Dolar

32,3349

Euro

35,1762

Altın

2.241,48

Bist

8.718,11

Prof. Dr. Özcan Hıdır: Türkiye'nin insan kaynakları envanteri çıkarılmalı

“Biz medeniyet kurucu bir ülkeyiz. Medeniyet kurucu bir ülkenin Avrupa Birliği’ne girmesi artık iddialarından vazgeçmesi anlamına da gelir bir bakıma” diyen İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Özcan Hıdır, Türkiye’nin dünyada daha aktif çalışmalar yürütebilmesi için acilen kendi insan kaynakları envanterini çıkarması gerektiğini söyledi.

6 Yıl Önce Güncellendi

2018-10-22 12:20:16

Prof. Dr. Özcan Hıdır: Türkiye'nin insan kaynakları envanteri çıkarılmalı

FAHRETTİN DEDE | TIMETURK

Cemal Kaşıkçı olayı geçtiğimiz hafta da gündemin en çok konuşulan konusu olmayı sürdürse de bir başka gündem maddesi de aslında “Avrupa İslam'ı” tartışmaları oldu. Ortadoğu ve Avrupa alanlarının her ikisinde de yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Özcan Hıdır'la da Kaşıkcı olayı, Batı'nın İslam politikaları, “oryantalizm” ve “Türkiye-AB ilişkileri” üzerine konuştuk. İşte o röportaj:

 Hocam, en güncel konu ile başlamak istiyorum. Cemal Kaşıkçı hadisesinin Ortadoğu'da yakın-orta vadede köklü bir değişim getirebileceğine inanıyor musunuz? Bölgede bir değişim yaşanması mümkün mü?

Önce şunu ifade edelim; Cemal Kaşıkcı'nın resmen öldüğü ya da öldürüldüğü Suudi Arabistan tarafından açıklandı. Ancak olayla ilgili sır perdeleri devam ediyor. Pek çok karanlık nokta var halen. Yakın gelecekte de bunlar aralanacaktır. Zira olay, artık Türkiye-Suud arasında bir olay olmaktan çıkmış ve Suud ile dünya arasında bir olaya dönüşmüştür. Bu olayın başından itibaren Türkiye çok iyi bir iletişim stratejisi izledi, izliyor. Trump-Pence yönetimine muhalif olan The New York Times ve The Washington Post başta olmak üzere, dünya bu olayı büyük oranda Türkiye'nin bu stratejisi ile izliyor. Türkiye, bir devlet olarak burada her türlü takdiri hak ediyor.

“TÜRKİYE EMNİYETSİZ” ALGISI OLUŞTURULMAK İSTENDİ!

o8

Kaşıkçı sıradan bir isim değil. Türkiye ile Suudi Arabistan'ın iyi ilişkiler kurmasını isteyen, Türkiye'yi seven etkili bir gazeteci, entelektüel. Batı'da ve Ortadoğu'da önemli bir takipçi kitlesi var. Dolayısıyla bu etkinliği sebebiyle Kaşıkçı'yı “fikirlere yön verici” karizmatik yönleri haiz bir şahsiyet olarak değerlendirebiliriz. Buradan hareketle de onun Türkiye toprakları üzerinde hayatına kıyılmış olması Türkiye'ye yönelik bir komplo olarak okunmalıdır. Zira basit bir belge için Türkiye'ye özellikle yönlendirilip plan uygulamaya konulmuş. Öyle anlaşılıyor ki, planda aksamalar olmuş. Şayet her şey plana uygun işlemiş olsaydı, Türkiye'de bir istihbarat ve güvenlik zaafı olduğu, yabancılar için emniyetli bir yer olmadığı algısı oluşturulacaktı. Nişanlısının telefonlarıyla beraber dışarıda kalması, saatinin kayıt alması, Türkiye'nin emniyet-istihbarat birimlerinin kısa sürede olaydan haberdar olması, olayı planlayanların işini bozmuşa benziyor. Gelinen noktada konu, büyük oranda Suud ile dünya arasında bir hadiseye dönüştü.

