Dolar

34,9473

Euro

36,7212

Altın

2.977,61

Bist

10.125,46

NATO'nun füze kalkanı neyi koruyor?

'Bu algıda Türkiye'nin yeri ne olabilir diye düşünmeye başladığınızda, zihninizi fazla da derinleştirmenize gerek yok. Türkiye burada bizzat baskı altında tutulmaya çalışılan nesne konumunda.

14 Yıl Önce Güncellendi

2012-05-28 14:56:06

NATO'nun füze kalkanı neyi koruyor?
Bir kere gösterişli bir ismi var bu projenin, “uzay savaşları”nı hatırlatan bir isim. Daha en başından bu fütürist imge ve koruyucu tavır sizi etkisi altına alıyor. Korunulması düşünülen bu füzelerin nereden atılacağı ve kimleri koruyacağını bilmeseniz, dahası böylesi bir füze ve tehdit hiç olmasa bile, korunulmak güzel bir şey diye geçiyor içinizden. Belki de diyorsunuz, Baudrillard’ın söyledikleri bir kere daha doğrulandı; aslında oluşturulmak istenen tam da bu, yani size inandırılan bir tehdit söylemi ve bu söyleme karşı yine size inandırılan bir koruyuculuk söylemi. Gerisi ise yine olsa olsa bir simülasyondur diye düşünmemek ise elinizden gelmiyor. Çünkü bildiğimiz dünyada bu tür bir projeyi haklı çıkaracak veya bir ihtiyaç haline getirecek hissedilebilir hiçbir tehdit yok. Bir boşluk var sadece. NATO’yu ve silahların üretimini haklı kılacak bir boşluk.

Bu füze kalkanı, yani aslında birkaç radardan ibaret olan bu gösterişli proje sahiden gerçekleştirildi mi; oraya yerleştirilenler gerçekten füze kalkanı mı, yoksa birkaç televizyon anteni mi, ya da sadece çevredeki illeri dinleyen birer (hırsız) kulak mı; bunları bile tam olarak bilememekteyiz. Elbet bunu “füze kalkanı”nın yerleştirildiği iddia edilen Kürecik’teki NATO üssünü ziyaret edip görme şansımız olmadı. Hem görsek bile işin içinden çıkıp çıkamayacağımız şüpheli. Belki de bir mizansen her şey ama bizim bunu kanıtlama şansımız ve gücümüz yok. Gerçekte böylesi bir üs var mı, onu da bilmiyoruz. Zaten bu çok da anlamlı değil. Çünkü çağımızın, yani kapitalizmin gerçekliği bu… Önemli olan bir şeyi üretmek ya da yapmak değil, sadece kitleleri ona inandırmak. Öyle ki günümüzde aslında bağımsız birer devlet olmadıkları halde buna inandırılmış bir yığın devleti gördükçe, bu gerçeklik daha da bir somutlaşmakta.

Bu kalkanın Türkiye’ye yerleştirilmesi, başından problem zaten... Onca uyduları olan bir kuruluşun, sonuçta yersel radarlara muhtaç olmasını da anlamak mümkün değil. Beri yandan bu kalkanın varlığı, diğer NATO ülkelerini olmasa bile, sadece Türkiye’yi bir hedef haline getirmekte. Ama kimin hedefi olduğunu söylemek de çok güç. Çünkü batıyı tehdit eden görünür bir füze rampası yok ufkumuzda. Açıkça tehdit edilen tek ülke ise İsrail... O zaman neden bu kalkan İsrail’de değil de, Türkiye’de kuruldu diye sorarsanız, akla uygun bir cevap da yok ortalıkta. Bu da akılcı batı ülkelerinde siyasetlerin hiç de akla dayanılarak üretilmediği kuşkusunu uyandırıyor insanda. Siyasetin irrasyonel zemini ise doğrudan batı aklının bilinçdışından kaynaklanmakta... Bu bilinçdışı ise doğuyu ötekileştirmekten öte, kendi politikalarını hep muhtemel bir “saldırıya karşı koyma” ya da sürekli bir “tehdit altında olma” saplantılarına dayanmakta. Daha doğrusu bu tehdit algısı üzerinde kurulan bir rasyonalite, bir üretim ve savunma stratejisi belirlemekte batı aklının işleyişini. Bu bir kendini mazur göstermeden öte, bir var olma tarzına dönüşmüş, belki de bilinçli olarak üretilen bir algı.

