Yeni İslami söylemin yapısı
Popülist söylem temelde, yoksulların ve marjinal kesimlerin söylemi olmakla birlikte sahip olduğu İslamî kültür mirasının değerini bilen ve onu kaybetmenin aslında her şeyi kaybetmek anlamına geleceğini sezinleyen zengin kesimlerin de benimsediği söylemdir.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-09-07 14:33:15
Abdulvahab el-Messiri'nin makalesi:
Bazı insanlar İslâm’ı, tek yapılı (monolitik) veya tek boyutlu bir varlığa sahip gibi göstermek eğilimindedir. İslam şüphesiz, aşkın monoteizm inancıdır, insana ve doğaya aşkın (bir ve tek tanrı) Allah’a imandır. Ancak monoteizm monizmi zorunlu kılmaz, tersine farklılığa ve çokluğa öncülük eder. Çünkü gündelik bir İslamî bakış açısıyla, Tanrı dışında, her şey bir çokluk içinde var olur. Bu anlamda, tek bir İslamî söylem değil oldukça çok sayıda söylem Müslümanların farklı çabalarını (içtihat) ifade eder ve belli bir zaman ve mekân bağlamında dünyayı anlamak ve Kur’an’ı yorumlamak çabasındadır.
Günümüzde geçerli olan İslami söylemler şu şekilde sınıflanabilir:
1. Popülist kurtuluşçu “Mesihçi” söylem: Bu; Müslüman toplumlarda ezici çoğunlukların/kitlelerin içgüdüsel yönelimlerini ifade ederek, modernleşme, sekülerleşme ve küreselleşme sürecinin ümmeti (Müslüman toplumu) daha iyiye götürmediğini ve gerçek bir reform getirmediğini ileri sürer.
Bu kitlelerin gözlemlerine göre bu süreçler hiçbir öz ihtiva etmezler fakat Batılılaşma süreci, ümmeti dini ve kültürel mirasından soyup geriye hiçbir şey bırakmamakta ve toplumda sadece sömürgeci hegemonya ve sınıfsal kutuplaşmaya neden olmaktadır. Neredeyse İslam’a yapışıp kalmış bir biçimde, bu geniş kitleler, kendilerini İslami kültürel mirasın içine kapatıp yardım ve kurtuluş umuduyla Allah’a yalvarmağa başlarlar. Ancak yeni fikirler ileri sürmekte veya bazı yeni politik hareketler oluşturmak konusunda beceriksizdirler.
Bir söylem olarak kendisini sık sık ve spontane biçimlerde ifade eder ve zaman zaman da radikal Batılılaşma ve sömürgeci saldırıların her biçimine karşı protesto amaçlı şiddet eylemlerine başvurur. Fakat daha çok hem bireysel seviyede (fakirlere para vermek gibi) hem de toplumsal düzeyde (cami, hastane ve okul yaptırmak ve özellikle Ramazan’da yiyecek dağıtmak gibi) insancıl formlar altında kendisini ifade eder.
Popülist söylem temelde, yoksulların ve marjinal kesimlerin söylemi olmakla birlikte sahip olduğu İslamî kültür mirasının değerini bilen ve onu kaybetmenin aslında her şeyi kaybetmek anlamına geleceğini sezinleyen zengin kesimlerin de benimsediği söylemdir.
2. Politik söylem: Bu; Müslüman toplumu korumaya yönelik İslamî bir hareketin gerekliliğine inanan bazı orta sınıf profesyonellerin, akademisyenlerin, öğrencilerin ve tüccarların benimsediği bir söylemdir. Bu insanlar politik faaliyetin, amaçlarına ulaşmanın anlamını teşkil ettiğini, şiddeti tasfiye ettiğini ve eğitim veya gençlerle ilgili faaliyet kollarına sahip olabileceğini fark etmişlerdir.