Burada şunu ifade edeyim ki, Veliaht Prens Muhammed b. Selman'ın geçtiğimiz aylarda 18 gün süren ABD gezisinde yaptığı ne kadar PR çalışması varsa, hemen hepsi tersine döndü. Gelen bilgilerden anlaşıldığına göre, Kaşıkçı'nın ölümüne dair Suud tarafından ortaya konan gerekçeye de, tamamen pragmatist sebeple Trump dışında ABD'de de hemen kimse inanmıyor.

ABD-SUUD ANLAŞMASI TAMAM GİBİ GÖRÜNÜYOR

Sonucu ne olur?

Bunun siyasî-adlî sonuçları olacağı kesin. Nitekim daha şimdiden Türkiye'ye gelen infaz timinin görevden el çektirildiği açıklandı, üst düzey komisyon kuruldu. İroniktir ki, bu komisyonun başına Muhammed Bin Selman getirildi. Bunun ötesinde neler olacağını hep birlikte göreceğiz. Arka planda ABD ile Suud arasında olayın nasıl en az hasarla atlatılabileceği konuşuluyor, sanırım. Şu an ortaya konan gerekçeye bakılırsa bu anlamda bir anlaşma da sağlanmış ve Trump da buna teşne olmuş gözüküyor. Tüccar mantığıyla Trump'ın bunu ABD için büyük kâra dönüştürdüğü, daha da dönüştüreceği sır değil. Suud'un da burada finansal bir bedel ödeyip kurtulmaya çoktan razı olduğu söylenebilir. Ancak, biraz zor olsa da, sürecin Muhammed bin Selman'ın azledilmesiyle de sonuçlanma ihtimali yok değil. Olayın en önemli siyasi sonucu da bu olur. Böyle olması bölgede kartların yeniden karılması, bloklaşmaların gözden geçirilmesi ve yeni bir paradigma oluşması anlamına gelir. Türkiye'ye yönelik stratejilerde de değişiklik olur. “İki Muhammed”in (MBS ve Muhammed Bin Zayid) etkinliği azalır.

Türkiye çok ciddi bir komployla karşı karşıya kalmış gibi görünüyor. Ancak buna rağmen Türkiye'nin tutumunda bir sağduyu görünüyor. Nasıl okumak gerekiyor bu sağduyuyu? Türkiye neden Suudi Arabistan'ı karşısına almadı?

Öncelikle, Suudi Arabistan sıradan bir ülke değil... Türkiye, İran ve Mısır gibi bölgenin “mihver-eksen” ülkelerinden biri. Suudi Arabistan, bir Bahreyn değildir. Üstelik Haremeyn'e ev sahipliği yapıyor. Son dönemde zorlansa da, finansal gücü halen önemlidir; hinterlandı ve etki gücü geniştir. Suudi Arabistan'a karşı radikal tavır almak Türkiye açısından kolay değil; ayrıca bu doğru da değil. Zaten Türkiye'nin devlet refleksi de bu yönde işliyor. Öte yandan Türkiye zor bir süreçten geçti. 17-25 Aralık'tan 15 Temmuz'a kadar bir dizi olay ve son olarak Rahip Brunson davası... Dolayısıyla haklı olarak buna bir de “Suudi Arabistan-Türkiye krizi” eklensin istenmiyor. Bu ise son derece doğru bir politika. Türkiye şu anda bu olayda güçlü bir pozisyonda.

ARAP ÜLKELERİ İNGİLİZ-AMERİKAN-İSRAİL EKSENİNDE

Ortadoğu'da içinden geçtiğimiz süreç için ne dersiniz? Ayrıca Ortadoğu'da Türk karşıtlığı da artıyor...

