoğan, kabineye girmesini istemediği bir-iki kişiyi Gül’ün bakan yapmasından endişelenmiş. Bunu söylemeyi doğru bulmamış ama düşünceli hâlini fark eden bir arkadaşı onu ikna ederek Gül’e duyurmuş. Gül’ün oluşturduğu kabinede yer alan Ali Babacan, Beşir Atalay, Binali Yıldırım ve Recep Akdağ, hâlihazırda AK Parti’nin önde gelen bakanlarından. O sırada Gül’ün başdanışmanı olan Ahmet Davutoğlu da listeye dâhildir. Eski bir AK Parti milletvekili Gül’ün AK Parti’ye damgasını vuranlardan biri olduğunu anlatırken bu isimleri sayıyor: “O göreve getirdi, hâlâ yerlerindeler” diyor.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, yasaklı Erdoğan’ın yıpranmayacağını ve daha da yükseleceğini düşünerek, ara seçim formülüyle Siirt’ten milletvekili seçilmesine destek verir. 2003’ten itibaren ‘resmen’ Erdoğan’lı yıllar başlayacaktır. Hemen öncesinde Meclis’e gelen 1 Mart tezkeresi, Erdoğan’ın parti üzerindeki hâkimiyetinin zaman alacağının işaretini verir. Eski AK Partili vekil, “Hâkimiyeti kurduktan sonra grup toplantılarında gözüyle salonu şöyle bir taradıktan sonra ‘hazır ol’dan ‘rahat’a geçerdik. O anda salonda kimin olmadığını anlardı.” diyor övgüyle.

1 Mart 2003’te Meclis’e gelen tezkere, Amerikan askerlerinin Irak’ı işgalinde Türkiye topraklarını kullanmasını içeriyordu. Erdoğan, yasaklı kimliğiyle çıktığı dünya turunda Bush’la görüşmüş, belki de oradan aldığı izlenimle, tezkerenin Türkiye’nin bölgedeki çıkarları adına hayati önemde olduğunu düşünmüştü. AK Partililerin katkısıyla tezkere Meclis’ten geçmedi. Demokrasi kazanmış ve Ortadoğu Türkiye’yi ilk defa dikkatle izler olmuştu. Erdoğan giderek çetrefilleşen sınır sorunları karşısında “O tezkere geçmeliydi.” diyecektir çevresine. Özal’ın güvenlik bürokrasisiyle ilgili en yakın yardımcısı Hasan Celal Güzel, “1 Mart tezkeresi geçseydi PKK diye bir şey kalmazdı.” görüşünde. Olayı 10 yılın en önemli gelişmelerinden biri sayan USAK Başkanı emekli Büyükelçi Özdem Sanberk’e göre ise karar, Türk demokrasisinin eriştiği düzeyi ortaya koyduğu gibi, Türkiye’nin, kazananı belli olmayan trajik bir işgal hareketine dâhil olmasını önlemiştir.

Her önemli siyasi hadisede rengini gösteren asker, bu sefer sessiz kalmış, Amerika’nın açık ve gizli büyük tepkisiyle karşılaşmıştı. O tarihlerde Türkiye’nin en büyük siyasi gücünün ordu olduğu bilinmeyen bir şey değildi ve sessizliğini kamuoyu ile paylaşması gözden kaçmamıştı. Olumsuz sonuca rağmen, AK Parti, Amerika’nın Türkiye’deki birinci muhatabı oldu. Bu durum, darbe girişimlerindeki dış desteğin eskisi gibi olmayacağının işareti sayılacaktı. Bir AK Parti yöneticisi şu ilginç görüşü aktarıyor: “Tezkere şartları, hem bürokraside hem de siyasi planda çoktan müzakere edildiğinden ve Devlet Bahçeli bunun siyasi faturasını yüklenmek istemediğinden, koalisyon içindeki problemleri bahane ederek erken seçim takvimini açıklamıştı.” Yani 3 Kasım tarihini, gelmekte olan tezkereye borçluyuz ona göre.

Darbe’ye karşı tek başına!

İrticaya karşı ılımlı görüldüğü gerekçesiyle Hüseyin Kıvrıkoğlu tarafından önü kesilmek istenen Hilmi Özkök’ün uzun genelkurmay başkanlığı dönemi, AK Parti’nin en büyük şansıydı. Bizim nesilde hakkında ‘demokrat asker’ tabiri kullanılan tek kişi oydu. Daha ilk günden başladığı anlaşılan darbe planları, Cumhuriyet gazetesinin 2003’teki ‘Genç Subaylar Tedirgin’ başlığı ile kendini gösteriyordu. Olayın vahameti ise 2007’de Nokta’da yayımlanan ‘Darbe Günlükleri’ ile ortaya çıkacaktı. AK Parti, Erdoğan ve Gül, daha ilk günlerde büyük tacizlerle karşılaşmış, açık-kapalı muhtıra gibi konuşmalara muhatap olmuştu. Bunun ötesinde iç içe geçen, revize edilen, birkaçı sabit aktörleri yıldan yıla farklılaşan darbe planları hazırlanmıştı peş peşe.

AK Partili Salih Kapusuz ve Abdülkadir Aksu, ayrı ayrı ama aynı şeyi söylüyorlar: “Ekonomik kriz sebebiyle süreci sessiz sedasız geçirmek üzere kamuoyunu tedirgin etmeyecek ve devlet içindeki çatışmayı yansıtmayacak bir tavır benimsedik.” Kapusuz devam ediyor: “3 Kasım’dan sonra o günkü yanlışlara karşı farklı mukabelelerde bulunmak işimizi daha da zora sokardı. Bizim derdimiz üzüm yemekti. Yoksa kavga etmek istesek kavga ortamı her zaman önümüzdeydi. Ancak unutulmasın ki gizli tutabildiğiniz şeyler şöyle ya da böyle ortaya çıkar. Biz Türkiye’yi kazanmak için sabrettik. Bugünlere geldik.”

