Dolar

34,9491

Euro

36,7228

Altın

2.989,28

Bist

10.125,46

AKP politikaları ve İslamcılık eleştirileri

İslamcılık tartışmasında İslamcılık ve İran ilişkisi nedense hiç ele alınmadı. Aralarında bir ilgi ve alaka yokmuş gibi davranıldı. Elbette tartışmayı tekil bir muhayyileye indirgemek de mümkün değildir.

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-09-10 10:38:23

AKP politikaları ve İslamcılık eleştirileri

Yeni İslamcılık, Taliban ya da Hizbullah çizgisinden kendini ayrıştırmalı mıdır? Hayır denecekse, bunların aynı söylemsel kümede olmaları tarihsel olarak değiştirilemez bir durum gibi kabul edilecek midir? Sınırları kim neye göre koyacak? İçeri alma ve dışarda bırakma kriterleri nasıl belirlenecek? El Kaide dâhil midir? Bugünkü İran dâhil midir? Kim karar verecek? Zor ve şiddet meselesi ne olacak? Tüm bunların İslamcılık tartışmalarında ele alınması gerekmez miydi? Ele alınmıyorsa, sebebini sorgulamak gerekebilir. Eleştiriler karşısında "bu zatın... kendini gözden geçirmesi gerekir" gibi otoriter ifadeler kullanmak, metinden çok yazarla ilgilenmek çözüm müdür?

*Uğur Kömeçoğlu'nun analizi:

İslamcılık söylemsel (discursive) bir pratiktir. Ancak söylemsel pratikler tarihsel mecralardan bağımsız hareket etmezler ve söylemleri kurumsal düzeyde temsil eden mekanizmalardan uzak durmazlar. Bu, söylem kavramının doğasına aykırı olurdu. Söylemler bizzat spesifik kurumlarla, iktidar merkezleriyle ve daha ileri noktada devletlerle yaygınlık ve geçerlilik kazanırlar. Söylem özel bir tarihsel dönemde herhangi bir epistemik alanı temsil etme imkânı verir; yani tamamıyla dilbilimsel bir kavram değildir, hem dilde hem de pratikte olup biten hakkındadır. Bu nedenle söylem, konuşulup yazılan ile gerçekte olup biten arasındaki konvansiyonel ayrımın aşılması için kullanılır.

Bir başka deyişle, dil ile pratik arasındaki ikili ayrımın ötesine geçmek için öne sürülmüştür. Söylem konuyu inşa eder, bilgimizin nesnelerini tanımlar. Söylem elbette sadece bir tane eylem, bir tane kaynak, metin ya da ifade içermez. Bir dolu metinde, birçok davranış ve kurumda kendini gösterebilir. Bununla birlikte ne zaman ki bu söylemsel hadiseler aynı tarz ve usulü içerirler, aynı stratejiyi destekler, aynı kurumsal ya da politik örüntüyü takip ederler, işte o zaman onların aynı söylemsel formasyona tabi olduklarını iddia edebiliriz.

Türkiye İslamcılarının çoğunluğu değil ama küçük bir azınlığı, aslî/orijinal içeriği itibarıyla formel İslamcılık ideolojisinin 1979 tarihi itibarıyla, "resmî düzeyde" İran devletiyle ve bu devletin kurumlarıyla temsil edildiğini düşünme eğilimi taşıyabilir. Bu bir tutarsızlık değildir. İslamcılık akımının 70'lerin sonundan itibaren en önemli resmî "merkez-çek kuvveti" ve yine resmî iktidar odağı İran olmuştur. Bazı mefkûreler oraya yönelmiştir. İdeolojilerin de dönemsel biçimde ağırlık merkezleri olur.

Hükümeti ve üçüncü nesil İslamcıları, İslamcılığın aslî gereklerini yerine getirmemekle itham eden İslamcı eleştirinin hedefi sadece AKP'nin zihniyet durumu değildi. Aynı zamanda AKP'nin dış politikada izlediği stratejiler eleştiri konusu edilmekteydi. Örneğin Sayın Bulaç, "Suriye'de Esed'i destekleyen İran'ın bölgesel ve küresel olarak Rusya ve Çin'le beraber hareket etmesinin kendisine getireceği maliyet ile muhaliflerin karşıt konumda küresel ve bölgesel ABD, İngiltere, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye angajmanlarının onlara getireceği maliyet..." ifadelerini kullanarak dikkatli davranmamız gerektiğini ima etmişti. Bedel/maliyet hesaplamaya davet eden bu ikaz edici ve makro-plancı çözümleme, sadece şimdiki zamana değil, gelecekte ne olacağına yoğunlaşarak düşünmemizi tavsiye ediyordu.