Türkiye, Arap kamuoyunu yönlendirmekte biraz zorlanıyor, kanımca. Bunun bazı sebepleri var. Birincisi, yakın zamana kadar Türk entelijansiyası Arap dünyasını Batı üzerinden takip ediyordu. Yetişmiş uzmanlarımız yoktu, akademimizde buralarla alakalı bölümler pek yoktu. Arapça bilen elçilerimiz yakın zamana kadar çok azdı. İkincisi, Ortadoğu rejimlerinin Batı kaynaklı, Batı paradigmaları ile hareket ediyor olmaları. Kendileri olamıyor, kendi politikalarını üretemiyor, bölgenin dinamiklerinden ziyade dış dinamiklerle hareket ediyor, bu ülkeler. Adeta kendi ülkelerine yabancılaşmış, self-oryantalist ve devşirme kimselerce yönetiliyorlar. Alttan alta da medya ve sosyal medya üzerinden bir Türkiye karşıtlığı körükleniyor. Mihver ülke olarak addettiğimiz Mısır, Türkiye karşıtlığı hariç, son yıllarda neredeyse edilgen bir ülke haline geldi. Suudi Arabistan mesela; Trump'ın “Biz destek vermezsek 15 gün tahtta kalamazsınız” şeklindeki onur kırıcı açıklamasını tüm dünya duydu. Dolayısıyla Ortadoğu'daki pek çok ülke İngiliz-Amerikan ekseni -ki buna İsrail de eklendi- dışında bağımsız bir politika geliştirmekten oldukça uzaklar. Kaşıkçı olayının Suud'da politika-pozisyon değişikliğine yol açması muhtemelse de, sözünü ettiğimiz egemen güçler buna kolayca izin vermeyeceklerdir. Kraliyet ailesi içinde veya üst düzeyde bu değişimin konuşuluyor olması kuvvetle muhtemel. Ancak bunun gerçekleşmesi biraz kuşkulu. 

o5

Son yazılarınızdan birinde “Almanya İslam'ı”, “Fransa İslam'ı”, “Amerikan İslam'ı” gibi büyük ülkelerin İslam'a yönelik projelerinden bahsediyorsunuz. Bu projelerdeki hedef nedir?

“Avrupa'da İslam” mı, “Avrupa İslam'ı” mı tartışması bu. Avrupa'da Müslümanlara dair kaleme aldığım kitapların-çalışmaların da bir yansıması aslında. Avrupa'da önemli bir Müslüman nüfus yaşıyor ki, önemli bir kısmı da Türk kökenli. Avrupa'nın bunlarla alakalı endişeleri var. 11 Eylül ve hatta Soğuk Savaş'ın bitimine gidiyor, bu endişenin kökenleri... Soğuk Savaş ile Doğu Bloku'nun çökmesi sonrası NATO Genel Sekreteri Willy Cleas tarafından “Küresel sistemin önündeki en büyük tehdit, İslam'dır” denildiğini biliyoruz. İslam ve Müslümanlara yönelik olarak bu bir paradigma değişimiydi. Bu süreç 11 Eylül'ü getirdi. Ülkelerin İslam'a karşı lokal politikaları 11 Eylül öncesinde de vardı ama hepsinin kolektif olarak İslam karşıtı politikalar geliştirmesinde 11 Eylül bir milat oldu. Bunu söylerken, Batı'daki insanların kategorik olarak İslam'a düşman gibi görmenin de doğru olmadığını düşünüyorum. Bu yanlıştır. Batı'da bu politikaları tasvip etmeyenler de genel olarak var. Ancak Batı'nın bugün bir coğrafya olmaktan ziyade “ideolojik” bir tanımlama olduğu da aşikâr. Tarihten itibaren İslam ve Müslümanlara yönelik “öteki” yaklaşımı, “benmerkezci” okumanın belirleyici olduğu ve İslam'ın arkaik bir din olarak yansıtıldığı biliniyor. İslâm, Kur'an ve Hz. Peygamber'e yönelik alabildiğine negatif tutumlar hemen her gün ortaya çıkıyor. Hatta şu kadarını söyleyelim ki, Batı'da makul insanlarla konuşmalarınız esnasında dahi söz temel meselelere geldiğinde işaret ettiğimiz kodlara dönüldüğünü rahatlıkla görürsünüz. Dolayısıyla Batı'da bugün yabancı (zenefobi), İslâm karşıtlığı, göçmen karşıtlığı var. Daha spesifik anlamda ise Türk-Türkiye karşıtlığı ve hatta Erdoğan karşıtlığı da var.