Ancak yıllar sonra açılacak davalarla daha iyi görülebilen darbe girişimlerini sorgulamak, tamamen yargının üstünde kalacaktır. Hürriyet yazarı İsmet Berkan’ın eleştirisi burada geliyor: “İdareye, yani hükümete düşen görevler vardı. Başbakanın Balyoz’dan haberdar olduğunu biliyorduk ama bu denli olduğunu bilmiyorduk. Geçenlerde ‘Bir de o CD’ler var, onları dinleseydiniz.’ dedi. Konuşmasından anladığım, Erdoğan o ses kayıtlarının tamamını Mart 2003’ten sonra başbakan sıfatıyla dinlemiş. Zaten pek çok kaynak da söylüyor bunlar şu tarihte başbakana gitti diye. Peki, ne yapıldı? Bütün bu belgeler, bilgiler bavul içinde bir gazeteciye ulaşmasa, o da toplayıp savcılığa teslim etmeseydi ne olacaktı? Başbakan, emrindeki soruşturma kurumunu çalıştırdı mı? O CD’leri alıp savcılığa gönderdi mi? Hiçbiri olmadı.” AK Parti’nin istikrarsızlığa yol açmama, muktedir oluncaya kadar ‘mesele’ çıkartmama tavrını hatırlattığımızda Berkan, “Demek ki kendilerini savcı yerine koyup ‘Önemsizdir, soruşturmaya yer yoktur.’ kararı vermişler. Ekonomik kriz çıkacak diye mesele etmemek yanlış şeyler.” diyor. Elbette bu tartışma konusu. Darbe davalarının siyasi sorumluluğunu üstlenen AK Parti, davaların politik maliyeti konusunda hesap yapma ihtiyacı hissedecekti.

AK Parti kadroları, 28 Şubat’tan ders çıkartmış kadrolardı. 2008’de AK Parti’ye karşı açılan kapatma davasının iddianamesi de, 27 Nisan e-bildirge metni de müdahaleleri destekleyen kişileri bile hayal kırıklığına uğrattı. ‘Bu mudur bütün toplayabildikleriniz!’ dedirtti. Eski günlerden alınan ders malzeme vermemek olduğu kadar, 27 Nisan e-muhtırasının geldiği yere iade edilmesiydi.

Toplumdaki yeni siyaset talebi ile AK Parti hareketi paralel gidiyordu. Eski AK Parti Milletvekili Zeynep Dağı, 27 Nisan 2007’deki muhtırayı bir dönemin sonu olarak nitelendiriyor ve “28 Nisan sabahını iyi hatırlıyorum. Sivil insanların, hükümetten önce 27 Nisan’ı mahkûm eden, toplumsal bir karşı duruş gösteren tavırları çok önemliydi.” diyor. Dağı’ya göre, AK Parti’yi merkeze taşıyan şey 367 kararı ve 27 Nisan muhtırası olacak, askerî vesayete karşı ‘demokratik koalisyon’ oluşacaktı.

Yüzyıllık bir değişim

Bu arada darbe planları sadece kâğıt üzerinde kalmamıştı. Danıştay saldırısı, giderek yükselen misyonerlik karşıtı atmosfer, peşi sıra gelen Hrant Dink ve Rahip Santoro cinayetleri, Zirve Yayınevi katliamı, Cumhuriyet mitingleri, 367 kararı, 27 Nisan e-muhtırası… Dönemin İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu, cinayetleri de dâhil ederek bütün bunların AK Parti’ye karşı direnci yükseltme çabası olduğunu söylüyor: “Cumhuriyet mitinglerinin ne amaçla yapıldığı, cinayetlerin ne amaçla işlendiği çıktı ortaya. Hemen hemen hepsi yazıldı. AK Parti’ye karşı direnci artırmaya çalıştılar cinayet ve mitinglerle. Evet, cinayetler de bunun parçası gibi geliyor bana. Mahkemede de bu bağlantılar kuruluyor.”

Hem AK Partililer hem de siyasi gözlemcilerle yaptığımız uzun sohbetler, son 10 yılla sınırlı kalmadı. Son kongrenin etkisiyle bin yıl öncesine gidildiği olsa da genel olarak bir-iki asırlık süreçler konuşmaya dâhil oluyordu. Son 10 yılın asırlık bir değişim dinamiği taşıdığı duygusuyla ilgiliydi bu. Mesela İstanbul Milletvekili Metin Külünk, AK Parti’nin 10 yıllık dönemini coğrafyamızın 200 yıllık mağlubiyetiyle bağlantılı anlatıyor. İmparatorluktan ulus devlet sınırlarına sığınan ülke, geri çekilmenin travmasıyla devleti korkular üzerine inşa eder. Türkiye, gündemi başkalarınca belirlenen bir ülkeye dönüşmüştür tamamıyla. Külünk’ün ifadesiyle, Türkiye’ye biçilen rol bellidir. Mesela, Ortadoğu’ya açılmamalıdır. Külünk’e göre, AK Parti zinciri kırabilmiştir ve fiziki gücün dirildiği, Türkiye’nin metafizik coğrafyasıyla yeniden bağ kurduğu döneme girilmiştir. ‘Metafizik coğrafya’ derken Osmanlı’nın eski sınırlarını ifade ediyor Külünk. Muhafazakâr ve milliyetçi kesimin gençlik yıllarından bir mefkûre içinde ilgilendiği Filistin’den Azerbaycan’a, Balkanlar’dan Mısır’a uzanan metafizik coğrafya, AK Parti’nin de ilgi sahasındadır. Türkiye yeniden tarih sahnesine çıkmıştır da, ‘içeri’si pek tekin değildir. “Bütün darbe ve vesayet düzenine halkın en kâmil itirazı AK Parti ile olmuştur.” diyor Külünk.

10 yıl içinde ‘tarihî’ olaylar yaşandı. Her seçimde oylarını yükselten ilk parti onlardan biri. Gazeteci Murat Yetkin’e göre ise üst rütbelilerin yargılanması ancak yüz yılda bir olacak türden büyük siyasi olaylardır ve sadece yargı meselesi değildir. Bu yıllarda ilk defa darbeye karşı konabilmiş, ordunun en tepesi yargılanmış ve tutuklanabilmiştir. Eski başbakan danışmanlarından birine göre 15 yıl önce bir yüzbaşı gözaltına alınsa ve yargılansa darbe gerekçesi olabilecekken üstelik.

Türkiye bu dönemde, büyük ekonomik büyümeyi yakalamış, küresel ve bölgesel aktör olabileceğini göstermiştir. Ancak Türkiye’de siyasi tarih onar yıllık dilimler hâlinde anılır, 10 yıl iyi giden hava birden tersine döner, İsmet Berkan’ın ‘Artık ara dönemler demeli miyiz acaba?’ dediği zamanlar başlar. AK Parti’yle ilgili övgü dolu sözlere, konuşma uzadıkça ‘ama’lı cümleler ekleniyor. Asıl mesele, çok köklü açılımların ve reform ataklarının yarım kalması. Erdoğan’ın elinde tuttuğu güç dolayısıyla ortadan kalkmış gibi görünen sorunların, onun yokluğunda tıpkı vesayet dönemini hatırlatan özelliklerle dönebileceği endişesi var. Aynı endişe parti içinde de dile getiriliyor. Merkez Yürütme Kurulu’nun yeni üyesi Osman Can, yeni anayasaya işaret ediyor: “Anayasa çıkartmadan kurumlar ve yasalar düzeyinde reform yapmak… Her yeniliğin anayasaya uygunluğunu gözetmek zorunluluğu var ki bu köklü reform yapamamak demektir. Reformlar Ankara’daki bürokratlara bırakıldığında, yapılması vadedilen 63 maddenin en az 55’inin yapılamaması demektir.”



