Dolar

34,9544

Euro

36,7154

Altın

3.000,35

Bist

10.009,65

Kürtaj: Kuvvenin Katli, Fiilin Cinayeti

'Günümüzde kürtaj adi bir cinayet olmaktan çıkmış, devlet eliyle yürütülen bir siyaset şekli haline gelmiştir. Kürtaj siyaseti tam da bir thanatopolitikadır; acımasız bir ölüm siyasetidir. Kadın bedenlerini menfi anlamda siyasileştiren, makro bir siyasetin nesnesi haline getiren, kürtaj karşıtı hareket değil bizzat kürtajın kendisidir'

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-06-11 17:48:54

Kürtaj: Kuvvenin Katli, Fiilin Cinayeti

HERTARAF / Suheyb Öğüt (Sosyolog)

Kürtaj(ın meşruiyeti) bilimin ve tıbbın değil felsefenin meselesidir. Ne bilimin ne de tıbbın kürtaja dair müspet bir karar vermesi mümkün değildir. Kürtaj felsefenin meselesidir derken felsefenin kütaja dair bir çözüm teklif edebileceğini kastetmiyorum. Bilakis felsefe, kürtaj konusundaki müspet tekliflerin imkansız olduğunu gösterebilir sadece ve bu suretle mevcut karar verilemezlik noktalarını görünür hale getirir. Yani felsefe kürtajı kelimenin tam anlamıyla “mesele” eder, problemleştirir. Çözüm mü? O sadece dindedir.

Kürtajın meşru olduğunu söyleyenlerin temel argümanı, embriyonun 8, 10 ya da 14 haftadan sonra (tam olarak kaç hafta olduğu konusunda bile bilimsel bir uzlaşma söz konusu değildir) “insan” hüviyetine sahip olduğu, dolayısıyla bu aşamadan önceki “canlı”nın öldürülmesinde bir sakınca olmadığı şeklindedir. Bu argüman karşısında yapmamız gereken ilk şey argümanın bilimsel olmaktan ziyade metafizik olarak temellendirildiğini izhar etmek olmalıdır. İnsan başlı başına metafizik bir kategoridir. Nedir insan? Konuşan canlı mı? Konuşan kuşlar var. Onlara da mı insan diyeceğiz? Kaldı ki “hayvanların” kendilerine ait bir dillerinin olmadığını ve konuşmadıklarını nereden biliyoruz?.. Akıl sahibi varlık mı? Geçtim akıl nedir sorusunu kedilerin de aklı yok mu? Düşünmüyorlar mı? İki şey arasında rabıta kurmuyorlar mı?.. Alet üreten canlı mı? Örümcekler de alet üretmiyorlar mı? Ürettikleri ağlar, sinekleri yakalamak için bir alet değil mi? Ezcümle bu sorulara “rasyonel” ve “bilimsel” bir cevap vermek; insanla hayvan arasındaki mutlak farka ulaşmak mümkün değildir. Bu sorulara her cevap verdiğimizde doğruluğu kendinden menkul metafizik-teolojk cevaplar vermiş oluyoruz aslında. Fakat seküler olanlar bunu bir şekilde maskelemeye çalışıyor, cevaplarının gerçekten de seküler ve rasyonel olduğunu ileri sürüyorlar. Kafalarını kuma gömüyorlar ama bilmiyorlar ki gömdükleri kum teolojinin ta kendisi.

Peki insanın külli bir tarifi yapılamazken embriyo ile insan arasında bir fark olduğunu söylemek ve bu farkı embriyonun aleyhine işleterek onun katlediledilebilir olduğuna hükmetmek de ne demek oluyor? Şayet insan diye bir kategori varsa spermin tek başına insan olmadığı açıktır. Zira sperm ancak yumurta ile birleştiği zaman insan (embriyo) vücuda gelmektedir. Spermde insan olma kuvvesi mevcut değildir. Bu kuvve, sperm ile yumurtanın inzimamdan -embriyo- hasıl olur. Embriyoda insan dediğimiz varlıktaki bütün özellikleri müşahede edemiyor olmamız embriyonun insan olmaldığına katiyen delalet etmez. Bilakis embriyo bilkuvve insandır. İnsan olma kuvvesine sahiptir. Şayet kuvvenin kendisini bir varlık statüsü olarak kabul etmezsek o zaman bebeğin kendisini de insanlıktan temyiz etmek mecburiyetinde kalırız. Çok kaba bir gözlemle bebek dediğimiz varlık yiyen, içen, altına eden bir mahluktan başka bir şey değildir ve fiiliyatı itibarıyla çoğu hayvandan bile daha aşağı, daha aciz bir konumdadır. Fakat buna rağmen bizler bebeği insan olarak kabul ediyor ve hayvandan daha üst bir makama yerleştiriyoruz. Neden? Çünkü bebek bilkuvve insandır ve bilkuvve insan olan her varlık tam da “insan”a tevafuk etmektedir.