Peki, bütün bu karşıtlığa rağmen Avrupa'da Müslümanlar ne yapacak. Nasıl bir gelecek inşa edecekler? Kimliklerini muhafaza ederek, kök ülkelerine temelde bağlılıklarını muhafaza ederek bulundukları ülkelere, sağlıklı bir entegrasyonla, nasıl entegre olacak ve en iyi katkıyı nasıl sunacaklar? Konunun Müslümanları ilgilendiren bir yönü budur. Ancak bundan daha da önemlisi Avrupa-Batı ülkelerinin sağlıklı bir katılım ve entegrasyonu değil de, asimilasyona eğilimli kendilerince bir “Avrupa İslam'ı” oluşturup Müslümanları buna razı olmaya yönelik politikalar ortaya koymalarıdır. Tabiatıyla bunun oryantalistik bir bakış ve proje olduğunu da gözden uzak tutmamalıdır. Ben de yazılarımda ve genel çalışmalarımda bu projeleri deşifre edip geleceğe yönelik yapılması gerekenlere işaret etmeye çalışıyorum. 

AVRUPA İSLAM'I ILIMLI İSLAM'DIR

Bunun “ılımlı İslâm” ile alakası nedir?

İlk başta alakasızmış gibi dursa da aslında birebir ilgilidir. Ehlileştirilmiş, kök ülkeye bağlılığı neredeyse sıfırlanmış, devşirilmiş, norm ve değerler anlamında Avrupalılaşmış bir İslâm anlayışı aslında “ılımlı İslâm” ile kastedilen şeydir. Zaten bu tabir de oryantalistik bir ifadedir. Zira İslam İslâm'dır. Bir örnek vermek gerekirse bu projede Müslümanların “homoseksüelliği” normal bir şey hatta “değer” olarak kabul etmeleri beklenir. Bir Müslümanın bunu normalleştirip bir değer gibi kabul etmesi mümkün olmaz. Ne var ki bu durum ile homoseksüellik tercihini yapmış kimselerle aynı toplum içinde yaşamak aynı değildir. Yani Avrupa İslâm'ı tartışması aynı zamanda bir norm ve değerler tartışmasıdır. Eşcinsel camilerin açılması, kadın ve erkeklerin aynı safta ve karışık olarak namaz kılması gibi örnekler de, Avrupa İslâm'ı bağlamında tartışılan diğer bazı uç örneklerdir.

Çözümü nedir bu durumun?

En önemli çözüm, Batı'da-Avrupa'da Müslüman olunduğunun farkında olarak tartışmaları kendi paradigmalarımızla, dinamiklerimizle ve terimlerimizle ele almaktır. “Fıkhu'l-ekalliyât (azınlık fıkhı)”, “zaruretler fıkhı”, “maslahatlar” gibi konu-kavramlar fıkıh metodolojisi içinde tartışılıyor. Gaye-maksad prensibinin işletilmesi de önemli ayrıca. Yani geleneğimizdeki kavramlar üzerinden Avrupa'daki şartlara uygun tartışmalarımızı yapıp en doğru İslamî tavrı ortaya koymalıyız. Ama “Avrupa İslâm'ı” projeleri, bu tartışmaların sağlıklı yapılmasını engellediği gibi, temel paradigmalarımızın da Müslümanların zihinlerindeki yapısını bozuyor. Avrupa'daki Türkler'e yönelik Türkiye'nin de bu durumu iyi teşhis edip buna uygun projeksiyonlar ortaya koyması lazımdır. Nitekim ilgili kurumlarımızla bu yönde önemli adımlar da atıldı, atılıyor.