Bu algıda Türkiye’nin yeri ne olabilir diye düşünmeye başladığınızda, zihninizi fazla da derinleştirmenize gerek yok. Türkiye burada bizzat baskı altında tutulmaya çalışılan nesne konumunda. Yani batıyı tehdit edebilecek olan asıl güç, Türkiye. O nedenle Türkiye’nin, sürekli baskı altında tutulması bir yana, bağlılığının da hiç durmaksızın test edilmesi, sınanması ve bağlılığındaki sadakatin güvenceye kavuşturulması gerekmektedir. Bu füze kalkanı projesi, hiçbir şeye yaramıyorsa bile, bizzat buna, yani batı ile doğu arasındaki muhayyel sınırları işaretlemeye yaramaktadır. Bu sınır Türkiye’yi içlemekte olsa da, Türkiye sadece feda edilebilir bir ileri karakoldur. Çünkü gerçek savunma üsleri daha da batıda, ama yine de batının periferisi diyebileceğimiz ülkeler de kurulmakta; Polonya veya Romanya gibi. Çünkü bunların da bu yolla, bir şekilde batı ile bütünleşmeleri, batının o sert çekirdeğini sarıp sarmalamaları gerekmekte; beri yandan onların batıya bağ-ım-lılıkları da bu yolla güvence altına alınmakta.

Dolayısıyla bu savunma stratejisi, aslında bir saldırı stratejisi. Batıyı derinliklere ayıran, asıl korunması gerekeni gizleyen, gözden çıkarılabilirleri stratejinin açık alanları haline getiren ve bunların batıya eklemlendirilerek, batı derinliğinin muhkemleştirildiği bir saldırı stratejisi. Çünkü bizzat bu radarlar ve füze rampaları, karşıdaki o mevhum güçleri teyakkuza geçirmekte ve size karşı bir pozisyon içerisine girmelerine yol açmakta. Yani öncelikle bir düşman yaratmaktasınız; bir şeytan! Bu simülatif unsurlar yoluyla ise dünya ikiye bölünmekte: saldıranlar ve saldırıyı cevaplayacak olanlar. Ancak gerçek füze sistemleri saldıranlar cephesinde değil de, saldırıyı cevaplayacaklar cephesinde oluşturulduğuna göre, somut anlamda saldırgan olanlar, aslında kendilerini savunma amacıyla bu sistemi icat edenlerden başkası değil. Çünkü bu güçler, yani batının derinliklerindeki o sert çekirdek, kendisini bir saldırı söylemi üzerine mücehhez kılmış ve üretimsel sistemini de büyük ölçüde bu söylem üzerine oluşturmuş olan bilinçdışı ve sapkın güçlerdir. Her iki dünya savaşında da izlendiği gibi, dünya egemenliği pekiştirilmek için, gerekirse muhtemel bir düşman yaratılarak, öncelikle bu düşman yok edilmekte (veya teslim alınıp, önünde diz çöktürülüp, yok edilir gibi yapılmakta); ve korunmakta olan derin çekirdek, bu yolla daha da bir güçlendirilmektedir. Bu stratejinin bir parçası olan “füze kalkanı” projesi de, somut ve operasyonel niteliği bir yana, tamamıyla bu tip öngörüleri desteklemek için icat edilmiş olan bir söylemin nesnel izlerinden başka bir şey değil ve Carl Schmitt’in söylediği gibi, dost ve düşman ayrımını yapmaktan başka da bir işlevi bulunmamaktadır.

Ümit AKTAŞ

Haber Ara