Yarıda kalan reformlar...


Hasan Celal Güzel de ‘ama’lı cümle kurup “Yargıda çok şey yapıldı ama köklü bir yargı reformu yapılamadı.” diyor. AK Parti cephesi ise değişim dinamiğinin devam ettiğini, köklü bir jakoben gelenek yüzünden değişimin dünden bugüne olmadığını söylüyor. Ve üstelik AK Parti ve Erdoğan’ın, zannedildiği gibi her şeye kudreti yetmemektedir. Geçen haftalarda, 2014’te yapılacak belediye seçimlerini 6 ay öne almak isteyen AK Parti, yanına MHP’yi almasına rağmen bu değişikliği çıkartamadı. Kimilerine göre bu durum, AK Parti’nin yeni anayasa konusunda neden ipe un serdiğini de ortaya koyuyor. Hasan Celal Güzel, “Demek ki başbakanın her dediği olamıyor.” diyor. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz da aynı görüşte: “Sivil anayasa elbet bir gün vadedildiği gibi tamamlanacak ve yapılacaktır. Bu sadece AK Parti’yle ilgili ve o kadar da kolay değildir.”

AK Parti’yi diğer partilerden ayıran, Cumhuriyet’in tabularına el atmasıydı. Hiç olmadığı kadar derin ve geniş bir şekilde Kürt meselesine, Alevilerin sorunlarına ve Dersim gibi girilemeyen konulara girdi. Ancak devamı gelmedi. İsmet Berkan’a göre, bu konuların sayısını azaltmaya gayret eder gibi yaptılar ama neye el attılarsa hepsini yarım bıraktılar, hiçbirini tamamlamadılar: “Buna Kürt sorunu da, Alevi açılımı da dâhil. Çok şey yapıldı, başlandı ama nihayete ermedi. Mesela, Dersim konusu. Cumhuriyet tarihinin çok önemli vakalarından biridir. Tartışmaya açıldı. Erdoğan’ın şahsi katkısı çok büyük ama sonuna varamadık.” Acaba hiç açılmasa mıydı? Berkan devam ediyor: “Daha kötü bir sonuca vardık sanki. Bunları hiç konuşmazken daha iyi durumda gibiydik. Şundan ötürü: Tarih güncellik kazandı ve biz geçmişimizle hesaplaşalım derken geçmişte yaşayan bir topluma dönüştük. Dersim olayları dün sona ermedi, 60-70 yıl önce oldu, kötü bir olaydı; geride bırak geleceğe bak. Hayır. Sonuçlandırılamadığı, yaralar açık durmaya devam ettiği için geleceğe dönüp bakamıyorsun. Gözünün yarısı geçmişte duruyor.”

Bir de yeterli hazırlık yapılmadan girilen ve sonu getirilemeyen açılımlar var. Alevi açılımından söz eden yok artık. Kürt meselesi daha da çetrefilleşti. Muhafazakâr Düşünce Dergisi Editörü Serhat Buhari Baytekin, Türkiye’de Kürt meselesinin AB ile paralel ilerlediğini, AB süreci yavaşladığında Kürt meselesiyle ilgili çözüm arayışlarının da azaldığını söylüyor. Eski bakanlardan Oltan Sungurlu’ya göre Güneydoğu politikası zora girdi: “Habur meselesinden sonra geri dönüldü. Güneydoğu’yu çözmek için düşünce de, cesaret de iyiydi. Cesaret yetmedi, hazırlıksız olduklarından çok büyük zarara sokuldu. Orada uluslararası bir olay var. Ellerindeki aletler çok yetersizdi.”

Sungurlu, Erdoğan’ın çok çalışkan ve meseleleri hızlıca çözen liderlik özelliğini övüyor. Eleştirisi de var. “Çok süratli iş yapıyor. Enerjisine güç yetmez. Bazı işler var ki süratle değil, teenniyle, düşünerek, altyapıyı hazırlayarak yapmak lazım. Sayın başbakan tez canlı. Hemen bitsin istiyor.” Güneydoğu’lu bir iş adamı da bölgede milletvekili profilinin değiştiğini aktarıyor: “Eskiden liderler çok güçlü değildi. Yerel güçlere muhtaçtı ve aşiretlerin merkez partilerde önemli temsilcileri olurdu. Erdoğan bunu bitirdi. Doğu ve Güneydoğu’da aşiret mevhumunu yok etti.”

Demokratik koalisyon

AK Parti, Millî Görüş hareketi içinden, o hareketin lideri Necmettin Erbakan’a karşı ayaklanan kadronun merkez sağ ve diğer gruplarla açık ya da kapalı ittifakının eseri. 3 Kasım 2002’de Meclis’teki AK Partililerin sadece 50’si eskiydi. Hem parlamentoya hem de bürokratik hayata yepyeni isimler katıldı. 27 Nisan muhtırası AK Parti’yi demokratik merkezin doğal adresi yaparken, bir tür demokratik koalisyon da oluştu. Ancak yaygın görüşe göre, 2011’de referandum rüzgârını arkasına alan ve yüzde 50’ye ulaşan AK Parti, daha dar bir kadroyla hareket etmeye başladı. Desteğini her fırsatta dile getiren Hasan Celal Güzel’e göre, başlangıçta da Millî Görüş tabanına ağırlık verildi: “Bu normal hadiseydi. Ama bunu sonra telafi etmek gerekirdi, kısmen de edildi. Çünkü yüzde 50’lik potansiyele sahip olmuş parti, belirli bir tabana münhasır olamaz. Ufak bir tenkidim var: Hâlâ, Millî Görüş tabanının tesiri, olması gerekenden fazla.”

AK Parti, daha en başta ‘toplumsal merkezi’ hedeflemişse de onu demokratik merkeze oturtan olay 367 krizi ve 27 Nisan muhtırası oldu. O vakte kadar dışarıdan desteklediği AK Parti’nin milletvekili olan Zeynep Dağı’nın temennisi var: “Demokrat kesimler AK Parti’ye yöneldi. Askerî vesayete karşı demokratik koalisyon oluştu. Halkın derin devlete karşı derin bir demokrasi talebi oldu. Demokratik koalisyonun devamı Türkiye’nin geleceği adına hayati önemde. Açılımlardan korkmayan, demokratik teamüllerin her durumda kurumsallaştığı bir yapıya kavuşmak gerekiyor. Doğrusu ben AK Parti’ye küskünlüğün, demokrasiye küskünlük şeklinde cereyan etmesinden endişe ediyorum. Bu havanın genel seçimlere yansımasının önüne geçmek gerekiyor.”

