Bir 'evet' bir 'hayır' İbnü'l-Arabi ve İbn Rüşt
Henüz bıyıkları terlememiş bir delikanlı olan İbnü'l-Arabî halvetten çıkışını müteakiben babasının kadim dostu Kurtuba kadısı İbn Rüşt ile görüşür. Hadisenin yegâne şahidi İbnü'l-Arabî'dir ve İbn Rüşt cephesinden gelen herhangi bir rivayete sahip değiliz.
14 Yıl Önce Güncellendi
2012-05-29 10:08:14
İbnü'l-Arabî'den başka şahidi olmayan hikâyeye inanıp inanmamak okurun tercihine kalmıştır. Kendi adıma, İslam düşüncesinin en önemli isimlerinden birisinin sözüne itimatsızlık bana makul gelmez. Bununla beraber hikâyenin İbnü'l-Arabî'nin söylediği şekilde gerçekleşmiş olduğuna inanmak bütün soruları da ortadan kaldırmaz. Akla gelen ilk soru şudur: Delikanlılık çağındaki biri uzun bir serüven sürecinde iktisap edeceği birikimini yansıtacak şekilde İbn Rüşt'e öyle cevaplar vermiş olabilir mi? Acaba İbnü'l-Arabî'nin hikâyeyi aktardığı devirdeki hali mazideki bir hadiseyi tasavvurunu yönlendirmiş olabilir mi? Kendi adıma hikâyenin İbnü'l-Arabî'nin anlattığı şekilde gerçekleştiğinden herhangi bir tereddüdüm yok. Bununla birlikte şunu da hesaba katarım: Bu karşılaşmada İbn Rüşt 'olgunluk' çağındaki bir filozof olsa bile, İbnü'l-Arabî henüz 'şeyh-i ekber' değildi. Görüşme İbn Rüşt ile 'şeyh-i ekber' adayı bir delikanlının görüşmesiydi.
Hikâyenin özeti şu: Bir konuşmada söylenen 'evet' ile 'hayır' ve bu sözlerin yol açtığı sevinç ve üzüntü! Hadisenin mahiyetini anlamamız için bize yardımcı olabilecek yegâne cümle de şundan ibaret: 'Evet ile hayır arasında başlar boyunlarından kopar.' Demek oluyor ki İbnü'l-Arabî verdiği cevabı bir hayat ve memat meselesi olarak görmektedir: Rastgele söylenmiş bir söz yok, mecaz yok, belirsizlik yok. Her şeyden önemlisi İbnü'l-Arabî, İbn Rüşt'ün de konuşmayı böyle anladığını düşünmektedir: İbn Rüşt halvette, yani tasavvuf yolunun neticesinde görülen ve 'bulunan' ile filozofun 'taakkul' ettiği hakikatin aynı şey olup olmadığını sormuş, İbnü'l-Arabî de 'evet' ve 'hayır' diyerek cevap vermiştir. 'Evet', yani benzerlik var, 'hayır', yani benzerlik ayniyete varmaz. Üstelik aradaki fark hesaba katılmayacak bir fark değil, hayat ve memat meselesidir.
Bir sufinin 'bulduğu (vecd)' ile bir filozofun 'taakkul' ettiği arasında nasıl bir ilişki vardır? Meseleye İbn Rüşt gözüyle bakarsak, onun bilgi görüşünün akıl ile vahiy arasında mutabakata dayandığını hatırlamalıyız. Ona göre akıl ile vahiy aynı kaynaktan beslenen kardeşlerdir. Onların arasında bir çelişki söz konusu bile değildir. İbnü'l-Arabî'nin tasavvufu 'vahyin takipçisi' olarak gördüğünü bildiğimize göre, İbn Rüşt'ün böyle bir cevabı umduğunu var sayabiliriz. İbnü'l-Arabî ise önce olumlu ardından olumsuz bir cevapla İbn Rüşt'ün akıl ile vahiy -burada akıl ve tasavvufi yöntem- tasavvuruyla çelişen bir düşünceyi ortaya koymuştur.