Belki de Müslüman'la İslamcı arasındaki fark bu noktada netleşiyor. Tam 4 unsur yani Irak, İran, Suriye ve Lübnan Hizbullah'ı aynı hat üstünde yan yana buluştuysa, Müslüman bir iktidara sahip olan Türkiye Cumhuriyeti niye ABD-İngiltere... hattında yer alıyor ki? İyi düşünmek lazım değil mi?.. Sanırım bu türden bir İslamcılık versiyonunda ciddi analiz hataları var. Hem sol-ulusalcılardan hem de az sayıda İslamcıdan farklı saiklerle gelen bu açık ya da örtük yaklaşımlara karşı en iyi yorumlardan biri Yasin Aktay'dan geldi. Aktay'a göre her şeyden önce Amerika, Esed'in gitmesi konusunda hiç de aceleci değil. Amerikan derin devleti ile Obama'nın yaklaşımları arasında önemli farklar var. Nitekim Amerikan Genelkurmay Başkanı, Davutoğlu'nun tampon bölge önerisinin hayal olduğunu söylüyor.

ABD'nin Esed hakkındaki görüşleri hiç de zannettiğimiz kadar olumsuz olmayabilir. ABD ve İngiltere, İran destekli Esed katliamlarına seyirci kalıyor. Hükümetin Suriye hakkındaki önerilerine karşı çıkan ve Obama'yı bile eleştiren bir Amerikan Genelkurmay Başkanı varsa, hem sol-ulusalcı Kemalistlerin hem de bazı İslamcıların ABD ve İsrail taşeronluğunu Türkiye'nin yaptığı yönündeki, açık ya da kapalı iddiaları ciddi çözümleme problemleri içermektedir.

Şu anda bütün büyük güçler ve büyük ekonomiler, Suriye'de yapılan katliama aynen Bosna'daki gibi seyirci kalıyor, bu durum küfrün tek bir millet olduğunu gösteriyor. Türkiye, Esed'e karşı en fazla tepkiyi veren ülke olarak haklı konumdadır. Aktay, "Ortadoğu'da son zamanlarda yaşanan gerilimlerin İran'ın başını çektiği bir Şii Hilali blokuna karşı, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye'nin başını çektiği bir Sünni blokun çatışması gibi okunmaması gerektiğini" yazdı. Suriye'deki mevcut rejim uzunca bir süredir Müslümanların kanını akıtıyor. Dolayısıyla Türkiye'deki Müslüman iktidar partisi İran destekli Esed'e sesini yükseltiyor. Bu mezhepçi değil, Müslümanca bir tavır.

AKP POLİTİKALARININ İSLAMCILIK ELEŞTİRİLERİ

Acaba İslamcılık tartışmasının başlangıç zamanlamasında Suriye, İran, Irak ve Lübnan Hizbullah'ı karşısında AKP'nin tepkisel politikalar geliştirmesi etkili olmuş olabilir mi? Sanırım bazı Müslümanların bazı İslamcı stratejistlerden ayrılma noktası da budur. Bedel hesaplamak stratejizm ve gelecek-merkezlilik içeriyor. Bazen bu türden stratejizmler hesabına ve gelecek için koyduğu makro hedef ve hayaller adına kimi zulümlere karşı güçlü tepkiler veren bir akım, kimi zulümler karşısında görece biraz daha sessiz kaldı. Gür sesli itirazlarıyla bilinen bir hareket, İran'ın ulusalcılığı ve mezhepçiliği karşısında, şiddetin desteklenmesi karşısında çok kısık bir eleştiri sesi çıkardı, ikincil bir meseleymiş gibi bahsetti. Acaba dindarca olmaktan çok stratejistçe mi davranıldı? Kimi yorumların satır aralarında İran'la beraber hareket etme mesajı var mıydı? Geçmişten alınıp 21. yüzyılda öne sürülen İttihad-ı İslam fikri İran'ın politikalarıyla ittihad kurmayı savunabilir mi? İmam Humeyni İttihad-ı İslam taraftarıydı, fakat bugünkü Ahmedinejad iktidarı, Abdurrahman Dilipak'ın da vurguladığı gibi İttihad-ı İslam fikrinin değil Huccetiye'nin etkisi altında ve yine Dilipak'a göre "İran çok ciddi bir teolojik krizin eşiğinde". İşte bu teolojik kriz tali bir mesele değil, asli bir meseledir ve İslamcı eleştiriden muaf tutulmamalıdır. Ancak muafmış gibi bir izlenim ediniyorum.