“AK Parti, her şeye rağmen neyi başarmıştır?” sorusunun belli cevapları var: Sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında yapılanlar, sosyal yardımlaşmanın yaygınlaşması, TOKİ, altyapı hizmetleri, duble yollar, tüneller, dış politikada yakın zamana kadarki hava, askerî vesayet rejiminin büyük darbe yemiş olması, darbe girişimleri ve davalarına karşı AK Parti’nin kararlı tutumu, 27 Nisan muhtırasına verilen cevap, 12 Eylül referandumu ile gelen değişimler, yüksek yargının gündem dışına düşmesi, MGK yapısındaki değişiklikler…



Bunlar arasında AK Parti döneminin en önemli yeniliği, Ahmet Davutoğlu’nun siyaseti olarak gündeme gelen ‘komşularla sıfır sorun’du. Dış politikadaki değişim, 10 yıllık iktidarın belki de en önemli hadisesi oldu. Oltan Sungurlu, Türkiye’nin dış politikada ‘Ben de varım’ dediğini düşünüyor: “Hakikaten Türkiye’nin imajını bütün dünyada tanıttı ve son derece başarılı oldu. ‘Amerika söylüyor, Türkiye yapıyor’ diyorlar ama dışarıdan baktığımda Türkiye’yi görebiliyorum.”

Hasan Celal Güzel’e göre ise değişim yüz yıllık: “Cumhuriyet döneminin pasif, tutucu, kendi sınırları dışında Türk ve Müslüman kabul etmeyen o ürkek politikası tamamen değişti.” Ancak her ikisinin de eleştirisi var. Sungurlu, “Arap Baharı başladı başlayalı takip edilen politikayı anlamıyorum, anlayana da rastlamıyorum.” diyor. Güzel ise “Suriye konusunda seyirci kalmayacağız.” diye çok sayıda beyanat vermemize rağmen müdahalede gecikmemizi sorunlu görüyor.

Emekli Büyükelçi Özdem Sanberk’e göre ise dış politikada sorun alanlarıyla ilgili cesur adımlar atılmış (büyük kısmının çözümü sağlanamamışsa da), Türkiye’ye bölgede ve uluslararası camiada ciddi saygınlık kazandırılmıştır: “Sorunlarla yaşama yerine sorunları çözme iradesi, son 10 yılın en belirleyici diplomatik gelişmesi sayılmalı.”

Tüm bunlara rağmen ‘sıfır sorun politikası’ Suriye’de iyi başlamasına rağmen hiç istenmeyen bir yöne gitti. Sanberk, Türk diplomasisinin, Esed’in rejim üzerindeki etkisini iyi değerlendirememesi, Batılı müttefiklerimizin Suriye meselesinin teşhisi hususundaki yanılgısı ve rejimin dayanıklılığını etkili olduğunu düşünüyor.

Hasılı, Recep Tayyip Erdoğan’ın yasaklı girdiği ilk seçimden zaferle çıkmasının ardından 10 yıl geçti, AK Parti ve Erdoğan Türkiye’nin tek hâkim siyasi gücü artık. 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanamayan Devlet Bahçeli, o dönemden kalan tek siyasi lider. 10. yılda yaşanan tartışmalar, önümüzdeki 10 yılın Erdoğan’lı yıllar olup olmayacağı üzerine. Merak edilen bütün soruların cevabını çok hızlı bir şekilde yaşanan süreç verecek.

(Dosya için konuştuktan sonra vefat eden Nurdoğan Topaloğlu’na Allah’tan rahmet diliyoruz.)

Oltan Sungurlu: ‘Yardıma muhtaç insan’ fikrini kafadan sildi!


Sabahtan akşama kadar Erdoğan’a laf söyleyen, olmadık kararlara imza atan yüksek yargı, AK Parti’nin itici gücü oldu. 10 yılın en önemli olayları; Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, eski Van Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın meslekten men edilmesi ve 27 Nisan’a verilen cevaptır. Millî Güvenlik Kurulu’nun hükümete bağlanmasıyla askerî vesayet dönemi bitmiştir.

AK Parti’nin en büyük halk desteği sağlık politikaları ve sosyal yardımlaşmadan geldi. Özellikle Anadolu şehirlerinde ‘aç insan, yoksul insan’ fikri kafadan silindi. ‘İnsanlar açlıktan ölüyor’ rahatsızlığı yok toplumda. TOKİ’nin ve şimdilerde kentsel dönüşümün ekonomiye katkısı büyük olacak. Erdoğan’a karşı olanlar bile krizlere rağmen büyüyen ekonomiden sitayişle bahsediyor. Ancak bu dönemde şehircilikte ve estetikte mesafe alınamadı. Türkiye’de zaten kültür politikası yoktu, AK Parti döneminde de olmadı. Kökenleriyle barışık ve kültürel milliyetçilik vurgusu olumluydu.

“Bana hangi bakan başarılı?” diye sorduklarında “Önde Erdoğan var, diğerlerini göremiyorum.” diyorum (gülüyor). Milletvekilleri arasında ve teşkilatta çok kabiliyetli adamlar var belki ama başbakan o kadar önlerinde duruyor ki biz onları pek göremiyoruz. Bu dönemde AK Parti kendisine oy vermeyenlerin güvenini kazanamadı, bu, seçimlerdeki atışmanın ötesine geçti…

Ümit Fırat: Ergenekon, reformlara karşı PKK’yı devreye soktu!


AK Parti geldiğinde, 1999 öncesi şartlar yoktu. 1999’da Öcalan, PKK’nın bütün elemanlarının yurtdışına çekilmesi konusunda örgütüne talimat verdikten sonra İmralı’ya giden bir Genelkurmay yetkilisi, onu, “Hepsinin dışarı çekilmesine gerek yok. Aksi takdirde yerini başkaları doldurur.” diye uyarır. Avukatlarıyla görüşme kayıtlarında var bu. Hepsinin çıkmadığını biz zaten hissettik. PKK’nın tümüyle silinmesi onların korkulu rüyasıydı.