Bu söyleme sahip çıkan bazıları, bir keresinde, merkezi hükümeti de etkisi altına alan bir illüzyon yaratmış ve bunlardan bazıları paramiliter organizasyonlar oluşturup silahlı kuvvetlere sızmaya çalışıp, güce güçle karşılık vermeye çalışmışlardı. Ancak 1965 gibi, daha sonra işaret edileceği üzere, yasal politik kanallar yoluyla varlığı sürdürmeğe çalışmak üzere genel bir eğilim oluştu. Şimdilerde ise politik söylemin savunucuları, faaliyetlerini politik ve/veya eğitsel alanda yürütmek temayülündedirler.
3. Entelektüel söylem: Bu ise, öncelikle kuramsal ve entelektüel çıkışlarla meşgul olmak gerektiğini ileri süren söylemdir. Bu sınıflamadan, adı geçen her birinin diğerinin dışında, izole biçimde varlığını sürdürdüğü düşünülmemelidir. Gerçekte, popülist ve politik söylemler, biri diğerinden daha az olmamak üzere, berikiyle birleşir ve bu durum politik ve entelektüel söylem için de geçerlidir. Birlikte durdukları ortak zemini paylaşmalarını yararlı bulduğumuz bu üç söylem, analitik bir bakış açısından yine de birbirinden bağımsız olarak var olduğunu farz eder.
Bu senkronize sınıflama sistemine ek olarak kronolojik, art zamanlı (diyakronik) bir sınıflama da bu yazının durduğu noktaya daha uygun bulunabilir.
1. Eski İslamî söylem: Bu söylem, Müslüman dünyanın, sömürgeleştirme çabalarına karşı verdiği doğrudan ve kesin bir tepki olarak ortaya çıkmış ve 1960’ların ortalarından itibaren yükselmiştir.
2. Yeni İslamî söylem: İlk olarak belirsiz ve marjinal bir periyot sonunda ortaya çıkan bu söylem, 1960’ların ortasından itibaren daha kesinlikli bir biçimde görülmeye başlanmış ve merkeze doğru tedrici bir ilerleme göstermiştir.
İki söylem de modernizasyon ve sömürgeleşme dolayımında ortaya çıkan sorunlara, İslamî bir cevap oluşturma çabasıdır. Bununla beraber bu iki söylemi, birbirlerinden farklı iki gövde olarak ayıran iki radikal konu vardır:
1. Kendilerine has tutumlarının karşılığı Batı medeniyetidir.
2. Her iki söylemin de çeşitli seviyelerde geliştirdikleri temel bakış açıları mevcuttur.
Bu yazı ilk olarak eski ve yeni İslamî söylemlere ve daha alt dereceden de politik söyleme odaklanacak, yeni söylemin dikkat çeken karakterini tanımlayacaktır.
Daha sonra, yeni söylemin öne çıkan bazı özelliklerini tanımlamaya çalışacaktır. Her hangi bir entelektüel veya politik hareket zaman zaman etkinliğine ara verip kendi kendisine eleştirel bir gözle bakmalı, ortaya çıkan yeni niteliklerini ayrı ayrı ele alıp performansını değerlendirmeli ve tutarlı bir sistem içinde billurlaştırarak bir yol haritası çizmelidir.
İSLAMCILIĞIN MODERNİTE İLE İLİŞKİSİ
İlk kuşak Müslüman reformcuların Batılı kültürel formasyonla temasa geldikleri çağ, birçok bakımdan oldukça zor ve şimdikine oranla önemsizdir. Şu bir tartışma konusu edilebilir ki, Batılı insanın vicdanında merkezi dayanak noktası oluşturan ve onun evrene bakışını biçimlendiren; zeminini köktenci paradigmanın oluşturduğu Batılı kültürel formasyonun geniş kapsamlı seküler paradigmasıdır. Şu da söylenebilir ki, Batı modernitesinin emperyalist yönleri en başından beri kendilerini çok açık bir biçimde ortaya koymuştur.
Tüm bu gerçeklere rağmen Batı medeniyeti kendisini hümanist, insan merkezli ve zaman zaman da, her ne kadar pratikte olmasa da vizyon olarak, bir denge ifadesi ve mutlak moral ve insani değerler bakımından bir inanç medeniyeti olarak göstermek istemektedir. Yapısal düzeyde Batılı toplumlar uzun zamandır, üst düzeyden bir sosyal tutarlılık ve dayanışmacı toplum örgüsünü devam ettirmekteydiler. Aile değerleri seçim zamanı akla gelen, unutulmuş ve içi boş sözler olmaktan uzak, somut sosyal gerçeklerdi.
