Dolar

34,8662

Euro

36,6135

Altın

3.046,43

Bist

10.058,47

Türkiye mezhepçi bir dış politika mı izliyor?

Bugün yeni-mezhepçilik olarak tahrik edilmeye çalışılan gerginlikler, özünde din, mezhep yahut insanla değil, siyasi güç mücadelesiyle ilgilidir.

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-08-12 14:57:28

Türkiye mezhepçi bir dış politika mı izliyor?
Doç. Dr. İBRAHİM KALIN - Siyaset Bilimci

Suriye’deki seküler-Arap milliyetçisi Baas rejiminin krizini bir Sünni-Alevi/Nusayri sorunu olarak vaaz etme çabası, bölge halkları nezdinde bir karşılık bulmuyor. Ama bu kurguyu esas alan analizler, Avrupa tarihindekine benzer bir “mezhepler savaşı” için adeta zemin yokluyor. İslam tarihinde farklı mezheplerin varlığı bir gerçektir. İslam’ın Sünni ve Şii yorumları, diğer itikadi ve fıkhi mezhepler gibi, Müslümanlık tecrübesinin farklı tezahürleri olarak ortaya çıkmış ve bugüne kadar varlığını muhafaza etmiştir. Siyasi ve itikadi sebepler neticesinde tebellür eden Sünni ve Şii kimlikleri bazı dönemlerde yakınlaşmış ve yer yer kaynaş mış, bazı dönemlerde ise birbirinden uzaklaşmış ve çatışmıştır. Hz. Peygamber’den sonra kimin halife olacağı meselesinden Şii imamların masumiyetine kadar pek çok konuda Sünni ve Şii gelenekleri farklı bakış açılarına sahip olmuştur.

Sünni-Şii yakınlaşması

Fakat bu, iddiaların aksine, Sünni-Şii tarihinin bir mezhepler savaşı tarihi olduğu anlamına gelmiyor. Zira ihtilaflara rağmen fıkıh, kelam, felsefe, tasavvuf, sanat, ticaret, seyahat, şiir, edebiyat ve daha pek çok alanda ortak bir vasat inşa etmek mümkün olmuştur. İmam Cafer es-Sadık’ın Sünni mezhep imamlarıyla olan ilişkisinden İbn

Arabi, Sadreddin Konevi ve Davud el-Kayseri gibi öğrencilerinin Şii düşünce dünyasındaki etkisine, Hz. Mevlana’nın kucaklayıcı yaklaşımından İran Şahı Nadir Şah’ın (ö. 1747) Şii-Sünni yakınlaşması yönündeki çabalarına kadar farklı alanlarda önemli adımlar atılmıştır.

20’inyi yüzyılda Şii-Sünni yakınlaşmasını sağlamak için önemli adımlar atılmıştır.

Örneğin Ezher Şeyhi büyük alim Mahmud Şeltut, 1959’da yayınladığı bir fetvayla Caferi fıkhının Ezher müfredatına ≠dahil edilmesine imkan sağlamıştır. Şeltut’un bu tarihi adımı, kişisel dostu ve döneminin en büyük merce-i taklidi yani Şii din otoritesi olan Ayetullah Burucerdi tarafından devam ettirilmiş ve Şii-Sünni diyaloğu ve yakınlaşması alanında yeni bir sayfa açılmıştır.

İran İslam Devrimi’nin lideri Ayetullah Humeyni de bu konunun önde gelen müdafilerinden biri olmuştur. “Takribu’l-mezahib” çalışmalarına verdiği destek bilinmektedir. 2007’de el-Cezire’de bir programda bir araya gelen İran eski Cumhurbaşkanı Rafsancani ile Yusuf Kardavi, Sünnilerin ve Şiilerin barış ve kardeşlik içinde yaşaması gerektiğini ifade etmiştir. Aynı yıl Suud Kralı Abdullah, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat ile Mekke’de bir araya gelerek Şii-Sünni ihtilafının ve gerginliğinin önlenmesi için ortak çağrıda bulunmuştur. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Farklı ekoller, Sünni ve Şii gelenekleri içinde de var olagelmiştir. Ne kadar derin ve zorlu olursa olsun bu ihtilaflar bir çatışma, hele savaş gerekçesi değildir. “Osmanlı-Safevi rekabeti” olarak ifade edilen gerilim hattı, dini, mezhebi yahut felsefi olmaktan ziyade siyasi bir güç mücadelesinin adı- dır. Bu gerilim hattındaki pozisyonları tahkim etmek için mezhebi kimlikler zaman zaman kullanılmıştır. Bugün Ortadoğu ölçeğinde benzer bir çabanın olduğu görülmektedir. Buna karşı Sünni, Şii, Alevi herkesin teyakkuz halinde olması gerekir.