AKIL VE VAHİY ARASINDA İNSAN
Peki, İbnü'l-Arabî akıl ile vahiy ilişkileri hakkında ne düşünür? Hemen belirtmeliyiz ki İbnü'l-Arabî için sorunun doğru ifadesi, akıl ve onun takipçileri ile vahiy ve onun takipçilerinin ilişkisidir. Başka bir ifadeyle salt aklın karşısına konulacak şey, 'ittiba' ve 'teessi'dir. Tasavvuf da ittiba ve teessi demektir. O zaman soruyu şöyle ifade edelim: 'Vahye ve Hz. Peygamber'e ittiba' eden sufi ile metafizik ve ahlakta salt aklın imkânlarını kullanan akılcı aynı şeyi mi 'bulur'? Bu soru bütün dönemlerde İslam düşüncesinde farklı şekillerde sorulmuş kadim bir sorudur ve kanaatimce güncelliğinden hiçbir şey yitirmemiştir. İbnü'l-Arabî'nin cevabını anlayabilmek için Fütuhat-ı Mekkiyye'de zikrettiği bir hikâyeden yararlanabiliriz: Hikâye Çinli ve Rum ressamlar arasındaki bir yarışmayla ilgili meşhur bir hikâyedir. Devrin padişahı bir resim yarışması tertip eder. Bir perdenin böldüğü mekânda birbirine bakan iki duvarda resim yapmaları için davet edilen Rum ve Çinli ressamlar kendi sanatlarını icra etmek üzere farklı yol takip ederler. Rum ressamlar kendilerine düşen duvara resimler yaparken Çinli ressamlar kendi duvarlarını cilalarlar. Perde kaldırıldığında padişah hayrete düşer: Rum ressamların duvarındaki resimler olduğu gibi cilalanmış duvara yansımıştır. Hikâyenin yorumu açıktır: Farklı yöntemleri takip edenler aslında aynı noktada buluşabilirler. Bu hikâyeyi bize İbnü'l-Arabî de anlattığına göre, şu soruyu sormamız gerekir: Hikâyeyi doğru kabul edersek, İbn Rüşt'ün 'bildiği' ile İbnü'l-Arabî'nin 'bulduğu' aynı şey değil midir? Hikâyede resim yapmak taakkule, duvarı cilalamak da tasfiye ve tezkiyeye işaret edebilir. Böyle bir durumda İbnü'l-Arabî'nin cevabı iki kere 'evet' olmalıydı. Hâlbuki İbnü'l-Arabî bir evet ve bir hayır dediğine göre, akıl karşısındaki tavrını Çinli ressamların tavrıyla bir görmüyor. Böyle bir yaklaşım ise açıklanmaya muhtaç görünmektedir. Meseleyi güçleştiren şey İbnü'l-Arabî'nin 'hayır' demesi değildir. Çünkü disiplinler arasında farklılıkların bulunduğu pek çok kişinin kabul edeceği bir iştir. Meseleyi zorlaştıran birinci evet'tir. Birinci 'evet' İbnü'l-Arabî'nin iki farklı yönteme sahip disiplinin ortak zeminini kabul ettiğini gösterir. Hâlbuki İbnü'l-Arabî sadece 'hayır' veya sadece 'evet' deseydi, ortada sorun olmayacaktı. Sadece 'evet' demek ressamların hikâyesinin neticelerini kabul etmek demek iken sadece 'hayır' demek ise kendisini İslam kelam geleneğine yaklaştırabilirdi. İbnü'l-Arabî ise öyle yapmak yerine bir evet ve bir hayır diyerek meseleyi karmaşık ve çetin bir soruna dönüştürmüştür. Bu kez sorulacak soru şudur: İbnü'l-Arabî bu konuşmada neye evet ve neye hayır demiştir?
