“Siyaset, çok kültürlülüğü yönetemez oldu…”
Kanal 7 Ankara Temsilcisi Mehmet Acet'in moderatörlüğünü yaptığı İskele Sancak'ta bu hafta batı ülkelerindeki İslam düşmanlığının arkasındaki sebepler tartışıldı. Program konuğu Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Star Gazetesi yazarı Mustafa Kartoğlu ve Zaman gazetesi Ankara temsilcisi Abdullah Bozkurt ile birlikte Müslümanlar'ın İslam karşıtı yapımlara gösterdiği tepki biçimi, Alevilik, camikondular, Avrupadaki İslamafobi'nin kaynağı, Dünya üzerinde İslam'ın algılanması gibi konuları değerlendirdi.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-10-13 12:55:45
TİMETÜRK / Haber Merkezi
Gazetecilerin sorularını cevaplayan Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in açıklamalarından öne çıkan başlıklar şöyle:
“İnsanlık, küreselleşmeye uygun yeni bir dil geliştiremedi…”
Bugün insanlık yeni bir dünya ile karşı karşıya. Nedir bu yeni dünya? Bu dünya eski dünyaya oranla aradaki bütün sınırları ortadan kaldıran bir dünya. Eskiden herkes kendi havuzunda yaşıyordu. Aralarında duvarlar vardı. Duvarlardan küçük sızmalar olabiliyordu ama havuzlar bu küçük sızmaları çok rahatlıkla içine alabiliyordu. Ancak küreselleşme ile birlikte sınırlar tamamen kalktı ve bu havuzlar birbirine karışmaya başladı; bütün dinler birbirine komşu oldu; bütün kültürler iç içe geçti; uzaklar yakın oldu. Bu, bütün insanlık âlemi için gerçekten çok yeni bir durum. Ancak üzülerek belirtmeliyim ki insanlık, bu yeni duruma uygun bir dil, bir kültür, bir düşünce henüz geliştiremedi.
“İslam, belli bir coğrafyanın, kültürün ve belli bir kavmin dini değildir…”
Peki dinler, insanlığın bu durumu aşmasına yardımcı olamaz mıydı? Aslında evrensel ilahi dinler, bu potansiyeli içlerinde barındırıyorlar. Özellikle son ve ekmel din olan İslâm, bütün bunların üstesinden gelebilecek bir güce, potansiyele sahip. Çünkü İslâm dini, belli bir coğrafyanın, belli bir kültürün ve belli bir kavmin dini değildir. Bizim Rabbimiz bütün âlemlerin Rabbi’dir. Peygamberimiz, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberdir. Böyle olduğu içindir ki İslâm dini, bütün bu farklı kültürleri ve farklı düşünceleri birlikte yaşatma gücüne sahiptir. Nitekim tarihte de dünyanın muhtelif yerlerinde medeniyetler kurarken bunun üstesinden geldi; farklı dinleri, farklı kültürleri bir ahlak ve hukuk çerçevesinde birlikte yaşatma gücüne hep sahip oldu. İslâm’ın kendisi bu güce sahip olmakla birlikte modern zamanlarda Müslümanlar bu durumun üstesinden gelemedi. Böyle olduğu içindir ki bir kaygı başladı. İslamofobiayı iki şekilde tercüme edebiliriz. Çok pesimist bir yaklaşımla bunu “İslâm korkusu ve korku” diye ya da “kaygı” olarak çevirebiliriz. Ben şahsen “kaygı” olarak çeviriyorum. Bu kaygı, üç aşama ile bir çerçeveye dönüşüyor. Önce bir kaygı oluşuyor. Bu kaygılar bir müddet sonra İslâm karşıtı politikalara daha sonra da bu politikaları besleyen imaj ve söylemlere dönüşüyor. Aslında kaygının çaresi, bilmektir, tanımaktır, tanışmaktır. Nitekim bu kaygı zaman zaman ihtidalara vesile olmaktadır. Bu kaygısını gidermek için okumalar yapan nice insanlar Müslüman olmaktadır. Ancak bu kaygıyı fark eden belli bazı siyasi akımlar da bunu İslâm karşıtlığı politikasına dönüştürmekte ve ardından bu kaygı ve politikaları meşrulaştırmak için bir imaj ve söylem mühendisliği yapmaktadır. İşte son dönemde ortaya çıkan film, bunun önemli bir göstergesidir.