AK Parti iktidarıyla birlikte Genelkurmay’ın bazı odalarında, jandarmada telaş başlamıştı. Ekonomik kriz çıkartmak onlar için de riskti. Ama asayişi bozabilirlerdi. Türkiye’de hükümetleri yıpratmanın en önemli yolu çatışma ortamıdır. Çatışmalar tekrar başladığında Öcalan, “Kaç bizden, kaç onlardan öldürülüyor?” diye soruyor. Kasım 2003’te Eve Dönüş Yasası, hükümetin teklifi epey budanarak Meclis’ten geçti. Öcalan’a orta vadede bazı iyileştirici tedbirler öngörülüyordu. O günkü PKK militanları ve yöneticileri için de keza. Ama onlar budandı. Öcalan, avukatlarına “Beni ilgilendiren bir şey var mı?” diye soruyor. “Yok.” denince “O zaman tamam.” diyor. Belli ki hayal kırıklığı var, belli ki ona söz verilmişti. Söz verenler de hükümet değil, ‘en başta’ konuşanlar. O sıralarda birtakım darbe planlarının yapıldığını, 1. Ordu’daki hareketliliği biliyoruz. O planlardan biri de PKK’nın savaşı yeniden başlatmasıydı. Osman Öcalan ve Nizamettin Taş gibi savaşmak istemeyenler örgütten tasfiye edildi. Ve örgüt bugünkü kadroya teslim edilerek savaş başladı. Kıbrıs ve AB konusunda eski statükocu devlet yapısını çözecek bir sürece girilmişti. Hükümeti güçsüz kılıp yeniden güvenlik konseptine dönmekti amaçlanan.

Erdoğan, Ağustos 2005’te ilk defa “Kürt meselesi benim de meselem.” diyerek sorunun adını koydu. Hem Kandil hem de derin devlet, mesajın halka ulaşmaması için elinden geleni yaptı. Açılım yapıldı, Habur’a takıldı. Hizmet götürmek, yol ve hastane yapmak, bölgeye seçkin ve başarılı bürokratlar atamak, ‘benim devletim’ denilebilecek çehre oluşturmak önemli ama mesela Terörle Mücadele Kanunu da önemli. Kürtçe dershaneler, TRT Şeş ve seçmeli Kürtçe dersi gibi açılımlarda Tandoğan sendromu devreye girdi örgütte. Faşist kanalları bile izleyebilirsiniz ama TRT Şeş’i izleyemezsiniz!

Ergenekon davalarıyla birlikte faili meçhuller bitmiştir. Bu çok net. Demek ki bunlar yaptırıyorlardı. Uludere hadisesi hâlâ müphem, burada derin devletten bir tezgâh var, hükümet zarara sokuldu. Bu 33 asker olayı gibi ciddi bir kırılmadır. Hükümeti de savurdu biraz. Uludere durdukça temiz sayfa açamazsın. Bunun açılmasından hükümet kaybetmez, açılmadığı sürece kaybeder.

Kürtler inkâr edilen topluluk değil artık. ‘Kürtçe diye bir dil var mı?’ tartışması kalktı. Kürtçe şimdi üniversitelere, lisans üstüne, okullara seçmeli ders olarak giriyor, devlet kanalından yayın yapılıyor, özel kanaldan yayın yapılıyor. AK Parti önemli işler yaptı ama sistemi dönüştüremedi henüz.

(*) Kürt siyasetçi ve yazar

Hasan Celal Güzel: Başta devlette iğreti duruyordu ama…

1960’ta kurulan jüristokrasi büyük darbe aldı. Yüksek yargıdaki normal yargı mensupları tasfiye edilerek sadece CHP’li militanlar bırakılmıştı. Adnan Menderes’i asan yargıçlar Anayasa Mahkemesi üyesi yapıldı. Düşünün, kararlar öncesinde Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 9’unun AK Parti aleyhine, 2’sinin lehine oy vereceği tahmin ediliyor ve doğru çıkıyor. Aleyhte verenlerin 8’ini Sezer, 1’ini Demirel atamış, diğer 2 kişiyi de Özal. Tablo buydu. Bu, referandumla büyük darbe aldı.

Ekonomiyi 10 senede üç kat büyütmek, enflasyonu tek haneli rakama indirmek, 4 yıldır dünyadaki en büyük büyüme hızına ulaşmak, düşük gelirli grupların sayısının ve işsizliğin azalması muazzam başarıdır. Parti içi demokrasi Türkiye’nin sorunudur ve AK Parti bundan azade değildir.

Uludere’de hükümete haksızlık ediliyor. 50 senedir gözün üzerinde kaş vardır denemeyen ülkede, generallerin önemli kısmı mahkumiyet aldı. Türkiye’de militarizm bu on yıl içinde sona erdi. Hâl böyleyken ordunun moralini sıfıra indirecek şekilde gerçekten üzücü bir yanlışlıktan dolayı herkese atıp tutmanın manası yoktur. Erdoğan döneminde faşist devletçilikten uzaklaşıldı.

2002’deki AK Parti, şimdiki AK Parti değil. Çok daha dar kadroya hitap eden, devlet tecrübesine sahip personel ve siyasetçi sayısı az bir partiydi. AK Parti başta iğreti duruyordu devlette. Hani bürokratların hep siyasileri oynatması vardır ya o durumdaydı. Bu değişti. Sayın başbakan bir iki senelik tecrübe döneminden sonra devlete de hâkim oldu. Hem bürokraside hem de siyasette çok kişi yetişti. Yeter ki Abdullah Gül gibi devlet adamları bulunsun ve ona yardım etsin.

İsmet Berkan: AK Parti nefsine iyi bile hâkim oldu!

2002-2012 döneminde Türkiye çok ciddi büyüme yakaladı. Ama 2002’de doğan çocuklar 2020’lerde iş hayatına atıldıklarında, bugün Türkiye’nin milletvekillerinden ve bizlerden talep edilen yetenek ve becerilerden çok daha fazlası istenecek. Bizim geçtiğimiz eğitim tezgâhını onlara yeterli görmek yanlış. Planlama yeterince yapılamadı. Bizim millet çocukları hem dinini öğrensin hem de dünyalı olsun istiyor. Laik eğitim sistemi içinde din eğitimi verilemediği için ara formül olarak imam hatipler çıktı. Şahsen tekrar İHL orta kısmının açılmasına da, ‘Peygamberimizin Hayatı’ dersine de karşı değilim, bizatihi taraftarım. Hatta ‘Peygamberimizin Hayatı’ dersi konulabildiği için imam hatipe talep az oldu. Peki, biz niye dersin ismini ve İHL’yi kanun metnine yazıyoruz? Bu komplekse gerek yok ki!

Türkiye’de seçimi kazanmak ve Meclis’te çoğunluk elde etmek yeterince zor bir şey, diğeri de devlet mekanizmasına hâkim olmaktır. Bu sadece askerle olan iktidar paylaşımındaki hesaplaşmadan ibaret değil. Maliye, İçişleri, Tarım Bakanlığı bürokrasisi de var. Bütün bürokrasiye hâkim olmak, onlara iş yaptırtabilmek, onlarla birlikte iş yapmak, bunu da çok büyük sarsıntılara yol açmadan yapabilmek başarı. Demek AK Parti öyle kadrolara sahipti ki başardı. Başta hakikaten iktidar tecrübesi çok düşüktü, ona rağmen içinden böyle kadrolar çıkartabildiyse halka güvensizliğin hiçbir temelinin olmadığını da ispatlamış oldu.