İbni Haldun grup dayanışmasını ifade etmek için “asabiye” kavramını kullanır.

Ortak idealler etrafında toplanan insanların sahip olduğu “asabiye”, doğru yorumlandığında, yapıcı ve yaratıcı bir enerjiye dönüşür, topluluğun gücünü arttırır ve artı değer üretmesini sağlar. Fakat “asabiye”, yapıcı bir grup dayanışması fikri olmaktan çıkıp kavmiyetçiliğe dönüştüğünde bir gerilim, çatışma ve nihayet çöküş unsuru haline gelir. Modern grup kimlikleri şüphesiz daha karmaşık bir niteliğe sahip. Fakat bir asabiyeyi bir diğer asabiyenin karşısına koyarak sorunları çözmek mümkün değil. “Başkaları ırkçılık yapıyor, öyleyse ben de ayrımcılık ve ırkçılık yapmalıyım” demek, size güçlü bir kimlik kazandırmaz; tersine bir arada yaşama zeminini ortadan kaldırır ve herkesi hüsrana ve hezimete mahkum eder. Sünni asabiyesinin karşısına Şii asabiyesini koymak, bizi ancak mezhep savaşlarına götürür.

Bugün yeni-mezhepçilik olarak tahrik edilmeye çalışılan gerginlikler, özünde din, mezhep yahut insanla değil, siyasi güç mücadelesiyle ilgilidir. Suriye üzerinden devam eden güç mücadelesini mezhebi kimlikler üzerinden inşa etmek isteyen etno-seküler Baas rejimi, bunu bir güvenlik alanı olarak görüyor ve mevcut çatışmanın önemli bir aya- ğını mezhep kimliğinin oluşturduğunu ima ediyor. Suriye rejiminin elit unsurlarının Alevi-Nusayrilerden oluştuğunu gören Sünnilerin bu tabloya bakarak Alevi-Nusayri karşıtı bir hissiyata kapılması zor değil. Aynı şekilde Suriye rejimine destek veren Suriye Alevi-Nusayrilerinin bir Sünni kuşatma ile karşı karşıya olduğunu düşünmesi de imkansız değil. Tam da bu noktada Sünni, Şii, Alevi-Nusayri herkesin çok dikkatli olması ve din, mezhep ve etnik kimlik siyasetine dayalı tutumlardan kaçınması gerekiyor.

Son günlerde Hükümetin dış politikasını mezhepçi olmakla suçlamak adeta moda haline geldi. Muhalefet liderinden köşe yazarlarına, Suriye rejiminin sözcülerinden batılı yorumculara kadar pek çok kişi Türkiye’nin Suriye, Irak ve İran’da mezhepçi yani Sünnici bir politika izlediğini ileri sürüyor. Buna göre Hükümet, Alevi-Nusayri olduğu için Esad’ın gitmesini istiyor, Şii olduğu için Maliki’yi eleştiriyor, Sünni olduğu için Tarık Haşimi’yi destekliyor, Şii olduğu için İran’la sorun yaşıyor vs.

Manipülatif siyaset

Bu yorumların ne Türkiye ne de bölge siyasetinin gerçekleriyle hiçbir bağlantısı yok. Birkaç örnek verelim. Suriye’deki rejimi elinde tutan kilit aktörlerin Alevi-Nusayri olması, krizin bir unsudur ama ana sebebi değildir. Suriye’de 17 aydır devam eden çatışmaların sorumlusu ne sıradan Alevi-Nusayri vatandaşlardır, ne de Sünnilerdir. İran’ın Esad’a destek vermesi, mezhebi değil, siyasi bir karardır. Zira Suriye Alevi-Nusayriliğinin İran On İki Şiasıyla yani Caferilikle bir alakası yoktur. Hizbullah’ın Suriye rejimiyle olan ilişkisi dini-mezhebi değil siyasidir. Aynı şekilde Sünni bir İslami direniş örgütü olan Hamas’ın Şam yönetimiyle olan ilişkisi, tamamen siyasi gerekçelere dayanıyordu. Amerika ve İsrail’in baskısı yüzünden Hamas’ı dışlayan Arap devletleri, Hamas’ı Suriye’de konuşlanmaya mecbur bırakmıştı. Şimdi bu tablo tamamen değişti. Hamas Şam’ı terk etti ve Hamas Lideri Halid Meşal, Suriye halkının yanında olduklarını açıkladı. Böylece Esad rejiminin “biz Amerika-İsrail’e karşı direniş cephesini temsil ediyoruz” tezi de bütünüyle çöktü.