Şu anda felsefi olarak izah ettiğimiz tezin kendisini aslında seküler olsun, Müslüman olsun herkes zımnen de olsa kabul ediyor. Buna rağmen sekülerler (feministler, liberaller, solcular, Kemalistler vs) bebeği ve hatta cenini insan, embriyoyu ise gayr-ı insan olarak kabul ediyorlar. Şayet mesele “insan”a ait özelliklerinin tamamının embriyoda görülememesi ise bunların çoğunu bebekte de göremiyoruz zaten. O halde insanla embriyo arasındaki fark nasıl tespit ediliyor? Kim, neresinden uyduruyor bu farkı?
Diyelim ki embriyo insan değil. Peki canlı da mı değil? Madem herkes embriyonun canlı olduğunda ittifak ediyor, o zaman sekülerler nasıl oluyor da bir canlının katline karar verebiliyorlar?Diyeceksiniz ki sekülerler bu kararı her hayvan ve bitki yediklerinde zaten vermiş oluyorlar. Doğru. Bu da beni aynı soruyu tekrar sormaya tahrik ediyor? Nasıl oluyor da canlıları öldürüp yeme kararı verebiliyor seküler dostlarımız? Vejeteryan olsalar, nasıl oluyor da bitkileri öldürüyorsunuz diye sorardık. “Canlı” hayvan ve bitki yemeyip sadece dalından düşmüş meyveleri yeselerdi (böyle bir akım hakikaten var), o zaman yere düşmüş meyvenin nasıl cansız olduğuna karar verdiniz, canlı ile cansız arasındaki farkı nasıl tespit ettiniz diye sorardık. Bütün bu karar verilemezlikler karşısında sekülelerin yapabileceği iki şey var: Ya bir cevap aramadan gözlerini kapatıp şimdiye kadar ne yapıyorlarsa onu yapmaya devam edecekler ya da metafizik-teolojik, “irrasyonel” cevaplar üretecekler.

Şayet bu sorulara mutlak cevap verebilecek biri varsa O, ancak bütün bir mahlukatı halk eden bir Hâlık, bütün bir mahlukatın mutlak ilmine sahip, zamanı ve mekanı aşan mutlak bir Âlim, hükmü ihdas etme hakkı ve kudreti olan yüce bir Hakem olabilir. Nitekim böyle bir Zâtın ademiyeti söz konusu olduğunda geriye kelimenin tam anlamıyla bir hiç(lik) kalıyor ve bu hiç(liğ)in içi tarihsel ve kültürel olarak şartlandırılmış, menfi iktidar ilişkilerinden sudûr eden söylemlerle doldurulmaya çalışılıyor; kadük güdük, bir iç tutarlılığa sahip olmayan insan dinleri-teojileri ya da kızların diri diri toprağa gömülmelerine bile cevaz veren ahmak ve zalim örfler üretiliyor.
Gelelim kürtajın kadın bedeninin mülkiyetinden kaynaklanan tabii bir hak olduğunu dillendiren feminist argümana. Artık kabak tadı vermeye başladı farkındayım ama ben yine de bu argümandaki karar verilemezliği ifşa etmekte kararlıyım. Kim söylüyor kadınlara (ya da erkelere) içinde bulundukları bedenlerin onlara ait olduğunu? Sahi mülkiyetin kaynağı nedir? Bir şeye “benimdir” dememizle o şeyi temellük etme hakkına sahip olmuş oluyor muyuz?.. Diyelim ki kadınların bedenleri kadınlara aittir. Peki o bedenlerinde inkişaf etmiş insan (canlı, embriyo) da mı onlara ait? Bedenlerinde taşıdıkları bedenler üstünde keyfi bir şekilde tasarrufta bulunma hakkını kim veriyor onlara? Nasıl oluyor da bedenlerinde taşıdıkları canlıyı bir öteki olarak göremiyorlar? Dahası feminist kadınlar bedenlerinde cenin taşıdıkları zaman hukukun yasak alanına girmekte bir beis görmeyip “bu beden benim sen kim oluyorsun da ceninimi aldırmama müsaade etmiyorsun” diye nida etmiyorlar da neden embriyo taşıdıkları zaman birden akıllarına kendilerinin bedenlerinin de embriyoların da mâliki oldukları geliyor?

