Göle: Değerlere hakaret ifade özgürlüğü değil
Değerlere hakaret ifade özgürlüğü müdür? İslam toplumları neden, göz göre göre gelen bu provokasyonu fark edemiyor? Dünyaca ünlü sosyolog Nilüfer Göle, bu sorular ışığında Batı ve İslam'ın karşılaştığı alanlarda ortaya çıkan sorunları değerlendirdi.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-09-20 10:14:18
Batı'yla Müslümanlar arasında küreselleşmeyle birlikte artan karşılaşmaların hastalıklı yönlerinin bulunabileceğini ifade ediyor. Göle, dünyada ifade özgürlüğünün de, 'sembolik şiddet' olarak adlandırdığı 'değerlere saldırı'nın paravanı haline geldiği görüşünde. Süleyman Şah Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Doç. Dr. Uğur Kömeçoğlu'nun sorularını cevaplayan Göle, "Batı dünyası düşünce özgürlüğü ilkesini yeniden tanımlamak ve hegemonik iktidarının bir parçası olmaktan çıkarmak zorunda. Bu da kolay bir iş değil. Çünkü düşünce özgürlüğünün ön koşulları bugün erozyona uğradı." diyor. Müslümanların Avrupa'da dinlerini yaşadıkça, bilerek ya da bilmeyerek birtakım sınırları aşındırdığı tespitini yapan Göle, Avrupa'nın buna karşılık yasal yollarla kamusal alanda İslam'ın görünürlüğünü daraltmaya çalıştığını belirtiyor.
İslam ve modernlik karşıtlığı dağılıyor. Coğrafya ve zaman ayrışması kırılıyor. Prof. Dr. Nilüfer Göle, 2008 yılında yayımlanan kitabında "iç içe girişler" tabirini kullanarak tekil okumaların kolaycılığını bozmaya ve çapraz okumaların gerekliliğini göstermeye başlamıştı (İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa, Metis Yayınları). Göle'ninki elbette daha sancılı bir metodolojik yaklaşım.
Farklı anlam dünyalarıyla empati kurmayı gerektiriyor. Çünkü İslam ve modernlik arasında sadece entelektüel mesafeden değil, daha yakın perspektiften, eşzamanlı (senkronik) bir ilişki yaşanıyor. Karşılıklı angajmanı kavrayabilmek için çok katmanlı bir okuma yapmak ve eşzamanlılığın tezahürlerini görmek lazım. Bakmak yeterli değil. Toplumsal dünyada beklenmedik bir aradalıkların daha hızlı biçimde hayata geçirildiğini gözlemliyoruz. Birbiriyle bağdaşmaz gibi düşünülen olguların harmanlanması söz konusu oluyor. Bizlere bu karşılaşmalar ve iç içe geçişler döneminin teorisi, tasviri ve analizi lazım.
Yoksa ütopik, salt söylemsel, soyutlamacı, hamasî fikirler bulut gibi havada asılı kalıyor. Yere yakın, mikro ve somut alanları daha yakından incelemek gerekiyor. İnsanlar bir arada yaşamaya yönelik yeni bir uygarlaşma zemini arıyor. Nilüfer Göle, bu zor ve karmaşık süreçleri çözümlemek konusunda ciddi bir arayış içinde. Göle'nin son çıkan kitabı (Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar, Metis Yayınları, 2012) hakkında yazdığım bir değerlendirmeden (Taraf, 15.9.2012) sonra, kendisiyle bir sohbet yapmanın, yorumlarını daha yakından okumak adına faydalı olacağını düşündüm. Göstermiş olduğu zahmete teşekkür ederim.
Uğur Kömeçoğlu: Avrupa'da gözlemlediğiniz İslam, 90'lı yıllarda Türkiye'de gözlemlediğiniz İslam'la karşılaştırıldığında sizde bir "deja vu" hissi uyandırıyor mu? Yoksa orada seküler ve dinsel arasındaki gerilim daha mı şiddetli?
Nilüfer Göle: Avrupa'da İslam etrafında yaşananlar, Türkiye'den bakınca, bir "deja-vu" hissine, önceden gördüğümüz bir film senaryosuna benzetilebilir. Türkiye'deki başörtüsü, laiklik ve cumhuriyet tartışmaları özellikle Fransa'da son yirmi yıldır cereyan eden tartışmalardan uzak değil, terminoloji benzerliği de göze çarpıyor. Ancak "Avrupa İslam'" diye farklı bir olgu ortaya çıkıyor. İslam dininin Müslümanların yaşamlarındaki yeri, tezahürü Avrupa'ya özgü birçok karakteristik gösteriyor.
Türkiye'den bakınca Müslümanlar aynıymış gibi farz edilir. Türkiye'de İslam'ı yaşayış biçimi, dil ve etnik köken açısından Avrupa'yla karşılaştırıldığında görece yekpare, homojen bir görünüm sunar. İkincisi, sekülerleşmenin tarihsel ve güncel dinamiklerine rağmen Türkiye'de İslam'ı yaşamanın bir doğallığı vardır.
Avrupa'da ise Türkiye'de akla gelmeyecek konular tartışma-çatışma yaratabiliyor; camilerin minareleri, helal et ve hatta sünnet hakkı etrafında ortaya çıkan kültürel ve siyasî tartışmalar, hatta yasak koyma girişimleri buna örnek gösterilebilir. Avrupa'da İslam'ı yaşamak, birçok ibadetin ve inancın "doğal" geldiği, geleneklere nüfuz etmiş, geçmiş yüzyıllardan beri oluşagelmiş bir nehir yatağında akmıyor.
Göçmenlerin kendileri nasıl yeni bir yuva kurma, kök salma uğraşındaysa, İslam dini de yeni bir kültürel havza ve coğrafyaya yerleşiyor. Üçüncüsü, millet ve din özdeşliği zayıflıyor, hatta yeni nesiller için yok oluyor. Müslümanlar Avrupa'nın farklı milletleri içinde vatandaşlık ediniyorlar ve farklı etnik kökenlerden ve tarihsel güzergâhlardan gelen çok parçalı bir azınlık cemaati oluşturuyorlar.
Müslüman kimlikleri, bir üst kimlik olarak onları birbirine bağlıyor. Kısacası, Müslümanların Avrupa coğrafyasında dinlerini yaşadıkları iklim, ortam, cemaat çok farklı. Faslı, Türkiyeli, Cezayirli, Pakistanlı Müslümanlar aynı kıtada, kimi zaman aynı mahallelerde, birbirlerinin farklı ibadet şekillerini, kültürel âdetlerini keşfedebiliyorlar.
Aynı camileri paylaşıp paylaşmayacakları, hangi dilde vaaz verileceği konuları, kız alıp veremeyecekleri, Müslümanların gündelik hayatının bir parçası oluyor.
Birçok Avrupalı Müslüman'ın deyişiyle birbirlerinin "küçük" farklılıklarını keşfederek, kozmopolit İslam'ı yaşıyorlar. Sonuç olarak tamamen Avrupa'ya özgü İslam'ı ve Müslümanları ilgilendiren sorular ortaya çıkıyor. "Ortadoğu İslam'ı" Müslümanlar üzerindeki etkisini sürdürmekle beraber, baskınlığını yitiriyor. Nitekim bu soruları gündeme getiren Avrupa'nın içerisinden konuşabilen ve genç Avrupalı Müslümanların dilinden anlayan yeni İslamî düşünürler, ilahiyatçılar, yeni fetva merkezleri ortaya çıkıyor.(ZAMAN)
SON VİDEO HABER
Haber Ara