Göremediğimiz, iki gerçeğin bir'idir...
Toplumu daha doğrusu toplumsalı inşa etme çabası 'birbirimizi anlama' üzerine kurgulamadıkça “anlamak” içinde küçümseme ve kibiri barındıran bir anlayıştan öteye geçemeyecektir.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-07-10 10:56:10
Avusturyalı nörolog ve aynı zamanda Psikoanalitik Kuram’ın kurucusu olan Sigmund Freud’un çok sevdiğim bir sözü var. “Bir insan bir yere bakıyorsa orada ilgilendiği bir şey vardır. Bir insan bir yere hiç bakmıyorsa orada ilgilendiği bir şey kesinlikle vardır.”
Etrafımıza şöyle bir baktığımızda, hayatımızda olan veya olmayan “bir şey”lerin kavgası ile tekerrür eden kavganın muhatapları konumundayız. Birbirimizi “görebildiklerimiz” üzerinden yargılayıp “göremediklerimiz” üzerinden bir yerlere mahkûm etmede üstümüzde yoktur.
Bu durum bize özel değil elbet !
Aslında cemaatlerin “ortak bir iyi” etrafında bir araya getirilmesi temel motivasyonu, politikadaki dil tıkanmasıyla fakat ondan da önce dil kirlenmesi ile sekteye uğratılmıştır.
Politika cemaatlerin birbirleriyle uyumsuz rıza ya da iradeleri arasındaki çıplak şiddete dönüşme momentine haiz gerilimin önünü almak için, öncelikle ve sadece tek bir vasıtadan faydalanır: Dil!
Politikanın sınırı dille başlar ve yine aynı dil ile sonlanır. Bu anlamda dil, politikanın omurgasını teşkil eder. Dilde meydana gelebilecek bir tahrif ya da tahribat politikanın omurgasının zedelenmesi ile sonuçlanır. Dilin tahribatı politikanın tahribatıdır. Dil, cemaatler arası köprüler, yeraltı geçitleri, tüneller vb. açarak toplumsal yaşamın “huzurunu”, “asayişini” ve nihayet “barışını” tesis etmede politikanın en önemli aracını oluşturur. Bu bağlamda dil, politikanın bizatihi kendisidir.
Dil, cemaatler arası iletişimdir. Cemaatlerin birbirlerine teması, dokunmasıdır. Bu temas sürecinde, şiddete meyilli farklı istemlerin şiddet dışa vurumlarını frenleyebilecek olan politika, dil aracılığıyla diyalogun önünü açar. Politika diyaloga araladığı kapılarla cemaatlerin sınırları mahdut yapısallığını dönüşüme uğratır. Cemaatler politikanın tahribe gelmez dili aracılığıyla zamanla iç içe geçerler. Çatışma momentine sahip farklı çıkarları “ortak ve en yüksek iyi” söyleminde bir araya getirirler. Belirli bir süreliğine de olsa, uzlaşırlar.
Dilde zuhur edebilecek olası bir tahribat ya da bozunum, iki farklı süreç olan hükümet etme ve eşitlik sürecinin kesişme düzleminin –siyasal olanın- dağılması, parçalanmasıdır. Politikanın alâmetifarikası olan dilin, siyasal olandaki olası bir tıkanma durumu, toplumsalın şiddetten azade kılınmış yapısallığının şiddete evrilmesi ile neticelenir. Böylece cemaatlerin farklı rızalarının bir araya getirildiği paradigma dağılır. İstikrar iflas eder. Toplumsalın siyasal taşkınlığı, siyasalın toplumsal taşkınlığı ile paralel işler.
Taşkınlıklar içinde dil, kendi içine kapanır, biteviye sınırlarını aşındırır. Durmaksızın kendisini kemirir. Bireysel, cemaatsel çıkarları halkın iktidarına eklemleyen geçitler bir biri ardına parçalanır. Parçalanma dışlama, tecrit etme pratiklerini yürürlüğe sokar. Dışlanmışların tekil bir araya gelişleri, toplumsal varoluşta yeni bir öbeklenmeyi beraberinde getirir. Dışlanmışlar öbeklendikleri toplumsalın kenar mıntıkalarında başat bir duygu tarafından yeniden üretirler kendilerini: Nefret. Politikada vuku bulan ve kendisini dilde açığa çıkaran tıkanma akabinde ortaya çıkan bu durumu Ranciere, “nefretin toplumsallaşması” olarak tanımlar.
“Ortak dil” sosyal siyasal konuları incelerken önemli bir misyon taşır.
Bu bağlamda “adalet” kavramının sınıfsal yapılarda hatta sınıf içi etkileşimlerde “dil” önemli bir misyon taşır. Ve genellikle bu etkileşimlerde dil'in dışavurumunun değişken olduğunu görürüz. Bu durum bizde kurucu iradenin topluma sabah akşam vura vura öğrettiği laik ulusalcı kafatasçı mantığın demografik kodlara etkisi ile oluşmuştur. Buda hem zihinsel hemde pratikte bir travmaya neden olmuştur yaşadığımız toplumda. Bu değişkenliği bir boyutu ile bu şekilde açıklayabiliriz sanırım.
Türkiye’nin toplumsal/siyasal dokusu hızla çözülüp dağılıyor.