Eğer Baas-Nusayri karşıtı angajmanın maliyeti çok fazla olursa, İran gibi davranmak daha isabetli olur diye düşünenler var mıdır? Suriye'de Ramazan günü ekmek kuyruğunda öldürülen, bayram alışverişi yaparken katledilen Müslümanlara, Şam'daki mülteci kampında bombalarla öldürülen Filistinlilere razı olabilir miyiz? Bazı İslamcıların kullandığı tabirle "sömürgecilik geri çekilirken", İran eksenli bir İslamcılığın muhayyel geleceği adına yürütülen stratejizm için bir mezalime göz yumulabilir mi? Yok eğer İran'ın İslamcılıkla artık ilgisi olmadığı söylenecekse, tartışmayı başlatan taraf bunu niye dillendirmemiştir? Sanırım sadece M. Karaalioğlu "siyasal pozisyon olarak İrancılık, kat'i surette İslamcılık değildir" diye açıkça yazdı ve kendisine yöneltilen kaba bir eleştiri nedeniyle, tartışmayı başlatan tarafın soğukkanlılığını kaybettiğini, altından kalkılamayacak tartışmalara girmemek gerektiğini belirtti. Kendi ifadelerine göre "Kimliğini İslamcı olarak tanımlamayan Müslümanları, ilkesizlikle ve düzene uymakla suçlamak ahlakî değildir. Netice itibarıyla hiçbir dindar, Müslüman kimliğinin ötesinde bir tanıma mahkûm değildir."

Türkiye İslamcıları bugünkü İran'dan farklı olarak daha etkileşimci ve otantiktir. Modernizm eleştirisi için Baudrillard, Foucault, Feyerabend, Lyotard, Popper, Kuhn, Adorno, Horkheimar... ve benzeri çok sayıda Batılı düşünürü, isimlerini anarak ya da anmayarak söylemlerinde kullanıyorlar. Bu anlamda Türkiye İslamcılığı Batı'nın anti-modernist, post-yapısalcı eleştirel teorik dünyasıyla daha sıcak bir temas içinde bulunuyor. Kur'an ve hadisten beslendiği gibi Batı'daki eleştirel felsefe ve kuramları ihmal etmiyor. Ancak Türkiye dışında İslamcılık biçimini almış söylemsel bir ideoloji adına yapılan hatalara, ölümlere kısık sesli eleştiriler getirmek isabetli değildir. Yakınındaki uzağındaki herkesi İslamcı bir perspektifle eleştirmekten çekinmeyen bir tavrın, ulus-mezhepçi bir yayılmacılık karşısında sadece "minimalist" çıkışlar yapması pek makul gözükmüyor. İslamcılar İran'a karşı daha ne kadar kredi açacaklar? Gültekin Avcı'nın ifadelerini aktarırsam:

"PKK'nın iki istihbarat kaynağı maalesef Muhaberat ve Savama oldu. Bu hengâmede öldürülen veya yakalanan PKK'lıların içinden İran Devrim Muhafızları çıksa bile şaşırmamalı. İran ve Esed rejimi, insan istihbaratını ve PKK'yı kullanarak Türkiye'ye karşı açık bir özel savaş yürütüyor. PKK saldırılarının zirve yapmasının sebebi budur... Her yabancı istihbarat servisi, hedef ülkede kendine yakın olan, kendisiyle ortak değerlere sahip veya kendisine inanan kaynaklar üzerinde çalışır. Türkiye özelinde İran ve Suriye de böyle yapıyor." İran, PKK'lılara askerî eğitim veriyor. İslamcılık bu olmasa gerek. İran ile İslamcılığı ayırmak lazım. Ayırmazsak kavramı terk etmek gerekecek.