BATI'DA FETÖ İÇİN YENİ STRATEJİ İZLENMELİ

FETÖ bu projelerin neresinde duruyor?

Batı ülkeleri FETÖ konusuna Türkiye'nin baktığı yerden bakmıyor. Türkiye'yi oyalıyorlar. Türkiye de aslında bu oyalamanın alabildiğine farkında. Bunun da bir kaç sebebi var. FETÖ dediğimiz yapı uzun yıllar oralarda çalışmalar yürüttü. Politika, medya ve akademyada etkili isimlerle sıkı irtibat kurdular. Medyada temsilcileri var. Üniversitelere kitaplar yazdırdılar. Politikaya yön veren akademisyenleri etkilediler. Bu durumda FETÖ'nün gerçek kimliğini açıklayan bir yaklaşımla Avrupa entelijansiyasıyla birebir etkin irtibatlar kurulmalı. Ayrıca Batı tarihi içerisinde Batı için problem kaynağı olmuş, bir takım ezoterik-batınî yapılanmalar var. Bu yapılanmalar üzerinden örneklemeler de yapılabilir. Bütün bunlar, aslında Batı'da FETÖ'ye yönelik çalışmalar için muhtelif yönleri haiz özel bir stratejinin izlenmesi gerektiğini salık veriyor.

İNSAN KAYNAKLARI ENVANTERİ ÇIKARILMALI

Sayın Cumhurbaşkanı'nın son açıklamalarından birinde Batı medyasından şikâyet etmişti. Bu konuda ne yapılmalı? Türkiye'nin harekete geçirebileceği bazı potansiyelleri olmalı...

Aslında bu konuda potansiyellerimiz var. Yabancı öğrencilerin sayısı 140 bini geçti, Türkiye'de. Etkin kullanılabilirse bu önemli bir PR gücü olabilir. Yine İngilizce Arapça yayın yapan gazetelerimiz var. TRT Arapça, TRT World gibi devlet kanallarımız var. Anadolu Ajansı'nın farklı dillerde yayınları var. Bunlar önemli atılımlar ve çok daha etkinleştirilmesi konusunda adımlar atılmalı. Zaten de atılıyor. Bununla birlikte gerek Batı'da gerekse Doğu'da kamuoyu oluşturmada etkin bir konumda olduğumuz söylenemez. “Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı” bu konuda gelecek adına oldukça stratejik bir adım olmuştur.

Yine yurt dışında eğitim görmüş pek çok insanımız var. Bu arkadaşların tecrübelerinden, uzmanlık alanlarından istifade edilmelidir. Bu konuda yapılması gereken en önemli şey, “insan kaynakları envanteri”nin çıkarılmasıdır. Bu çok önemlidir. Bunun da özellikle yurtdışına yönelik yapılmasıdır. Bu bir istihbarat çalışması mantığı ve amacıyla olmamalıdır tabiatıyla. Bu insanların hayat tarzları ve ideolojileri öncelenmeden ülkesini ve milletini sevmeleri, hıyanet etmemeleri durumu öne alınmalı, uygun bir tarzda yurtdışına yönelik tecrübe ve uzmanlıklarından yararlanılmalıdır.  

Az önce Alman İslam'ından, Avrupa İslam'ından bahsettik… Bir Türk İslam'ı da var mı? “Türk-İslam medeniyeti” de sahih İslam'ı tıpkı diğer kombinler gibi tahrif eden bir olgu mu?