Bir de down sendromlu, spastik, engelli doğacak çocukların doğmasına mani olmak için kürtajı savunanlar var. Birincisi bu bir argüman değildir. Down sendromlu da olsa spastik de olsa her insanın yaşama hakkı vardır (bunu tamamen dinî bir zeminde söylüyorum). İkincisi bu tür bebeklerin dünyaya gelmelerindeki hikmeti hiçbir zaman tam olarak bilemezsiniz. Şayet Sabancılar kürtaj yaptırmış ve spastik olmayan çocuklara sahip olmuş olsalardı o zaman şu kadar spastik çocuk Sabancıların yaptıkları yardımlardan, kurdukları kurumlardan ve verdikleri hizmetlerden mahrum kalmış olacaklardı. Bununla beraber engelli çocuğa sahip olan ailelerin sahip olmayan ailelere nispetle çok daha müşfik ve merhametli oldukları, hayata çok daha sıkı tutundukları da bir vakıadır (bu konuda yapılmış ampirik araştırmalar görmek isteyenler Naci Kula'nın çalışmalarına bakabilirler). Engelli çocukların bu dünyayı çok daha insani, çok daha yaşanabilir kılmak için bu dünyaya gelmediklerini kim söyleyebilir ki (engelli çocukları engelli olmayanların mutluluğunun basit bir aracı haline getirdiğim falan düşünülsün istemem. Şayet engelli çocuklara izafe ettiğim bir “araçsallık” varsa bu “araçsallığı” kendime de izafe ediyorum; ötekini bir amaç kendimi bir araç olarak görüyorum)?

Son olarak kürtajın yasaklandığı takdirde merdiven altı kürtajların ve buna bağlı kadın ölümlerinin artacağına dair argümana ilişkin de bir iki hususa temas etmek istiyorum. Seküler hukuk felsefesinin en saçma tarafı cezayı bir müeyyide olmaktan ziyade iktidarın yeniden üretiminin bir aracı olarak görmesidir. Yani seküler hukukta ceza caydırıcı olsun diye değil, sadece ceza olsun diye verilmektedir. Bu da suçların işlenmesine mani olacak bir tertibattan mahrum olmamıza yol açmaktadır. Şayet kürtaj yasaklandığı takdirde yasa dışı yollarla bu işin gerçekleştirileceğinden şüphe ediliyorsa, bu, ortada caydırıcı bir cezanın olmadığı anlamına gelmektedir. Yapılması gereken şey çok basittir: Yasadışı kürtajı (annenin hayatını kurtarmak amacı dışında yapılan her kürtaj yasak olmalıdır) bir cinayet olarak kabul etmek ve yapanı da yaptıranı da cinayetle yargılamak. Böyle bir müeyyidenin olduğu yerde bakın bakalım merdiven altı kürtaj diye bir şey oluyor mu.

Günümüzde kürtaj adi bir cinayet olmaktan çıkmış, devlet eliyle yürütülen bir siyaset şekli haline gelmiştir. Kürtaj siyaseti tam da bir thanatopolitikadır; acımasız bir ölüm siyasetidir. Kadın bedenlerini menfi anlamda siyasileştiren, makro bir siyasetin nesnesi haline getiren, kürtaj karşıtı hareket değil bizzat kürtajın kendisidir. Ve bu siyaset, insanları kamusallıklarından, siyasiliklerinden ve hukukiliklerinden tecrit edip hayvana (zoe) ya da zelil bir biyolojik yığına, bir yabani ota (yoksa istenmeyen “embriyoya” mı demeliydim?) indirgeyen ve modernitenin nomosu, hakim paradigması haline gelmiş, bir toplama kampı siyaseti olan biyosiyasetle derinden irtibatlıdır.

Haber Ara