Türkiye Suriye, Başbakan Erdoğan Beşar Esad ile iyi ilişkiler geliştirdi. İki ülke arasında vizeler kaldırıldı, anlaşmalar yapıldı vs. Bu olumlu gelişmelerde Türkiye’nin Sünni, Esad rejiminin Alevi-Nusayri olması nasıl bir rol oynamadıysa, Türkiye’nin rejimle ilişkisini kesmesinde de mezhebi mülahazalar bir rol oynamamıştır. Zira Suriye’deki olayların başladığı Mart 2011 tarihinden itibaren Hükümet Beşar Esad yönetimini barışçıl değişime ve diyaloğa ikna etmek için tam yedi ay çaba gösterdi. Fakat bu girişimler sonuç vermeyince ve ölü sayısı her gün arttıkça, Hükümet yollarını ayırmak zorunda kaldı. Bu kararın alınmasının sebebi Esad’ın Alevi-Nusayri olması değil, halkına karşı giriştiği baskı, zulüm ve öldürme politikasıdır. Bu noktada bazı batılı gazetelerin Suriye Alevi-Nusayrileri ile Türkiye Alevilerini aynı kefeye koyması ve isim benzerliğinden hareketle elim derecede cahilane yorumlar yapması düşündürücüdür. Alevilerin Esad’ı Alevi-Nusayri olduğu için desteklediğini, Hükümetin Suriye politikasına da Sünni olduğu için karşı çıktığını iddia etmek, cehaletin ötesinde manipülatif bir bakış açısını yansıtıyor.

Birkaç örnek daha verelim: Irak’ta Maliki’ye ilk döneminde destek veren Türkiye Maliki’nin ve başında olduğu partinin Şii olduğunu bilmiyor muydu? Bu dönemde atılan adımların mezhebi hiçbir boyutu yoktu. Aynı şekilde Maliki’nin Irak’ta tek adam siyasetine yönelmesiyle ortaya çıkan siyasi krizde Türkiye’nin aldığı pozisyonun da mezheple hiçbir ilişkisi yoktur. Başbakan Erdoğan son Irak ziyaretinde Necef’te İmam Ali’nin türbesini ziyaret ettiğinde ve Şii alim ve merce-i taklit Ayetullah Sistani ile görüştüğünde bunu “Sünni bir lider” olarak değil, sorumluluk sahibi bir devlet adamı olarak yapmıştı. Bu dönemde Başbakan Erdoğan hem “yeni Kerbelalar olmasın” hem de “yeni Hamalar yaşanmasın” diyen tek siyasi liderdir. Bunun mezhepler üstü bir yaklaşım olduğu ortadadır. Türkiye, İran’la iyi ilişkiler geliştirirken Sünnicilik yapmazken, Suriye konusundaki ihtilaf yüzünden mi mezhepçi olmuştur? Türkiye İran’ın barışçıl nükleer enerjiye sahip olmasını destekliyor, ikili ilişkileri önemsiyor ve ortak bir bölge vizyonu geliştirmek istiyor. Buraya kadar Sünni(ci) görülmeyen Türkiye, İran’ın Suriye politikasını eleştirdiği zaman mı mezhepçi bir siyaset izlemiş oluyor? Türkiye’de İran düşmanı bir takım ulusalcı çevrelerin son birkaç ay içinde adeta İrancı bir tutum sergilemesi, bu yorumların iyi niyet ve samimiyetten uzak olduğunu gösteriyor.

Mezhepçilik tutmayacak

Sanırım bu örnekler, Ortadoğu siyasetinin şekillenmesinde ortaya çıkan gerilim hatlarının din ve mezhep temelli olmadığını, mezhebi kimliklerin güç ve nüfuz mücadelesinde bir payanda olarak kullanıldığını göstermek için kafidir. Müslüman coğrafyasının dini, mezhebi, etnik ve kültürel farklılıklarını zenginlik değil bir çatışma unsuru haline getirmek isteyenlere karşı herkesin dikkatli olması gerekiyor.

Ortadoğu’da yeni “vekalet savaşları”, Suriye bağlamında Sünni-Şii, Sünni-Alevi, Müslüman-Hıristiyan, Kürt-Türk kimlikleri üzerinden üretilmek isteniyor. Dini, mezhebi ve etnik kimlikler, yeni soğuk savaş ideolojilerinin payandası yapılmak isteniyor. Etno-seküler Baas rejiminin kendini Alevi-Nusayri bir blok olarak konumlandırma çabası, Suriye’de yaşanan insanlık dramını gizlemeye yetmiyor. Sünni, Şii, Nusayri yahut Alevi kim olursa olsun herkesin bu oyunu görmesi ve rejimin mezhepçilik tuzağına düşmemesi gerekiyor. Bu parçalayıcı ve manipüle edici kimlik siyasetine karşı durmak, hepimizin ahlaki ve siyasi sorumluluğudur. (staraçıkgörüş)
SON VİDEO HABER

Kassam, İsrail askerlerini araçlarıyla birlikte imha etti

Haber Ara