İslamcılık pek tabii ki İran İslamcılığına indirgenemeyecek bir kavramdır. Böyle bir indirgemecilik peşinde değilim. Ancak ikisi arasındaki ilişki incelenmelidir. Çünkü ideolojilerin ideal tipolojileri de vardır. İran, bu noktada ister istemez bir adım öne çıkar. Ayrıca devrim sadece onlardan geldiği için İslamcılık ile İran birbirinden ayrıştırılmamıştır. Nitekim yakın tarihsel bir dönemde -70'lerden itibaren- İslamcılık büyük ilhamını ve umudunu İran İslam devriminden ve onun düşünsel kaynaklarından almıştır. O dönemden itibaren İran devrimini İslamcılıktan çıkarırsanız, İslamcılıkta bir gedik oluşur ve yer yer kitabî kalmak söz konusu olabilir. Yoksa gaye İslamcılıkla İran'ı eşitlemek değildir.


İSLAMCILIK VE İRANCILIK ARASINDA

Günümüzde ise İran'da Humeynici İttihad-ı İslam fikrinden kopulduğu ve ulus-mezhepçi bir yola girildiği için, yapılması gereken İslamcılık kavramını şu anda İran'da hâkim olan ekolden ayrıştırmak ve bunu yüksek sesle deklare etmektir. Yoksa mezhepler üstü olma iddiası kaybolacaktır. Eğer İslamcılık kavramının, bugünkü İran ekolünden ayrılması gerektiği ilan edilmezse (ki edilmiyor) Müslümanların çoğu kendilerine yöneltilen İslamcı isimlendirmesinden rahatsız olacaktır. Hâlbuki Mısır Cumhurbaşkanı Mursi bizzat Tahran'da yaptığı eleştirel açıklamalarıyla en üst perdeden, adeta bahsettiğim bu kavramsal ayrışmanın gerekliliğine işaret etmiş oldu. Ancak Mursi'nin eleştirileri bazı İslamcı kalemlerin gündemine girmedi. Hizbullah ile İhvan-ı Müslimin arasındaki gerilim bu konudan bağımsız olmayabilir.

Bunun yanında yeni İslamcılık, Taliban ya da Hizbullah çizgisinden kendini ayrıştırmalı mıdır? Hayır denecekse, bunların aynı söylemsel kümede olmaları tarihsel olarak değiştirilemez bir durum gibi kabul edilecek midir? Sınırları kim neye göre koyacak? İçeri alma ve dışarda bırakma kriterleri nasıl belirlenecek? El Kaide dâhil midir? Bugünkü İran dâhil midir? Kim karar verecek? Zor ve şiddet meselesi ne olacak? Tüm bunların İslamcılık tartışmalarında ele alınması gerekmez miydi? Ele alınmıyorsa, sebebini sorgulamak gerekebilir. Eleştiriler karşısında "bu zatın... kendini gözden geçirmesi gerekir" gibi otoriter ifadeler kullanmak, metinden çok yazarla ilgilenmek çözüm müdür?

Burada kastedilen İslam'ı apolitik kılmak değildir. Özüne dönmüş Müslümanlar gayet iyi bilirler ki, siyasete karışmam demek toplumun hayat ve bekasına karışmam demektir. Bu noktada Mahçupyan'a katılmıyorum. İsimlendirme konusunda ise bugün Müslüman/mümin gibi Kuranî kavramların arzulanan söylemsel pratiği karşılamadığı düşünülüyorsa yapılması gereken, inananların o düzeye taşınması için hareket etmektir. Yeni kavramlar üretmek, aynı modernistler gibi, alanları din ve siyaset diye ayırmaya başlamak anlamına gelir. Kartezyen mantığa ulaşılır. Yeni bir üst kimlik kurmaya çalışmak Tevhidî olmayabilir. İsimlendirme hakkında Hac Sûresi 78. ayette hüküm çok açık. Şahid ve şahidlik kavramlarının tefsirine ihtiyaç var.

*Doç. Dr., Süleyman Şah Üniversitesi

SON VİDEO HABER

Emlakçılar arasında silahlı çatışma: 2 ölü

Haber Ara