Öte yandan AK Parti, temel vaatleri arasında yer alan, Türkiye’nin idari sisteminin rasyonelleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi konularında bence çok ciddi başarısızlık içinde. Son 4-5 yıldır bir anayasa değişikliği dışında kritik öneme sahip çok şey hatırlamıyorum.

AK Parti pragmatist bir parti. Bütün merkez sağ partileri gibi demokrasi kurucusu gibi hareket eden bir parti değil. Günü kurtarmaya ve kendi iktidarını sağlamlaştırmaya daha büyük öncelik veriyor. Geçmişte DP de, AP de, ANAP da böyleydi. Demokrasi kurucusu iddiası var ama davranışları bunu desteklemiyor. Böyle davransa askerî vesayet dâhil bütün devlet vesayetini ortadan kaldırıp siyasete güveni kurumsallaştıracak, Türkiye’nin her durumda siyasetçiler eliyle yönetilmesini sağlayacak. En azından bunun için tartışmalar başlatır ve bir yere vardırırdı. Ama öyle davranmıyor. Bugün kendince daha dost bir atmosfer oluşturmayı başardı askeriyenin içinde. O ona yeterli geliyor; ama bana yeterli gelmiyor. Yarın için garanti teşkil etmiyor. Aynı askeriye, Türkiye yarın siyasi istikrarsızlık dönemine girerse vesayetçi pozisyona dönmeyeceği konusunda bana garanti vermiyor. “Yurtiçindeki düşmanlara karşı da yurdu korumak askerin görevi.” diyor… Yasalarla verilmiş görev varsa -ki hâlihazırda var- o zaman asker fişleme yapıyor diye kızmanın âlemi yok. İç tehdit dediğinizde, bir kısım vatandaşlarımızın potansiyel düşman olduğunu kabul ediyorsunuz demektir.

Çıraklık, vesayet sistemine direnebilme, bazı işler yapmaya çalışma dönemidir belki. Ustalık da birazcık yerine yerleşme, iktidarda devletle ayrılmaz bir bütün hâline gelme dönemi olabilir. Türkiye’de hep böyle olmuştur aslında. AK Parti nefsine iyi bile hâkim oldu! Başka partiler daha erken vakitlerde nefislerine yenildi. AK Parti yeni yeni nefsine yenilme emareleri gösteriyor. İktidarı kullanma biçimi bakımından… Diyelim bundan 2 yıl öncesine kadar eleştirilerin içeriğini merak edip eleştiriler arasında ayrım yapan bir başbakan vardı. Yani bir kısım eleştiriler her zaman çok düşmancaydı. Ona çok bakmaması normal. Bir kısım eleştiriler düşmanca kelimelerle ifade edilse dahi bir içeriğe sahip eleştirilerdi. Şimdi çok dostça ifade edilmiş eleştirileri dahi AK Parti’ye karşı düşmanlık gibi görüp içeriklerine hiç bakmama eğilimi çok yükseldi.

AK Parti küçümsemenin mümkün olmadığı şeyler başardı. Oy deposu kırsal alandır. AK Parti döneminde kırsal alandan kente göç Cumhuriyet tarihinin hiçbir zamanında olmadığı kadar hızlı oldu. Kırsal alan nüfusu yüzde 30’lara düştü. Merkez sağ ‘absorbe’ edemem diye buna cesaret edemedi. AK Parti döneminde yüzde 15, yani 12-13 milyon insan aktı kırlardan şehre. O kadar insana ev yapmak, onları işlere yerleştirmek, şehir hayatına uyum sağlamayı temin etmek… Bu çok büyük bir iş. Belediyelerin iyi çalışması vesaire… Kırsal alanda ise nüfusun azalması ile birlikte ilk defa tarımda sermaye birikebilir hâle geldi. Bu da bu ülke tarihinde, bin yıllık tarihimizde ilk defa oluyor. Tarıma dayalı sanayiler olmaya başladı. Bütün karmaşayla baş edebilen, sağlık altyapısından eğitime, ulaşımdan bilmem neye bir sürü şeyi sağlayan, ilk defa geriden gelen değil, önden koşan bir iktidar oldu. Çok büyük sosyal yaralara yol açabilecek gelişmeyi, sosyal barışın parçası hâline getirmeyi başardı. Buradan da büyük ekonomik gelişmeyi yakaladı.

Şu veya bu şekilde iktidara geliyor bu parti; sevilmeyen, küçük görülen, bunlar beceremez denilen… Ve onlara iktidarı vermemek için de gereken her şey yapılıyor. Türkiye’yi AK Parti yönetiyor artık. Bunu yapmalarını sağlayan tek şey de başarı. Başarılı olamasalardı ne vesayeti kaldırabilirlerdi ne de iktidarda üç dönemi görebilirlerdi… Yönetmeyi başararak diğer iktidar alanlarını da tekelinize alabilirsiniz. Birinci yılında siyasi kriz çıksaydı, ortalık darmadağın olsaydı ne siyasi programın ne de muhafazakârlığın önemi olurdu.

Zeynep Dağı: Halk iradesi reformların arkasındaydı!

AK Parti olağanüstü şartlarda iktidara geldi, 10 yıl muktedirleşme süreci oldu. Dar bir Millî Görüş kimliğinden çok değişik kesimlerle farklı koalisyon arayışları vardı. 2007 seçimleri ve referandumda da olduğu gibi Türkiye’nin yarısı AK Parti’nin reformlarını ve askerî vesayet kurumlarını ortadan kaldırmasını destekledi. Halk reformların arkasında durdu. Yüzde 50’nin içinde farklı görüş, yaşam biçimi ve dinî hassasiyetlere sahip insanlar var. Bu, AK Parti’yi herhangi bir grubun partisi olmasının çok ötesine taşıdı. Çoğulculuğu yansıtmazsa büyük hayal kırıklığı olur. Parti içindeki demokrat unsurların varlığını koruması lazım. AK Parti değişimin partisiydi, özellikle Güneydoğu meselesinde halkın teveccühünü göz önüne alarak çözümün partisi olmalı. Maalesef, askerî vesayet yüzünden milletvekillerinin siyasal gücü kırılmış. Devlet temsilcilerinin seçilmişlerin önünde olması sorunu devam ediyor.

Salih Kapusuz*: 27 Nisan, vesayetle mücadelenin miladı oldu!

