Politik sorumluluk veya iyi bir dünya hayal etmek!
Önümüzde hesaplaşılması gereken sorgulanması gereken onca sorun ‘sorumluluk’ beklentisi ile duruken, bunları ıskalayan veya görmezden gelen yaklaşımların veyahut ‘faili’ ahlaksızca ‘maktul’e dönüştürme çabaları bu beklentilerin samimi ütopik bir yaklaşım olduğu gerçeği ile yüzleşmemizi sağlıyor.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-09-17 13:55:59
Alman siyaset bilimci Hannah Arendt’in ortaya attığı ‘dünyaya karşı sorumluluk’ , ‘politik sorumluluk’ tezi sorumlu birey ve dünya ile ilişkisi üzerine nitelikli tespitler içeriyor.
Arendt, bu kavramsallaştırması ile cisimleşen temel tez, aslında onun “dünyaya karşı sorumluluk” kavramı adı altında ortaya koyduğu ve politika teorisinde kollektif sorumluluk kavramı merkezinde geliştirdiği bir ‘yurttaş’ etiği’ olarak açıklanabilir.
Bu politik veya ‘sorumlu’ duruş, politikaya dışşal ya da onun parçası olan bir ahlaki ölçüt değil, bizatihi kendisi ‘politik’ olan bir ahlaki ölçüt olarak yorumlanabilir.
Bu bağlamda ‘sorumluluğun’ birey için kaçınılmaz olduğu tespitinde bulunuyor. Fakat hangi iddia ve temel üzerine oturtulacağı bireyin kendi kişisel tercihidir.
Arendt, aynı zamanda iyi bir felsefecidir! Fakat felsefenin bireye odaklandığı iddiası ile bu sıfatı kullanmayı reddediyor. Kendisini Siyaset bilimci olarak tanımlayan Arendt, bunu "tekil olarak insana değil, dünyada yaşayan ve dünyayı kaplayan insanlığa" odaklanmış olmakla açıklıyor.
Teori ve pratikte aslında bizim pek alışık olmadığımız bir tutarlılık sergiliyor Arendt, bu nedenden dolayı ortaya attığı bu tezi daha bir değerli ve önemli kılıyor. Nitekim söylem ve pratik tutarlılığı yalnızca ‘sorumlu’ olan bireyler için bir ölçüttür!
Arendt’in ‘dünyaya karşı sorumlu olmak’ temel tezi aslında ifade ettiği şu söz ile özetlenebilir;
“Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak, iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır”
Arendt’in bu sözünden hareketle bireyin, ‘ahlaki sorumluluk’ zorunluluğu sosyal/siyasal birçok meseleye tavır almasını zorunlu kılıyor. Birey toplumsala doğru yol alırken karşılaştığı meselelere bu temel ölçütün ‘ahlaki sorumluluk’ olması kaçınılmaz bir gerçekliği gözler önüne seriyor.
Daha yakın bir örnek ile açıklayacak olursak eğer diktatör rejimler tarafından yıllardır her türlü baskı ve zulme maruz kalan Ortadoğu halkının ‘Uyanış süreci’ bu kapsamda ele alınabilir. Ya da Muhammed Buazizi’nin Tunus’ta ki isyanı! Bu hareket ve kalkışmaları ‘Dünya’ya karşı sorumlu’ olma veya ‘ahlaki sorumluluk’ ölçütleri ile bağdaştırılabiliriz sanırım.
Hayatı ıskalamayan bir politik duruş veya ahlakilik ölçütü sanırım yaşadığımız günlerde en çok özlem duyduğumuz şey olmalı.
Türkiye’de bir iktidar-toplum ilişkisi üzerine dönemsel incelemelerde bulunduğunuzda ‘ahlaki sorumluluk’ veya ‘politik duruş’un dönemsel olarak ‘eklektik’ ‘sentezci’ ve ‘pragmatik’ ilişki biçimlerine kurban edildiği gerçekliği ile karşılaşıyoruz.