Tepeden inmeci Kemalist modernleşme paradigmasının, statükoları muhafaza etme eksenli politik pratikleri, muteberliğini yitiriyor. Geleneksel politika ve dil ilişkisi, Kürt Meselesi şahsında müptezelleşiyor. Kavramlar hızla ve durmaksızın laçkalaşıp itibar kaybına uğruyor. Ulus-devletin “tek dil, tek devlet, tek millet, tek bayrak” söylemindeki sıkı dokunmuş politik dili, “Kürt meselesi” özelinde derin, sancı verici bir tıkanmaya sürüklenmesi de bu etkiyi kanıtlar nitelikte ne yazık ki...
Toplumu daha doğrusu toplumsalı inşa etmek bu “ortak dil” çabasının "birbirimizi anlama" üzerine kurgulamadıkça “ortak dil” ve “anlamak” ardında küçümseme kibir barındıran anlyış pozundan ibarettir" der Arno Gruen.
Uzun bir süredir gündemimizde Uludere ve Suriye var. Bu iki meseleye karşı gösterilen tepkileri ve "dil"e dikkat edilirse Ranciere'in bahsettiği “nefretin toplumsallaşması”na doğru hızlı adımlar ile ilerlediğimiz görülecektir.
Uludere yaşanan katliama karşı devletin klasik reflekslerinden olan aşırı otoriter ve faşist ruhunun canlandığını gördük! İdris Naim Şahin gibi tiplemeler ile ailelerin acısını daha bir perçimleyen yaklaşımların Hükümetin bu konuda sınıfta kalması tartışmasız gerçeklerdendir. Uludere katliamı, Türkiye halklarına karşı sistematik olarak uygulanan politikalardan sadece biriydi. Elbette bunu tartışma niyetinde değiliz.
Suriye'de ise 1 buçuk yıldır müthiş bir inanç ile direnişe devam eden Suriyeli kardeşlerimizin mücadelelerini 10 binlerce şehid vermelerine rağmen azimle sürdürüyorlar.
Bu iki duruma karşı Müslümanlar arasında ki yaklaşımlar ise “pahabiçilemez”
Suriye ve Uludere meselesi baktığımız ve göremediğimiz iki gerçekliğin “bir”idir
Bu iki soruna karşı yaklaşımları ele aldığımızda ortaya çıkan tablo gerçekten can sıkıcı. Müslüman kimliğine sahip kişilerin ölçütleri ve değerlerin referanslarının bir anda değişebildiğine şahit oluyoruz. Bu yaklaşımlar Ranciere'in "Taşkınlıklar içinde dil, kendi içine kapanır, biteviye sınırlarını aşındırır. Durmaksızın kendisini kemirir. Bireysel, cemaatsel çıkarları halkın iktidarına eklemleyen geçitler bir biri ardına parçalanır" tespitinin ne kadar haklı olduğunu ortaya koyuyor.
Dil'in şiddetle dolaylı bir ilişkisi olduğuna inanmışımdır hep. Şiddet ne kadar varsa dil'de kendini o minvalde değiştirir.
Acı ve zulüm adres değiştirdikçe bu dil'in değişkenliğini çok belirgin hissedebiliyorsunuz. Nitekim, Uludere katliamına karşı Müslümanları sessiz kalma ile yargılayan bazı kardeşlerimizin konu Suriye olduğunda nasıl da komplo teorilerine sığındığına şahit oluyoruz. Aynı mesele Suriye için samimiyetle canhıraş çalışan bir diğer Müslüman kardeşimizin ise konu Uludere olunca afallaması.
Açıkcası bu iki tip yaklaşım ciddi sorunlar taşıyor içerisinde
Türk İslamcılar, Kürt İslamcılar ayrımı ile ortaya koyulan pratik yıllardır bu toplumun tecrübe ettiği en illet hastalıklardan olan milliyetçiliğin tezahürü değimlidir?
AKP düşmanlığı gözleri o kadar kör etmiş ki ne yazık ki bu arkadaşlar durdukları noktanın ve kullandıkları kavramların vehametinin farkında değil!
Uludere katliamını tekeline alan “bizden başka kimse üzülemez” anlayışı, Şeyh Said anmalarına karşı “Herkes anıyor acaba bir bit yeniği mi var?” şeklinde paranoyak yaklaşımlara kadar varabiliyor.
Birde AKP taraftarları var tabi onlara diyecek bir sözüm gerçekten yok “Allah çarşılarına göre pazar versin!”
Kendini İslam’a nispet etmiş değerlerini bunun üzerinden inşa etmiş kişi, zulmün her türlüsüne açık tavır koymak zorunda. Bunun lamı cimi olamaz! Ortada zulüm varsa –Suriye ve Uludere’de olduğu gibi- fakatlı âmâlı cümlelerden önce o zulme karşı durmak birinci vazifedir!
Açıkcası Sigmund Freud’un dediği gibi “Baktığımız yerlerde olan “şeyler” bakmadığımız yerlerde ki “şeylerin” üstünü örtmek için kullanmaktan vazgeçmediğimiz sürece Arno Gruen'e atıfla “ortak dil” ve “birbirimizi anlama” içinde kibiri barındıran küçümsemeden öteye gidemeyecek!
[email protected]
Referans
J. Ranciere, Siyasalın Kıyısında, Metis, s. 42.
SON VİDEO HABER
Haber Ara