Tabi farklı İslâm'lar yok. “Ed-Dîn” olarak İslâm tektir. Hz. Âdem'den beri tek bir İslâm vardır. Peygamberimiz ile birlikte İslâm, hükümleri ve şartlarıyla kemale ermiştir. Dolayısıyla Türk İslâm'ı tabiri doğru değildir. Ancak “Türk Müslümanlığı” denebilir. Bu ise “ed-tedeyyün” dediğimiz şey olup “ed-Dîn” olan İslam'ın Müslümanlarca hayata yansıyan pratikleridir ki, burasın dinamik bir alan olup zaman ve mekâna göre değişim de söz konusudur. Bu değişimde de “usûlüddîn” diye nitelenen dinin temel referansları ile usûlü'l-fıkıh diye nitelediğimiz Kur'an ve Sünnet metinlerini üst anlama yöntemini bilmek önem arzeder. Bu itibarla “Türk İslam'ı” değil, farklı karakteristik özellikleriyle Anadolu coğrafyasında bir Türkiye Müslümanlık paratiğinden söz etmeliyiz ki, bu da bir vakıa olarak karşımızdadır zaten. Hatta Avrupa-Batı'da da bu meyanda bir “Hind-Pakistan Müslümanlığı”, “Arap Müslümanlığı” ve Türk-Türkiye Müslümanlığı” gibi farklı İslâm tezahürleri-pratikleri mevcuttur.

o7

MATÜRİDİ ÇALIŞMASI SELEFİ-PROTEST TUTUM!    

Peki, son zamanlarda bir Maturidilik tartışması sürüyor? Nedir bu tartışmanın içeriği?

İmam-ı Matüridi, Ehl-i Sünnet'in ekol-okul oluşturan önemli bir âlimidir. Bilindiği üzere, Osmanlı büyük oranda Matüridî, Selçuklu ise büyük oranda Eş'arî idi. Bu itibarla bunlardan biri iyi, diğeri kötü değil. Anadolu'daki İslâm anlayışının mayasında, Maturidîlik biraz daha öne çıksa da, bunların her ikisi de var. Bu itibarla daha ziyade 28 Şubat döneminde “seküler bir tarzda” özellikle öne çıkarılmaya çalışılan “Maturidî İslâm'ı” söyleminin öne çıkarılmasını dini, siyasi, sosyolojik ve stratejik olarak doğru bulmuyor ve hatta ayrıştırıcı buluyorum. Biraz provokatif olabilir ama “indirgemeci-redüksiyonist” olduğunu düşünüyorum. Bu ise tersinden selefi-protest bir tutum ve selektif bir okuma olacaktır. Zira Selefiliğin en önemli tutumlarından ikisi, seçmeci ve indirgemeci yaklaşımıdır. Bir müddetten bu yana Matürîdilik üzerinden yapılan tartışmalar da bu açıdan ele almak gerekir. Bunu söylerken bu anlayışı öne çıkaranları itham ediyor da değilim. Bir kısmı bu anlayışı iyi niyetle de öne çıkarıyor olabilirler. Ne var ki, kanımca buradan bir sekiler İslâm anlayışı çıkarmaya çalışmak beyhude bir çabadır.

Bunu söylerken, Maturidîlik ve İmam-ı Maturidî ve hatta Ebu Hanife ile ilgili çalışmaların Türkiye'de ihmal edildiğini, onların çalışmaları ve düşüncesine dair merkezlerin, enstitülerin ve hatta üniversitelerin kurulması gerektiğini alabildiğine savunduğumu da belirtmem gerek.

SAHİH İSLAM'I BOZUCU BÜTÜN HAREKETLER “YAPI BOZUCU”!

İslam tarihinde özellikle 4 halifeden itibaren başlayan bazı hareketler; İslam için de bir İznik konsili mi düşünüldü sorusunu aklıma getiriyor. Önce ortaya çıkan bazı mezhep hareketleri daha sonra; bir tarafta Batınilik hareketleri, diğer tarafta içinde vahhabiliği, medhaliliği de barındıran Selefi hareketler... Türkiye'de FETÖ örneği görülüyor. Ne dersiniz?