Fakat zaman içinde bazı şeyler değişti. Bu anlamda sekülarizmin, tamamlanmış olmaktan çok, zaman ve mekânda düzenli olarak ilerleyip sınırlarına ulaşmış olmayan, dinamik paradigmatik bir süreç olarak tahayyül edilmesi faydalı olabilir. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında, bu süreci oluşturan halkaların birçoğu henüz tam olarak materyalleşmiş olmadığı da söylenebilir.
Kişinin özel yaşamı ve toplumsal hayatının birçok yönü hala seküler süreçlerin menzili dışında bulunmaktaydı. Başka deyişle, Batılı insan, toplumsal yaşamının yalnız bazı kısımlarında seküler, bununla birlikte özel yaşamında hem ahlakî ve insanî hem de bundan az olmamak kaydıyla Hıristiyan dinsel değerleri ve etiğine bağlı yaşamaktaydı. Bu modern kültürel formasyonla karşılaşan ilk nesil İslamî reformistler, eski İslamî söylemin yükünü taşıyanlar daha kapsamlı olmaktan çok nispeten eksik bir sekülerleşme ile etkileşime girdiler.
Hâlbuki kısmi sekülerleşme değerlerin önemini ve yürürlükte olmasını ahlakî, tümlük idesini ise epistemolojik düzeyde tanımlarken, daha kapsamlı olan bunları, daha aşkın bir ide için reddeder. Batı modernitesinin olumsuz yönlerinin birçoğu ki, sonradan iyi kötü dönüşmüş modeller ve merkezi fenomenler olmuşlardır, kolaylıkla görmezden gelinebilecek bazı marjinal olay veya durumları izole etmiştir. Ayrıca modernite ve Aydınlanma’nın Batılı eleştirisi, karşıt görüşlerin giderek güçlenmesine rağmen henüz yetkinleşmiş değildi.
BATILI MUHAFAZAKARLARIN MODERNİZM KARŞITLIĞI
Batılı romantik yazın, örneğin, Batı modernliğine karşı protest bir öze sahiptir. Edmund Burke gibi muhafazakâr bazı düşünürlerin yazıları, sonradan moderniteye yönelik Batılı eleştirel söylem tarafından geliştirilmiş olan birçok başlığa göndermeler içerir. Bununla beraber modern Batı uygarlığının, ister teorik ister pratik seviyede olsun bazı eksikleri vardır ve bu konular üzerine çalışanlar için bu eksiklikler henüz net değildir.
Yeni İslamî söylemin savunucularına göre ise durum tam olarak böyle değildir. Birçoğu eğitimlerini 1950’lerde tamamlamış ve modern Batı uygarlığı ile ilk karşılaşmalarını 1960’larda yaşamıştır. Bu dönem, Batı modernitesinin zaten krize girdiği ve birçok Batılı düşünürün bu kriz ve çıkmazın boyutlarını anlamaya başladıkları bir dönemdi (bkz. Introduction to the Demonstruction of the Secular Discourse, c. 4, Kahire, Aralık 1997).
Yeni İslamî söylemin savunucuları Batılı modernliğin karanlık yanlarını daha başlangıçta fark ettiler. Batı iki savaşıyla tüm dünyayı işlemişti ve bu savaşlara, tüm dünyayı mücadele alanına çektiği için “dünya savaşı” denmişti. “Barış” zamanında ise dünya çılgın bir silah yarışının içine sokuldu.
Daha güçlü ve otoriter merkezî ulus devlet, insan hayatının en özel taraflarına yayılmış, ulaşmış ve insanların yüksek güvenlik ve eğitim araçlarını sağlama konusunda yurttaşlarına “rehberlik” etmeye çalışmıştı. Batı modernitesinin bir başka yan ürünü olan medya, yurttaşların yaşamlarına en geniş biçimde saldırdı, standardizasyon sürecini hızlandırdı ve tüketim arzusunu arttırdı. O arada eğlence sektörü, erotik ütopyalar ve pornografi satmak yoluyla, insanların hayallerini kontrol edecek denli güçlendi.