“Almanya kilise temsilcileri, sünnet yasağı ve afiş kampanyasından utanç duyduklarını söylediler…”
Almanya’ya gitmeden önce üç olumlu, iki de olumsuz haber gündemdeydi. Olumlu haberlerle başlayacak olursak öncelikle Hamburg eyaletinde ilk defa içerisinde bütün Müslüman kuruluşların yer aldığı Müslüman dinî cemaatin, resmen kabul edilmesini saymalıyız. Bu, önemli bir gelişmedir. Bunu diğer eyaletlerin de örnek alması için bir çalışma yapılması gerekiyor. İkinci olumlu haber de Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde okullarda ilk defa İslâm din dersleri kabul edildi. Üçüncü olumlu haber ise Şansölye Merkel’in hem de bir Hıristiyan demokrat partili olarak kendi üyelerine hitaben yaptığı konuşmada ilk kez “İslâm, Almanya’nın bir parçasıdır” diye açıklama yapmış olmasıdır.
Bunlarla eşzamanlı olarak iki tane de olumsuzluk var. Bunun ilki, sünnet yasağı. Yani bu hakikaten konuşulması gereken enteresan bir örnektir. Ben gezim sırasında hem Protestan hem de Katolik kilisesi yetkilileri ile yaptığım görüşmelerde kendilerine doğrudan bu yasağı nasıl bulduklarını, nasıl yorumladıklarını sordum. Bütün yetkililere sorduğum soru bu idi. İkinci olumsuz durum da Avrupa’da İslâm’ın ve Müslümanların varlığının bir güvenlik konusu haline gelmiş olmasıydı. Ben bu geziyi bir güvenlik işbirliği çerçevesinde bir takım afişlerin hazırlanarak tebessüm eden genç Müslüman çehrelerin resimlerinin basılması suretiyle “Kayıp Aranıyor!” başlığı altında çok garip, rahatsız edici yöntemlerle afişlerin asıldığı bir dönemde gerçekleştirdim. Almanya’da çok güçlü iki kilise olan Katolik ve Protestan kilisesinin öncüleri ile bu konuları görüştüğümde her ikisi de adeta aynı cümlelerle her iki hadiseden de utanç duyduklarını bana çok açıkça ifade ettiler ve ben de bundan çok büyük bir mutluluk duydum.
“Siyaset, artık çok kültürlülüğü yönetemez oldu…”
Dünyada siyasetler, çok kültürlülüğü yönetememeye başladı. Bu sebeple ben dini kurumların, din adamlarının, din bilginlerinin, fikir ve düşünce insanlarının bu konuda daha aktif rol alması gerektiğini düşünüyorum. Bu ziyaretin amaçlarından birisi de buydu. Siyaset bu çok kültürlülüğü yönetemeyince bu tür garip tedbirlere başvurabiliyor ama din adamları bunu önlemede daha aktif rol almalıdır. Benim en büyük korkum çok kültürlülüğü yönetemeyen siyasetle din adamlarının ve dini kurumların fikri düzeyde birleşmeleridir. İşte bu, büyük bir cepheleşmeyi meydana getirir. Bu, aynı zamanda çok büyük sorunların da habercisi olur.
“Merkel’in açıklamaları sorununun çözümüne katkı sağlama arayışının sinyalidir…”
ABD’deki filme gösterilen tepkiler, o filmin Berlin’de bir grup tarafından gösterime konulmak istenmesi, sünnet yasağı, afiş krizi bütün bunlar birleştiği zaman ülke yöneticilerinin bu gidişatın yanlış olduğunu ve yanlış yerlere gideceğini, bunun ayrımcılık ve ırkçılık politikalarına ivme kazandıracağını gördüklerini ve bundan dolayı da yeni bir konsepte ihtiyaç duyduklarını, yeni bir çaba içerisinde olduklarını hissettim. Belki Şansölye Merkel’in bu açıklaması da onun bir ürünüdür. Almanya’da bütün sivil toplum örgütleri ile görüşmelerim oldu. Onlarla yaptığım görüşmelerde bu çağrıya kulak vererek kendilerinin de bu toplumun bir parçası olma noktasında daha müspet, daha olumlu adımlar atmaları gerektiği mesajını verdim.