İznik konsili demeyelim ona; meseleyi 18'inci yüzyıldaki kırılma üzerinden ele alalım. Çünkü o süreçte Hristiyan dünyasında Protestanlığın liberal yönü öne çıktı. Orada bir de prüten-tutucu bir çizgi de var. Mesela Evanjelikler bu çizginin ürünüdür, büyük oranda. Ancak Weber'in yön verdiği piyasacı, kapitalist ve liberal çizgi Protestanlık'ta daha ağır bastı. Dolayısıyla bu dünyevileşme ve sekülerleşmeyi doğurdu. Bir de tabi bu esnada oryantalizm ve onunla atbaşı giden sömürge faaliyetleriyle karşı karşıya kaldık. Batı'da protestanlığın Weberyen çizgisiyle birlikte sermaye ve sanayileşme arttı, ham maddeye ihtiyaç duyuldu. Ham madde ise İslam ülkelerinde idi. Tanımadığınızı sömüremezsiniz. Önce oryantalizmle “tanıma” faaliyetlerine başladılar. Bu amaçla “Doğu ve İslâm Kürsüleri”, “Arapça bölümleri”, Ortadoğu enstitüleri kurdular. Böylece tanımlama ve sömürme beraberinde geldi. Tanımadan da tanımlayamazsınız. Oryantalizm de bunu yaptı. Ortaçağda pek tanımıyorlar ve genelde reaksiyoner olarak reddediyorlardı. Bunun ardından projelerini başlattılar. Sömürge faaliyetlerini gerçekleştirmek için İslam dünyasına “oryantalist-misyoner”ler gönderdiler. İşte bu süreçte Müslümanların zaaf noktalarını-yumuşak karınlarını tespit edip onlarla oynadılar. Mesela selefîlik, öteden beri aslında bir çizgi olarak vardır. İbn Teymiye, hatta bazı yorumlarıyla Ahmed b. Hanbel bu çizgide yer alır. “Haşevî-haricî” anlayışlar marjinal de olsa hep vardır. Ama 18. Yüzyılda Batı-oryantalistlerce bunlar, somut birer projeye dönüştürülerek Arabistan'da Vehhabîlik adıyla piyasaya sürüldü. 18. Yüzyıldan sonra İslam dünyasıyla ilgili projeler daha da arttı. Bunları ve günümüzdeki “İbrahimîlik”, “Nuhîlik” ve “Rumîlik” gibi versiyonlarını hep birer “yapı bozucu” projeler olarak okumak lazım. Selefîlikle bu “zahirî” yorum geleneği üzerinden yapılırken “batıni” yorum geleneği üzerinden de projeler üretildi, üretiliyor. Sahih İslam anlayışını bozucu operasyonlar yapıldı. İslâm dünyasının geri kalmasından faydalanarak, bu meyanda fakirlik ve cahillik de kullanıldı. Özellikle Türkiye'ye yönelik bu yapı bozucu hareketlerin tespit-teşhisi bir yönüyle güvenlik meselesi iken diğer yönüyle de akademyanın ve bilhassa da ilahiyat akademyasının işidir. Zira bu hareketlerin önemli bir kısmı dini referansları kullanır. Bu aynı zamanda “teo-politik” perspektifi de gerektirir ki, Türkiye'de bu alanda nitelikli araştırma ve faaliyetler çok azdır.

FETÖ MARJİNALLEŞTİKÇE DIŞ GÜÇLERE DAHA MUHTAÇ OLACAK

FETÖ'nün geleceğini nasıl okuyorsunuz? FETÖ bitti mi?

Bitmedi. Bitmesi de zordur. Bu tür yapıların tamemen bitirilmesi de zordur. Bu gibi yapılar mutasyon geçirip dönüşürler. Kendi içlerinde bir takım kırılmalar olur, bazıları makul çizgiye gelir ama bitmezler. Ayrışmalar olduğu görülüyor. İçsel ve dışsal sebepleri var. İçsel olarak yapı kendi içinde dönüşüm geçiriyor olabilir. Dışsal sebep; dış güçler tarafından kullanıldıkları için marjinalleştikçe dış güçlere daha fazla muhtaç hale geliyorlar. Türkiye'nin şu an Almanya ile ilişkilerinde iyileşmeler görülüyor. Bunun anlamı FETÖ'nün Almanya'ya çok daha muhtaç hale gelmesidir. Bu da daha fazla taviz verecekleri anlamına geliyor, diğer açıdan.