Yaşanmış onca çocukluk anılarımız, acılarımız, sevincimiz, hüznümüz bunların tamamı toplumsal olarak bir ‘ahlaki politik duruş’ sergileme zorunluluğu kılıyor. Fakat ne yazık ki iktidarın rengine göre değişebilen bir atmosferde ahlakilik arayışı beyhude bir çabadır!
Önümüzde hesaplaşılması gereken sorgulanması gereken onca sorun ‘sorumluluk’ beklentisi ile duruken, bunları ıskalayan veya görmezden gelen yaklaşımların veyahut ‘faili’ ahlaksızca ‘maktul’e dönüştürme çabaları bu beklentilerin samimi ütopik bir yaklaşım olduğu gerçeği ile yüzleşmemizi sağlıyor.
Hal böyle iken ‘iktidar kurumunun’ etkisiyle iktidardan daha iktidarcı ve gitgide ahlakiliğini yitiren hâkim siyasal kültürün kırmızıçizgilerini geçmeden kalemini kullanan yazarlar, gazeteciler, akademisyenler ve toplum önderlerini bu anlamda takdir etmek gerekiyor!
Yaptıkları iş gerçekten zor bir iş… Ahlakiliği iktidara tercih etmek, zor bir tercih…
17.06.2010 Tarhin'de taraf gazetesinde Prof. Dr. Mithat Sancar Georg Simmel’in Öncesizliğin ve Sonrasızlığın Işığında An Resimleri adlı kitabındaki “Yalan Üreticisi” denemesi üzerinden 'Yalan ve Aptallık' başlığında bir yazı kaleme almıştı. Sanırım sözü Sancar'ın o yazısından bölümler ile bitirmek daha anlamlı olacaktır ;
Kimliklerin inkârı üzerine inşa edilen mekanizmalar, “düşünce suçları”, siyaset yasakları ve bütün bunları içselleştirmiş “gönüllü yalan üreticileri”, meseldeki sihirbazın adamı gibi, toplumun tüm kesimlerini yalana boğuyor. O kadar uzun süredir işliyor ki bu döngü, yalan artık sıradanlaştı, alıştığımız bir şey haline geldi. Derinlerimize nüfuz eden yalanlarla yaşıyoruz. Bu durum, hem bireysel benliklerimizi hem de toplumumuzun ruhunu fena halde ifsat ediyor.
Bu yalan, insanın kendisine ait değil gibidir, kendisiyle ve dış dünya arasındaki sınırda oluşur yalnızca. Asıl yalan, sözlerin düşüncelerle örtüştüğü, fakat düşüncenin içimizdeki daha derin gerçekle çeliştiği yalandır; ruhumuzun kendi içinde ikircikli olduğu ve aslında inanmadığını bildiği şeye inandığı zaman.”
Ruhları bu azaptan kurtarmak için, ya yalandan vazgeçeceksiniz ya da hayatı bu yalana uydurmaya kalkacaksınız. Birinci yol çok basit gibi görünse de, yalanla şekillenmiş ruhları buna ikna etmek o kadar da kolay değildir. İkinci yol ise, düpedüz hayatla kavgaya tutuşmaktır; yani lanettir, beladır, felakettir.
Yalan, bu toplumun ufkunu karartıyor, kavrayışımızı daraltıyor. Eski Yunancada bu hali betimleyen kelime “idios”tur; “kendi kendisiyle sınırlandırılmış olan” anlamına gelir; daha açıkçası “aptallık” demektir.
Yalan sisteminin bedelini on yıllardır en değerli varlıklarımızla ödüyoruz; hem canlarımızı hem de ruhlarımızı yitiriyoruz ve giderek daha fazla aptallaşıyoruz. Ya bu yalandan kurtulacağız ya da yalan bizi bitirecek!
https://twitter.com/umutislam
SON VİDEO HABER
Haber Ara