Sosyal bir müessese olan aile, baskılara daha fazla dayanamadı ve boşanma oranları fırladı, daha önce ulaşılan seviyelere nadiren ulaşılır oldu. Anlama problemi, epistemolojik kriz, anomi, yabancılaşma ve maddileştirme daha sık telaffuz edilmeye başlandı. Liberal kapitalizm projesi, yıkıcı başarı öyküsü olma yolunda duraklarken sosyalizm denemesi de çöktü ve kredibilitesini tümüyle kaybetti.
BATI'NIN MODERNİZM HASTALIĞI
Faşizm, Nazizm, Siyonizm ve Yapısalcılık gibi anti hümanist düşünceler ise modernizm sonrası düşünce akımları olarak bir zirve arayışına girdiler. 1960’ların ortalarına doğru moderniteye yönelik eleştirel Batılı söylem kristalleşti ve Frankfurt Okulu düşünürlerinin çalışmaları geniş etkiler bırakmaya ve popüler olmaya başladı. Aydınlanma çağının eleştirel çalışmalarının hemen tamamı basıldı. Batılı modernliğin sonuçlarından standardizasyon ve onun tek boyutlu bireyi hakkında Herbert Marcuse, modern Batı uygarlığının tümüne yayılmış yapısal bir eksikliğin varlığını, bu uygarlığın geleneksel sosyalist-kapitalist kamplaşmasının ötesine uzanan bir eksikliğin varlığını kanıtlamak çabasındadır.
Revizyonist birçok tarihçi modern Batı uygarlığının tarihini yeniden yazarken, Asya ve Afrika toplumlarına karşı işlenmiş suçların ve koloni dönemi yağmalamalarının altını çizmeye çalışmıştır. Gelişmeci teorilere yönelik köktenci eleştirilerin birçoğu da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu itibarla Yeni Sol Hareket anlamlı bir yardımda bulunmuştur. Böylece, yirminci yüzyılın ortalarında, üzerine çalışmakta olan İslamî söylem taraftarları için Batı modernitesinin, ister teorik ister pratik düzeyde olsun kusurlarını görmek hiç de zor olmamıştı. Onlar için, ilk nesil aydınların yaşadıkları naif ateşîn deneyimi deneyimlemek daha fazla mümkün değildi. Batılı modernlik diye bildikleri, deneyledikleri ve çalıştıkları şey, öncü nesil tarafından bilinen, deneylenen ve çalışılandan birçok yönden farklıydı.
Şu nokta vurgulanmalı ki, ne yeni ne de eski Müslüman aydın nesil, güvenilir entelektüel sistemlerini özellikle İslamî dünya görüşü üzerine inşa etmiş değillerdi. Batı modernliği ile etkileşimleri, beklendiği üzere önemli şekillendirici bir unsurdu. Bununla beraber, bu uygarlık; ekonomik ve askeri başarıları, dünya görüşünü her zaman her yerde tüm insanlığın görüşü olarak sunması, bilgisini tüm toplumlar tarafından uygulanabilir kesin bir bilgi olarak önermesi ve tüm bunları herkesin hesaplaşmak zorunda kalacağı bir meydana okuma olarak tesis etmesiyle merkeziyet kazanmış bir uygarlıktır.
DOĞUDA MÜSLÜMANSIZ İSLAM! BATIDA İSLAMSIZ MÜSLÜMAN
Bu hesaplaşma, meydan okumaya ve onun keskinliğine göre değişen bir tipoloji göstermekteydi. İlk dönem reformcular, Batı modernliğinde çok sayıda olumlu taraf bulmuşlardı. Hatta bununla vecde geldikleri bile ileri sürülebilir. Bu da Şeyh Muhammed Abduh’un sık alıntılanan “Batı’da İslamsız Müslümanlar bulunduğunda, Doğu’da da Müslümansız İslam’ın bulunduğu” ifadesinin kanıtıdır.