Bazı gençler, 70’lerin kaos ortamında kendilerine ait olmayan çatışmalara katılmadılar, okudular, geleceğe hazırlandılar. Siyasette, bürokraside, sosyal alanda... Onlar bugün AK Parti’nin kurucuları, önde gelenleri. Vesayeti iliklerine kadar hisseden, ‘siyasette korkularak bir yere varılamayacağını gören’, engelleri aşarak gelen idealist bir kadro…

Türkiye’nin normalleşmesi bir maraton koşusu. 82 Anayasası üzerinde belki en anlamlı ve en kapsamlı değişikliği AK Parti yaptı. Biz aslında hem 2007’de hem 2011’de ciddi olarak anayasa yapma ihtiyacını vurguladık ve yetki istedik. Ama takdir edersiniz ki 2007 seçimlerinden sonraki anayasa değiştirme teşebbüsü neredeyse partimizin kapatılma gerekçesiydi. CHP’nin lideri “Yeni anayasa mı yapmak istiyorsunuz; ya ihtilal yaparsınız yahut da savaştan çıkar devlet olursunuz!” dedi. Böyle bir anlayışın var olduğu ülkede anayasa değişikliği yapmanın ne kadar zor olduğunu yaşayarak görüyoruz. Yerel seçimlerin 6 ay öncesine çekilmesiyle ilgili anayasa değişikliğini Meclis’ten geçiremedik, anayasa değiştirmek o kadar kolay değil. Zoru gördük vaz mı geçeceğiz, hayır. Biz elimizden geldiğince siyasilerle uzlaşmaya çalışacağız, bu dönem olmazsa, sonraki dönemde devam edeceğiz ve yapacağız. AK Parti 10 yılda ‘sermaye, asker, medya ve bürokrasinin yıllardır alışılagelmiş siyaseti dizayn etme geleneğini ters yüz etti. Halk, kendisine dayatılan zulümlere AK Parti’yi tercih ederek karşılık verdi. Cumhuriyet mitingleri, 367 kararı ve parti kapatma kararı gibi konular vesayetle mücadele kararlığımızın miladı oldu.



Neler mi oldu? 26 maddelik anayasa değişikliği, DGM’lerin kaldırılması, işkencenin sona erdirilmesi, bilgi edinme yasasının büyük dirence rağmen çıkartılması, MGK’nın sivil işleyişe kavuşması, askerlerin askerî suçların dışındaki suçlarla ilgili sivil mahkemelerde yargılanması, ana dilinin kullanımına yönelik yasakların kaldırılması, mevzuatta insan haklarına aykırı, ayrımcılık içeren tüm unsurların ayıklanması, insan hakları ihlallerinden dolayı Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapabilmesi, başörtülü kızlara üniversite yasağının kaldırılması…

(*) AK Parti Genel Başkan Yardımcısı

Abdülkadir Aksu: Cumhuriyet başsavcısının ismini biliyor musunuz?

AK Parti, 10 yılda siyaset kurumuna yönelik güveni yeniden kurdu. Siyaseti amatör ligden süper lige çıkarttı. Bakın bugün Anayasa Mahkemesi, Cumhuriyet Başsavcılığı, HSYK, Yargıtay, YÖK artık pek gündeme gelmiyor. Acaba halkımız HSYK başkanının ya da Yargıtay Cumhuriyet başsavcısının ismini biliyor mu? AK Parti’nin muktedir olmasının yolunu açan olaylar, 27 Nisan muhtırasına verilen cevap ve Google’dan toplanan delillerle kapatma davasının açılmış olmasıdır.

Bu yıllarda Ergenekon ve Balyoz davalarının açılabilmiş olması çok önemli. Siyasi iradenin desteği çok önemli. Bir de bu yılların önemi polisteki büyük değişim. Eğitim seviyesi arttı. Şu anda lise seviyesinde polis çok az kaldı. Çoğu 4 yıllık üniversite mezunu. Kendilerine güveniyorlar. Çetelere dikkat ederseniz içinden mutlaka polis çıkardı. Kaliteyi değiştirince, düzgün insanlar teşkilatta görev almaya alınca polisimiz çetelerin üstüne korkusuzca gitmeye başladı. Eskiden bir başçavuşu almak bile sıkıntı oluşturuyordu. Polis pisliğin içinden çıktı bir kere. Yöneticilerine güvendi.

Özdem Sanberk*: AB müzakereleri muazzam bir gelişmeydi

AK Parti hükümetinin ve Türk diplomasisinin Avrupa Birliği’ne, Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin açılması kararını aldırması önemli. Hıristiyan toplumu olan birliğe, Müslüman çoğunluklu büyük bir ülke olan Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılması, sırf Türkiye ve Avrupa açısından değil, küresel anlamda da tarihî bir dönüm noktası. Bu karar, Türkiye’yi tampon bölge olarak görme stratejisini benimsemiş olan birliğe stratejisini değiştirtmiş ve 21. yüzyılda, küresel düzeyde ırkçılık akımlarının ve kültür savaşları sürecinin frenlenebileceği umudunu doğurmuştur. Ne yazık ki her iki tarafta da bu vizyon istikametinde anlaşılamamıştır. Yine de katılım sürecinin sona erdiğini söylemek için vakit erken. Unutmayalım ki Türkiye, AB projesini tam olarak sahiplenmediğinden üyeliğimizin önemi de tam olarak anlaşılmış değil.

Son 10 yılda Türk diplomasisinin uzak coğrafyalara açılması dikkati çeken bir gelişmedir. Dış ilişkilerimizin başta Afrika, Arap Yarımadası ve Körfez olmak üzere tüm dünyaya uzanması, Türkiye’ye yeni pazarlar sağlamış ve dış politikamızın birer eylem aracı olarak etkinlikle kullanılmasını mümkün kılmıştır. (*) USAK Başkanı

AK PARTİ YILLARI

2002:

3 Kasım 2002. AK Parti yüzde 34 oyla birinci parti. 363 milletvekili çıkardı.
18 Kasım’da Abdullah Gül Başbakanlık koltuğuna oturdu.
2003:

1 Mart Tezkere’si Meclis’ten geçmedi.
5 Mart. Balyoz Darbe Planı Semineri.
14 Mart’ta Erdoğan başbakan.
23 Mayıs Cumhuriyet’in “Genç Subaylar Tedirgin” manşeti.
30 Temmuz. MGK’nın yapısı kısmen değiştirildi.
15 Kasım. El Kaide Neve Şalom ve Beth İsrail sinagoglarına saldırdı. 27 kişi öldü.
20 Kasım. El Kaide bu sefer İngiliz Konsolosluğu ve HSCB’ye saldırdı. 30 ölü.

2004:

21 Şubat. New York’ta Kıbrıs görüşmelerinde statüko değişti. Ankara’dan ‘darbe’ beklendi.
1 Haziran 2004’te PKK ateşkesi bozduğunu ilan etti.
17 Aralık’ta AB müzakereleri başladı.