İbnü'l-Arabî'ye göre her insan hakikate dair bir bilgiye sahiptir. İnsan olmak bakımından insanın hakikati bütünüyle kaçırması mümkün değildir. Aksini düşünmek, yani insanın hakikati hiçbir şekilde bulmadığını varsaymak, insan tasavvurundaki bir yanlışlık olmakla kalmaz; öyle bir yaklaşım Allah'a dair bilgimizdeki bir hata demektir. Mutlak Hakikat Hakk'ın kendisi demek olduğu kadar hakikatin bilinmesini murat eden de bizzat O'dur. İnsanlar tarafından hakikatin hiçbir şekilde bilinmemiş olması, ilahi iradeyle çelişir. Hakikat mutlaka bilinir ve bu durum insanın iradesine bırakılmamıştır. İbnü'l-Arabî'nin bu bakış açısını 'insan hakikati aramaya mecburdur' veya 'insan hakikatin bir yönüne bedihi olarak sahiptir' diye ifade edebiliriz. Bu durumda felsefe, yani hikmeti sevmek ve aramak, insan için bir tercih değil, bir zorunluluktur. İbnü'l-Arabî'nin düşüncesinde büyük bir yer tutan fıtrat kavramına yüklediği anlamlardan birisi budur. İbnü'l-Arabî'ye göre fıtratın ve insan aklının imkânları, ortak bir zemin kurabilir. Bu zemin Allah'ın varlığının kabul edilmesiyle mekarim-i ahlak, yani güzel ahlakın insan fıtratınca benimsenen bir şey olmasıdır. İbnü'l-Arabî bu iki ilkeye büyük önem verir ve esas itibarıyla düşüncesini buna dayandırır: herkes belli-belirsiz bir tanrı fikrine sahiptir, her insan güzel ahlaka aşinadır. İbnü'l-Arabî'nin konuşmadaki birinci 'evet'i bu ortak zemine işaret eder. Üstelik İbnü'l-Arabî bu zemin birliğini sadece İbn Rüşt için değil, bütün bilim ve düşünce gelenekleri için kabul eder. Ona göre her insanla arada bir ortak zemin vardır ve bu ortak zemin iletişimin birinci şartıdır. Öyleyse birinci 'evet' ortak zeminle ilgili olmalıdır ve bu zemin ancak 'akıl' tarafından inşa edilir. Vahiy ise bu ortak zeminden sonra gelir. Meselenin ikinci kısmı 'hayır'ın neyle ilgili olduğudur. Burada hayır'ın bir yetersizliğe işaret ettiğini düşünmeliyiz. Daha doğrusu İbnü'l-Arabî 'hayır' derken İbn Rüşt'ün düşüncesindeki -ve aklın- yetersizliğe işaret eder. Bu durumda vahyi esas alan birinin akla karşı bakışını anlatan evet ile hayır ifadesini şöyle ifade edebiliriz: 'Akıl ortak zemindir lakin yetersizdir!' İbnü'l-Arabî'nin insanın vahiyden yoksun kalan bütün entelektüel çabasına ve ürünlerine bakışı bu ilkeye dayanır: 'Evet lakin yetersiz!' Yetersiz olan sadece vahiyle ikmal edilebilir. Bu durumda akıl ile vahiy arasındaki ilişki İbn Rüşt'ün düşündüğü gibi iki kardeşin ilişkisi değil, bütünün parçayla ilişkisine dönüşür. İkinci hayırda anlatılan da budur. İnsan parça-cüz olan bilgisini ikmal ederek 'bütün' haline getirdiğinde, o zaman mutlak hakikate erişecektir. İbnü'l-Arabî'ye göre bunun yegâne yolu ise vahye ittiba ve 'teessidir.' Niyazi Mısrî'nin 'Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş' derken kastettiği de tam olarak budur. İnsan ancak vahiy ve onun takip edilmesi demek olan tasavvuf yoluyla zannını gerçek bilgiye dönüştürebilir, parçayı ikmal edebilir, insana lazım olan 'irfana' ulaşabilir. Vahiy olmaksızın aklın tek başına bunu sağlaması mümkün değildir. İbnü'l-Arabî'nin bilgi görüşünün özeti budur ve 'evet' ile 'hayır' bunu anlatır.
Zaman / Doç. Dr. Ekrem Demirli - İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi
SON VİDEO HABER
Haber Ara