Barışa dair hem sözümüz hem umudumuz olmalı!
Umudumuzu kaybetmemeli ve barışa dair söz söylemenin onuru ile kuşanmalıyız. Müslüman olmamız bize bu sorumluğu ve barış için adım atma zorunluluğunu gerekli kılıyor.
13 Yıl Önce Güncellendi
2012-08-22 13:24:41
Türkiye sorunlar yumağı içerisinde neresinden tutsan dökülecek bir durumda. Bu çözümsüzlüğü şiddetlendiren ve makûs bir kadere mahkûm eden anlayış elbette egemen milliyetçi tasavvur ve şiddet politikalarıdır.
Bizi bu kadere mahkûm eden, sorun(ların) çözümünü şiddet politikalarına hapseden anlayış bizi, "sürekli bir çatışma" ortamından mahkum kılmıyor.
Hergün yeni bir saldırı ve ölüm haberi ile toplumun tüm kesimlerini yaralayan ve çözümsüzlüğe mahkûm eden bu anlayışı sorgulamak gerekmiyor mu artık?! Yıllardır binlerce kayıbın yaşandığı ve toplumu bir travma psikolojisine hapseden “şiddet politikalarını” egemen milliyetçi ve çözümü kendi tekeline alan otoriter tasavvura karşı bir tavır sergilenmek bu suni savaşın "zorunlu muhattapları" olarak üzerimize farz...
Devlet ve PKK ikilisinin oluşturduğu şiddet sarmalından kurtulabilmek, bu ikilinin toplumun bütününü sürüklediği ölümcül karşılıklığı etkisiz kılmak konusunda "barış" adına konuşanların omzuna herkesin sırtındaki yükten çok daha ağır bir yük biniyor.
İyi niyetleri içinde bu kapandan kurtulmak isteyenlerin sırtındaki bu ağır yükün altında ezilmemeleri için ellerinden tutma gerekliliği vardır.
Yürek dağlayan iki haber
Şırnak’ın Uludere ilçesinde askeri aracın kaza yapması sonucu 9 asker hayatını kaybetti. Gaziantep’te bombalı saldırı sonucu 4 çocuk 9 kişi öldü ve 60’dan fazla yaralı var…
28 Aralık 2011’de jetlerin bombardımanı sonucu 34 köylüye mezar olan Gülyazı ve Roboski köyü yakınında meydana gelen kaza, 34 köylü için kurulan taziye çadırının 150-200 metre kadar yakınındaydı. Ve ilk yardıma koşanlar arasında aile ferdleri jetler tarafından bombalanan Roboskili aileler koşuyor…
Bu aslında yaşanan savaşın ne kadar travmatik boyuta ulaştığının kanıtı… Nefret söylemleri ile Uludere (Roboski) katliamına karşı üretilen milliyetçi söyleme en büyük cevap aslında…
Gaziantep’te yaşanan olay ise şiddet politikalarının daha fazla çözümsüzlük ve şiddeti pekiştirdiğinin bir kanıtı. Yıllardır annelerin yüreğini dağlayan ve her geldiğinde egemen milliyetçi tasavvur ile barış için atılacak adımları şiddet ve intikam duygularına yönlendiren bu akıl artık sorgulanmalı ve toplumun tüm kesimleri tarafından reddedilmeli!
Bütünüyle Türkiye'de tüm sorunların temelinde birçok etmen olmakla birlikte birincil olarak Kemalizmin ürettiği ulus kimliğin biçimlendirdiği resmi politikalar olduğu aşikârdır.
Bugün hala birçok noktada bu ideolojinin ürettiği sorunların çözümsüzlük buhranı içerisinde kaybolmasına tanıklık ediyoruz. Kürt sorununda tutunda diğer etnik grupların durumlarına, inanç özgürlüğünden, ifade özgürlüğünden ve daha nice nice problemlerimizden bahsediyoruz...
Ve muhattap kılındığımız bu sorunların tamamı “ulus devlet” mantığı içerisinde topluma giydirilmeye çalışılan deli gömleğinin bir sonucu. Ve zorunlu muhattap kılındığımız bu sorunlara yine zorunlu çözüm olarak sunulan “milli devlet aklı”nın şiddet politikaları ya da PKK'nın, şiddet yöntemlerini benimseyen ve Kürt sorununu kendi temsil tekelinde tutmaya özen gösteren aşırı otoriter tavrını tercih etmekle yükümlü kılınıyoruz..
Bu iki yaklaşımında sıkıntılı ve çözüme değil daha fazla çözümsüzlüğe sürüklediğini görmemiz gerekiyor. Çatışmalar sonrası medyaya yansıyan dil ve toplumu kışkırtan yaklaşımların elbette bu şiddet ortamından beslendiği aşikar bir durum.
PKK’nın resmi sitesi olan ANF’nin bilmem “şu kadar asker öldürdük” gibi ahlaksız enformasyonları ve merkez medyanın “intikamımızı alacağız” gibi toplumu kışkırtıcı yaklaşımlar sorgulanmadan ölümler üzerinden üretilen arabesk ajitatif yaklaşımlardan vazgeçilmeden esaslı bir çözüm ve barış adımı imkansız görünüyor..