“Tepkilerin arka planında 200 yıllık yaralı bir bilinç var…”
Nefret içerikli yayınların tahlilini çok iyi yapmak gerekiyor. Bu yapılmazsa Müslümanların filme gösterdikleri tepkiyi tahlil etmek zor olur. Günümüzde mukaddesata hakaret ederek toplumları ve kültürleri aşağılamak, kültürel bir işkenceye dönüşmüş durumdadır. Cezalar, somut ve soyut cezalar olmak üzere ikiye ayrılır. Soyut cezalar ruha ıstırap veren ve kültürel işkenceye dönüşebilen cezalardır. Kültürleri ve farklı medeniyetleri mukayese ettiğimiz zaman İslâm’ın başka dinlerin mukaddesatına dil uzatarak kültürel işkence yapmayı yasakladığını görüyoruz. Hz. Peygamber (SAS) bunu yasaklamıştır. Ancak bugün kendini üstün gören bir kültür var. Yüzlerce yıllık sömürge dönemi ve ardından mukaddesata dil uzatarak kültürel işkence yapılıyor. Ben filmle ilgili şiddete yönelen tepkilere karşı çıktım. Ancak bu tepkilerin arkasında 200 yıllık bir yaralı bilinç var. Sömürgeler, yeraltı kaynaklarının sömürülmesi, yıpranmalar, despot yönetimler var. Bunun üstüne bir de mukaddesata hakaret olunca insanlar feryat ediyor. İnsanlar, sadece bir film ya da karikatür için sokağa çıkmıyor.
“İslamofobi, bir endüstriye ve rant aracına dönüştürülmüştür…”
Müslümanların bu olaylara karşı gösterdikleri tepki aslında İslamofobiyi tetikliyor. Bu tepki biçiminden en çok kim yararlanıyor ve en çok kim zarar görüyor diye baktığımızda en çok, kışkırtanların yararlandığını ve en çok da İslâm’ın zarar gördüğünü görüyoruz. İslâm dünyasında ziyaretler ağı başlatarak, dinî kurumlarla görüşerek yüksek bir bilinç ve özgüven oluşturulursa tüm bunların birer kışkırtma olduğunu anlamak zor olmayacaktır. Dünyayı iyi okumak lâzım. Antisemitizmin ortaya çıkışı ile İslamofobi’nin ortaya çıkışı mukayese edilmeli ve bu tür kışkırtmaların meşruiyet alanı daraltılmalıdır. Daha da önemlisi, Müslümanların bu tür olaylara karşı ortak bir bilinçle tepki vermesi sağlanmalıdır. Bu tepkinin İslami ahlak ve hukuk kuralları çerçevesinde ve anlamlı olması lazım. İslamofobi bugün bir endüstriye ve rant aracına dönüştürülmüştür. Onun için öncelikle, batıda oluşturulan kaygıları nefret suçlarına dönüştürmek için oluşan meşruiyet zeminini değiştirmek gerekiyor. İfade özgürlüğü ile nefret suçunu ayrıştırmak gerekiyor. Bunu batıya anlatmak zor ama bu, mutlaka yapılmalıdır.