2005:

4 Ocak 2004’te enflas- yonun tek haneli rakama düştüğü açıklandı.
2 Temmuz. Bingöl’de PKK mayını. 5 şehit.
15 Temmuz’da Kuşadası’nda PKK saldırısı 5 sivil öldü.
5 Ağustos Şemdinli’de 5 şehit.
12 Ağustos. Erdoğan, Diyarbakır’da: “Kürt meselesi benim meselem.”
12 Eylül TÜPRAŞ özelleşti.
9 Kasım. Bir kitapçının bombalanmasıyla 1 kişi öldü, Şemdinli olayları yaşandı.



2006:

1 Ocak 2006’da Türk Lirası’ndan 6 sıfır atıldı.
5 Şubat’ta Trabzon’da Rahip Santoro 16 yaşındaki bir genç tarafından öldürüldü.
20 Nisan’da Şemdinli olaylarını soruşturan Savcı Ferhat Sarıkaya meslekten men edildi.
17 Mayıs’ta Danıştay saldırısı gerçekleşti. Fail yakalandı. Danıştay üyesi Mustafa Yücel Özbilgin öldü. Cenazesinde bazı bakanlar tartaklandı.
13 Temmuz’da mayınlı saldırı. 5 şehit.
16 Temmuz. Eruh’ta PKK saldırısı 8 şehit.
13 Eylül. Diyarbakır Bağlar’da bomba patladı. 7’si çocuk, 10 şehit.

2007:

19 Ocak’ta Hrant Dink öldürüldü.
24 Mart Nokta’da darbe günlükleri yayımlandı.
18 Nisan 2007’de Zirve Kitabevi’nde İkisi Türk 3 Hıristiyan vahşice öldürüldü.
27 Nisan’da Genelkurmay e-muhtıra verdi.
28 Nisan Hükümet Genelkurmay’a sert bir cevap vererek muhtırayı reddetti.
1 Mayıs’ta Anayasa Mahkemesi 367 kararı verdi.
24 Mayıs. Şırnak’ta bombalı saldırı. 6 şehit.
4 Haziran Pülümür’de PKK saldırısı. 7 şehit.
12 Haziran’da Ümraniye’de bulunan bombalarla Ergenekon soruşturması başladı.
22 Temmuz. Genel seçimde AK Parti yüzde 47 oy oranıyla gücünü artırdı.
28 Ağustos’ta Abdullah Gül cumhurbaşkanı oldu.
29 Eylül. Beytüşşebap’ta minibüs tarandı. 7’si korucu 12 kişi şehit oldu.
7 Ekim’de Gabar’da PKK saldırısı. 13 Şehit.
21 Ekim. Dağlıca saldırısıyla 12 asker şehit düştü.
21 Ekim’de referandumla cumhurbaşkanını halkın seçmesi kabul edildi.

2008:

22 Ocak. Veli Küçük gözaltında.
27 Ocak. İhracat 100 milyar doları aştı.
10 Şubat Hürriyet başörtüsü düzenlemesiyle ilgili ‘Kaosa kalkan 411 el’ manşetini attı.
21 Şubat. Kuzey Irak’a operasyon başladı.
17 Mart. AK Parti’ye kapatma davası açıldı.
9 Mayıs. Hakkâri’de PKK saldırısı. 6 şehit.
27 Temmuz. Güngören saldırısında 18 kişi öldü.
11 Ağustos. Erzincan Kemah’ta mayınlı saldırı. 9 asker şehit.
3 Ekim. Aktütün saldırısı. 15 şehit.
Aralık. AB’de hâlen devam eden ekonomik kriz baş gösterdi.
31 Aralık. Süresi biten IMF ile anlaşma yapıldı. IMF dönemi kapandı.

2009:

2 Şubat. Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta ‘van münit’ çıkışı.
29 Mart. Belediye seçimlerinde AK Parti Yüzde 38,8 oy aldı.
13 Nisan. İlk hızlı tren Ankara-Eskişehir yolunda hareket etti.
29 Nisan. Diyarbakır-Bingöl arasında mayınlı saldırı 9 şehit.
9 Mayıs’ta jandarma karakolu baskını 6 şehit.
28 Mayıs. Hantepe saldırısı. 6 şehit.
19 Ekim’de Habur’da PKK’lılara coşkulu karşılama.
7 Aralık. Reşadiye’de PKK saldırısı. 7 şehit.

2010:

20 Ocak. Taraf, Balyoz Planı’nı deşifre etti.
19 Haziran’da Balyoz davası başladı.
12 Eylül. ‘Anayasa paketi’ referandumu yapıldı.
16 Eylül. Hakkâri’de saldırı sonrası 9 şehit.
17 Aralık’ta Tunuslu Muhammad Buazizi’nin kendini yakmasıyla ülkede Arap Baharı başladı.

2011:

15 Mart’ta Suriye’de iç çatışma başladı.
12 Haziran. Genel seçimlerde AK Parti yüzde 50’ye ulaştı. Haziran 2009 veya 2010’da yapılan Oslo görüşmeleri ses kayıtlarında ortaya çıktı.
19 Haziran Şemdinli’de PKK saldırısı 11 şehit.
14 Temmuz Diyarbakır Silvan’da saldırı. 13 şehit.
17 Ağustos Hakkâri Çukurca saldırısı. 12 şehit.
4 Eylül Yüksekova’da 4 şehit
11 Eylül. Beştüşşebap’ta 5 şehit
20 Eylül. Siirt’te 4 şehit.
24 Eylül. Pervari’de 6 şehit.
18 Ekim. Güroymak’ta 9 Şehit.
19 Ekim. Çukurca’da 24 şehit.
23 Ekim. Van depremi
28 Aralık. F-16 savaş uçakları Uludere’yi bombaladı. 34 ölü.

2012:


7 Şubat MİT-Savcı krizi.
19 Haziran. Yüksekova’da PKK saldırısı. 8 şehit. Suriye’de Türk savaş uçağı düşürüldü.
27 Haziran. Eruh’ta 4 şehit.
29 Temmuz. Cumhurbaşkanı danışmanı: “Gül, cumhurbaşkanlığına aday olabilir.”
4 Ağustos. Çukurca’da 6 şehit.
9 Ağustos. Foça’da 2 şehit.
20 Ağustos. Gazian-tep’te bombalı arabayla düzenlenen saldırıda 9 sivil öldü.
22 Ağustos. Şemdinli’de 5 şehit.
2 Eylül. Beştüşşebap’ta 10 şehit.
15 Eylül. Çukurca’da 4 şehit.
16 Eylül. Bingöl Karlıova’da 8 şehit.
18 Eylül. Bingöl’de 10 şehit
21 Eylül. Balyoz Davası karara bağlandı, muvazzaf ve emekli paşalara mahkûmiyet çıktı. (Aksiyon)
SON VİDEO HABER

Uçakta olay çıkarıp, 'Türkiye'yi satın alırım' diye tehdit etti

Haber Ara