Savaş kutsallığı ve kutsal savaşçılar
Tüm toplumlar “savaş kurbanlarını” şu ya da bu şekilde estetize etmişlerdir. Siyasi, hukuki ya da dini birdeğer uğruna “hayatını ortaya koyan” ve ortaya koyduğu bu hayatı, savaş esnasında yitiren kişiler ya tanrılaştırılmış ya da kahramanlaştırılmışlardır.
Gerek Antik Yunan’da gerekse Roma İmparatorluğu’nda “vatan için ölmek” (pro patria mori) genel siyasi düşüncenin önemli bir bileşenini oluşturuyordu. Patria, yani vatan, Yunan’daki polis ya da Roma’daki respublica kavramlarıyla doğrudan ilişkiliydi.
Öte yandan vatan için ölmeye, siyasi ve hukuki söylemin bir parçası olması hasebiyle manevi bir içerik yüklenmişti. Kantorowicz’in belirttiği üzere Antik dönemde patria salt coğrafi bir anlama sahip değildi. Vatan kavramı daha ziyade yurttaşların (politai) içinde yaşamlarını sürdürdükleri “evren” (kosmos) anlamında kullanılıyordu.
Bu kosmos, Yunan’da polis, Roma’daysa respublica’da cisimleşiyordu. Bu nedenle vatan için ölmek, aslında yurttaşların siyasi bütünlüğünü ifade eden polis ya da respublica için ölmek demekti. Örneğin geniş bir alana yayılan Roma İmparatorluğu kendi “bütünlüğü” içinde bir kent (polis) olarak tasavvur ediliyordu. “Roma’nın gittiği her yer Roma’dır” söylemi de, bu duruma atıftı.
Kantorowicz’e göre, Romalı bir asker Galya, Suriye ya da İspanya’daki bir çarpışmada hayatını kaybettiğinde pro patria (kahraman) olarak ölüyordu. Ne var ki, Roma İmparatorluğu bir patria, vatan değildi. Patria’dan ziyadeorbis Ramanus (Roma dünyası) vatan kavramının yerine geçiyordu.
Bir başka ifadeyle bu geniş imparatorluğun savunulması esnasında yaşamını kaybeden insanlar respublica Romana (Roma siyasi bütünü) adına hayatlarını feda ediyorlardı.
Yunan’daki polis ya da Roma’daki respublica uğruna ölenlere karşı büyük bir “saygı” duyuluyordu. Kantorowicz’e göre, bu saygının altında yatan saik başlangıçta “ölülerin geri döneceğine dair dini korkuyla” alakalıydı.
Söz konusu dinsel korkudan hareketle daha sonra ölülerin yarı-tanrılaştırılması süreci yaşandı. İÖ V. yüzyılda savaş kurbanlarının estetik-mitik kurgulanma süreci son şeklini aldı. Savaşlarda ölenler için ilk defa “resmi mezarlar” yapılmaya başlandı.
Ölüler, mezarlar ya da törenlerle onurlandırılıyordu artık. Epik şiirlerde, felsefi anlatılarda, dinsel söylemlerde savaşçıların “cesaretleri”, “fedakârlıkları” ve “kahramanlıkları” işleniyordu. (Pro Patria Mori: Vatan İçin Ölmek (Öldürmek) ya da Vahşetin Estetiği / Derviş Aydın Akkoç / Birikim)
Türkiye’nin sorunu sadece çatışmaları sona erdirmek ve çatışmasızlığı sürdürecek tedbirleri almak değildir. Türkiye, yeniden toplum olma ve toplumsalı inşa etme sorunuyla karşı karşıyadır. Sorun, basitçe “iki taraf” kurgusuna dayanan yaklaşımlara ve “taraflar”a havale edilemez; bu konuda toplumun bütün kesimlerine önemli görevler düşer.
Zizek’in bir sözüne atıfla : “Hikayelerini bilmediklerimizdir en çok düşman olduklarımız.” Toplumun bu görevleri ifa etmeye kendiliğinden yönelmesini bekleyemeyiz. Bu görevleri somutlaştırmak ve toplumu bu görevlerin ifası yönünde harekete geçirmek; “toplum”u ve “toplumsal”ı her türlü tefekkür, tasavvur ve tahayyülünün temel unsuru olarak alan “Müslümanlar”ın görevi ve borcudur.
Umudumuzu kaybetmemek ve barışa dair söz söylemenin onurunu kuşanmalıyız. Müslüman olmamız bize bu sorumluğu ve barış için adım atma zorunluluğunu gerekli kılıyor.
Yunan devrimci şair Yannis Ritsos’un dediği gibi :
Barış sımsıkı kenetlenmiş elleridir insanların
sıcacık bir ekmektir o, masası üstünde dünyanın.
Barış, bir annenin gülümseyişinden başka bir şey değildir.
Kardeşler, barış içinde ancak
derin derin soluk alır evren.
Tüm evren,
taşıyarak tüm düşlerini.
Kardeşler, uzatın ellerinizi.
Barış budur işte.
SON VİDEO HABER
Haber Ara