“Alevilik konusunda daha yapıcı ve daha özenli bir dil kullanmalıyız…”
Başta Diyanet mensupları olmak üzere Türkiye’de yaşayan herkesin Alevilik konusunda daha yapıcı, daha onarıcı ve daha özenli bir dil kullanması gerekiyor. Ben şahsen Diyanet İşleri Başkanı olarak, bir ilim talebesi, bu kültürü ve medeniyeti bilen bir insan olarak bu tartışmayı çok uygun bulmuyorum. Aleviliği İslâm’ın dışında farklı bir kimliğe ve dine dönüştürme çabalarının uluslararası bir mühendislik çalışması olduğunu düşünüyorum. Bugün Avrupa’da, Balkanlarda hazırlanan rapor ve bilgilere artık sahibiz. Onun için artık bu, bir iddia olmaktan çıkmıştır. Bunun yanında sadece İslâm’dan değil, Aleviliği Alevilikten koparma çabaları da var. Benim Almanya seyahatinde ziyaret ettiğim canlar bundan şikayetçi olduklarını söylediler. İslâm’ın içinde kendisine yol bulan bir yöntemin, İslâm’ın içinde olup olmadığını tartışmayı uygun bulmuyorum. Bizim hassas olduğumuz nokta öncelikle Sünni vatandaşlarımız nezdinde Alevi vatandaşlarımızın yolu ile ilgili yalan yanlış bilgiler varsa bunu düzeltmektir. Ülkemizde Alevi ve Sünni diye bir ayrışma yoktur. Türkiye’de Sünnilik, Aleviliğin zıddı değildir. Aleviliğin zıddı Emevilik’tir, o da tarihte kalmıştır. Ben bunları sadece kaynaştırma çabası içinde söylemiyorum; bütün bunları görerek, bilerek söylüyorum.
“Alevilik, günlük siyaset ve gündelik hadiseler üzerinden tartışılıyor…”
Diyanet İşleri Başkanlığı sadece belli bir mezhebi değil, bütün vatandaşlarımızı kuşatma çabasında içerisindedir. Bazı ihmaller olabilir ancak burada önemli olan husus, bizi birleştirecek, ihtilafları ve ayrılığı ortadan kaldıracak olan yazılı metinler ve kurucu şahsiyetlerdir. Biz Diyanet İşleri Başkanlığı olarak Aleviliğin yazılı kaynaklarını ve orijinal metinlerini yayınlamaya başladık. Bu süreç devam ediyor. Ülkemizde Alevilik, günlük siyaset ve gündelik hadiseler üzerinden tartışılıyor. Bu konuda da herkesi yeniden değerlendirmeye davet ediyorum.
“Ortak gönül dilini yeniden keşfetmeliyiz…”
Bizim ortak gönül dilimiz var. Bunu yeniden keşfetmemiz lazım. Bütün bu sıkıntıları ortadan kaldıracak o zemini bulmamız lazım. Tartışmadan ziyade birbirimizi anlamamız lazım. Bu şekilde üzerinden, etrafından konuşmak yerine öğretinin kendisini konuşmak lazım. Cem evi konusunda bizim karşı olduğumuz tek nokta, cem evini İslâm’ın dışında farklı bir dinin mabedi gibi göstermektir. Cem evi, caminin alternatifi değildir. Alevilik, İslâm irfan geleneğinin içinde doğmuş kendine özgü bir yoldur. Bu yolun da niyazı vardır, erkânı vardır ve bunların icra edildiği mekân cem evidir. Cem evi yapmanın önünde yasal engel olmamalı ve özgürce yapılmalıdır.
“Kentsel dönüşüm projelerinde camiler de unutulmamalı…”
Ülkemizde 85 bin cami var. Bu camilerin 50 bini köylerdedir, ancak halkımızın % 75’i şehirlerde yaşamaktadır. Kentlere göç esnasında camilerin inşası ile ilgili yerel yönetimlerin belli bir politikası olmamış geçmişte. Ve bu yüzden gelecek kuşakların ihtiyaçlarına cevap vermeyen camiler yapılmış. Mütedeyyin insanımız bulabildiği arsalara plan proje yapmadan “camikondular” yaparak ibadetlerini yapmış yıllarca. Bugün onları kınamak hakkına ve haddine sahip değiliz. Ancak günümüzde camilerin daha işlevsel, daha hayatın içinde olması gerekiyor.