Demek istediği, Batı’da Müslüman olmadıkları halde davranışlarını bu ideal üzerine temellendiren insanları gördüğü halde, İslam dünyasında İslam’a inandığı halde davranışlarının inançlarını inkâr ettiği insanların olduğudur. Sonuç olarak, eski İslamî söylemin savunucularının çoğu için çıkış; İslam’ın Batılı modernlikle telif edilmesi, onunla ayağa kaldırılması ve onun standart ve değerlerine göre yaşaması idi. İşte 1960’ların ortasına kadar hâkim düşünce olan Muhammed Abduh’un düşüncesinin özü budur.
Şeyh Muhammed Abduh’un Batı modernitesi ile teması farklı olsaydı, bu ifadelerini kullanmadan ve projesini önermeden çok önce bir tereddüt yaşayabilirdi. Aşağıdaki olay bu noktayı daha açık kılabilir. Batı uygarlığına olan hayranlığı iyi bilinen Şeyh Rifa’a el-Tahtavi 1830’da Paris’teydi.
Aynı yıl Fransız topları Cezayir şehir ve köylerini dövmekte, taş taş üstünde bırakmamaktaydı. Şeyh el-Tahtavi yalnız Paris’in parlak ışıklarını görmüş ve modern Batı’nın kibar ve sofistike ritimlerini duymuş olmalı iken, öte yandan dönemin en yüksek teknolojisini kullanan hayvanca bir kolonyal saldırının hedefi olan Cezayirli şeyhler, yalnız ateşin öfkesini görmüş ve patlayan bombaların sesini duymuş olmalıdır.
Bu şeyhlerden biri bir keresinde, Fransız birliklerinin Cezayir’e aslında Batı uygarlığı ve modernliğini getirmek için girdiklerini söylemişti. Ve buna cevabı ironik olduğu kadar manidardır: “Peki, yanlarında bu kadar barutu neden getirdiler?” Tıpkı bu Cezayirli şeyh gibi yeni söylemin savunucuları da barutun kokusunu duydular, yakıcı ateşi gördüler, top seslerini dinlediler ve her şeyin “kolonici” atların toynakları altında parçalandığını gördüler.
AYDINLANMA YA DA RASYONEL AKLIN ZAVALLILIĞI!
Ve sonra bu barutun her an her yerde bulunmaya başladığını ve yakıp yıkan her türden silaha dönüştüğünü izlediler: Bombalar, mermiler, biyolojik ve nükleer silahlar, vs. dev bütçeler, bu silahların üretilmesi veya satın alınması için tahsis edilmeye başlandı; önce Batılı sonra Doğulu, sonra Güneyli ve Kuzeyli devletler tarafından. Gerçek şu ki aydınlanmış ve rasyonel zamanımızın en önde gelen endüstrisi kitle imha silahları endüstrisidir ve homo sapiens, tarihinde ilk defa yiyecek üretiminden daha büyük fonları silah üretimi için tahsis etmiş durumdadır.
Eski İslamî söylem, Batı modernitesini savunması bakımından ne tek, ne de izoleydi; o bir anlamda Üçüncü Dünya’nın, bu yüzyılın başından bu yana hâkim olan genel görüşün bir parçasıydı. Çabalar tümüyle, Batı’yı yakalamaya ve onunla kendi terimleri ile rekabet etmeye yönelikti.
Liberaller, modern Batılı dünya görüşünün tümüyle kabulünü “hem acı hem tatlı tarafları olduğu” biçiminde adlandırıyorlardı. Marksistler usulca başkaldırdılar ve Üçüncü Dünya halklarının, Batı’nın vaat edilmiş topraklarına Marksizm ve sosyal adalet kapılarından girecekleri fikrini ortaya attılar. İslamcılar kendi açılarından Batılı dünya görüşünün benimsenmesinin, daha iyisi İslam’ın ona adapte edilmesinin mümkün olduğunu tasavvur ettiler. Yazının devamını okumak için tıklayın
SON VİDEO HABER
Haber Ara