Depreme, 8 milyon engelli vatandaşımıza, kadın ve çocuklara uygun olması lazım. Geçtiğimiz hafta Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ile birlikte tüm kesimlerin katılımıyla I. Ulusal Cami Mimarisi Sempozyumu düzenledik. Önemli sonuçlar ortaya çıktı. Bu sonuçları bir politikaya dönüştürmek lâzım. İllerde, içinde Diyanet İşleri Başkanlığı, Mimarlar Odası ve mahalli idarelerin de olduğu üst kurullar oluşturarak ortak projeler geliştirilmeli. Kentsel dönüşüm projelerinde camiler de unutulmamalıdır.
“Diyanet İşleri Başkanlığının görevi, her türlü siyasetin üstünde kalarak birlik ve beraberliği sağlamaktır…”
Din, tabiatı itibarı ile sivil hizmettir. Diyanet İşleri Başkanlığı bir kamu kurumu olsa da sivil ayağı oldukça güçlüdür. Diyanet’i güçlü kılan da sivil ayağıdır. Camileri, Kur’an kurslarını ve müftülükleri halk yapmıştır. Bazı ara dönemlerde topluma hizmet etmek için kurulmuş dernek ve vakıfların Diyanet İşleri Başkanlığını alternatif görerek sürtüşme yaşandığı zamanlar olmuştur. Aslında Diyanet İşleri Başkanlığı bir hakem rolü üstlenerek, varsa sorunları düzelterek yapamadığı hizmet olduğunda da yardım ederek, danışarak, konuşarak güzel bir dille devam etmek daha güzel olurdu. Şu an böyle devam ediyor, şükürler olsun. Diyanet İşleri Başkanlığı bir grup, hizip veya cemaat değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı tıpkı bir şemsiye gibi, herkesin kurumudur. Almanya ziyaretim sırasında tüm kuruluşlarımızla görüştüm, eksiklerimizi dinledim, mutlu oldum. Din hizmetleri, leke kabul etmez. Biz de İslâm’a aykırı bir şey gördüğümüzde bunu onlarla paylaşıyoruz, onlar da bundan mutluluk duyuyor. Diyanet İşleri Başkanlığının görevi, her türlü siyasetin üstünde kalarak birlik ve beraberliği sağlamaktır.
“Müftünün söyledikleri ilkesel olarak doğrudur, isimleri örnek vermesi ise yanlıştır…”
Samsun il müftümüzün söyledikleri, ilkesel olarak doğrudur. Çocuklara güzel isim vermek, Hz Peygamberin hepimize emrettiği bir gerçektir. Bu, çocuklara bir hak olarak verilmiş ve Peygamber Efendimiz (SAS) bunu çok önemsemiştir. Kur’an’da geçiyor diye her kelimeyi isim olarak vermek de doğru değildir. Burada yanlış olan isimlerin örnek verilmesidir.
Verilen her bir örnek üzerinde tek tek düşündüğümüzde bu isimlerin bu iki ilkeyi yadsıyarak, yok sayarak verildiklerini söylemek mümkün değildir. Kelimelerin üç manası vardır: Sözlük manası, ıstılah manası ve örfi manası. Örfi mana bazen ıstılahî ve lügatî mananın önüne geçer. Örnekler üzerinden gitmek doğru olsaydı İslâm geldikten sonra Sevgili Peygamberimiz bir isim politikası geliştirir ve bütün ashabının isimlerini değiştirirdi. İsmini değiştirdiği sahabeler vardır ancak bunun sayısı altıyı geçmez. Sahabenin isimleri eğer çok uç ve aşırı örnekler değilse onlara o isimlerle hitap etmeye devam etmiş, yüz bin sahabenin içinde sadece altı sahabenin isimlerini değiştirmiştir. O sayılan isimlerden bazılarını telaffuz ettiğimizde hep olumlu şeyler çağrıştıran manalar topluluğu olduğunu görürüz. Sadece sözlüğe bakarak hareket edersek yanlış yapmış oluruz. Onlar artık isim olmaktan çıkmış, alem olmuş ve farklı manalar kazanmıştır. Aynı zamanda kişinin dedesinin, babasının adıdır ve kendi geçmişini yad eden bir yanı vardır. İsimler verilmeden o ilkeler söylense idi daha doğru bir yaklaşım olurdu.
Haber Ara