Tabi bir de Gülen'in ölümünün ardından grup için çekişmelerin ve dolayısıyla bölünmelerin yaşanacağıdır. Zira bu tür yapılarla ilgili genel tecrübe “karizmatik” liderlerin ölümleriyle yapının bölündüğü şeklindedir. Dolayısıyla FETÖ küçülebilir, bölünebilir ve belki de bir “kült”e dönüşebilir, ama bitmez. Ancak bu durumlarda örgütün eski gücünü koruması son derece zordur ki, şu an yaşanan da odur aslında. 

BATI MÜSLÜMANLARA ÖJENİK BAKIYOR!

Yıllar boyu medeniyetler çatışması tezleri tartışıldı ve şu an Batı'da hem İslamofobi, hem de Türkofobi'ye oldukça yaygın bir şekilde rastlanıyor. Türkiye'de de Avrupa ve AB'ye tepkili bir toplum görüyoruz. Avrupa'da İslamofobi'yi bitirmek, ‘medeniyetler diyaloğu' başlatmak ya da başka bir yansıma olarak Türkiye'nin AB üyeliği ne kadar mümkün?

Avrupa Birliği siyasi bir yapı olmaktan öte dini bir yapılanmadır, aslında. Bunun adını doğru koymak lazım. Zaman zaman bu, çok açıktan olmasa da, dillendirilir de. Zira daha birkaç sene önce başvuran bazı ülkelerin birliğe alınıp Türkiye'nin bu kadar süre eşikte bekletilmesinin başka makul bir izahı yoktur. Bugün Avrupa ülkeleri büyük oranda hümanist; yani agnostik, deist, ateistya da nihilist bir dünya görüşüne sahip olsa da, Yahudi-Hıristiyan gelenek algıları etkilemede alabildiğine baskındır. Özellikle de İslam, İslam ülkeleri ve Müslümanlar konusunda. Türkiye de önemli bir Müslüman ülke. Dinamik büyük bir nüfusa, hinterlandı üzerinde önemli nüfuza sahip bir ülke. Bölgesel bir güç. Türkiye sadece Türkiye'den de ibaret değil, ayrıca. Dolayısıyla AB'nin Türkiye'yi hazmetmesi zordur.

Öte yandan AB'nin çok uzak olmayan bir gelecekte bölünmesi de söz konusu. Ciddi iç çekişmeler ve tartışmalar yaşıyor. İngiltere'nin ayrılması sonrası Hollanda'dan Fransa'ya kadar pek çok ülkede ayrılma dillendiriliyor. Yani “brexit”i bir “frexit”, “neksit” gibi durumlar takip edebilir. Avrupa genelinde alabildiğine yükselişte olan ve bazı ülkelerde hükümet bazılarında ise ana muhalefet haline gelen aşırı sağ parti yada gruplar da bunu savunuyor zaten. Eskiden marjinal olan aşırı sağ, bugün kıtanın ve AB'nin geleceğinde kilit role sahip oldu ve Avrupa'nın yeni normali haline geldi. Zemin kaybeden merkez partiler de aşırı sağ politikalara destek verir oldular. Demem o ki kıtanın genelinde -ve hatta Trump-Pence ile ABD'de- bir aşırı sağ fırtınası esiyor ve bu böyle olduğu sürece de Türkiye'nin birliğe alınması oldukça zor olacaktır.

Peki, Batı'nın gerçek yüzü de bu değil miydi zaten?

Doğru. Aslında bu hep vardı. Batı, Batı'dır. R. Kipling'in dediği gibi, “Doğu doğudur, Batı da Batı”. Az önce işaret etmeye çalıştığımız üzere, genellemeden kaçınmak gerekirse de, Batı'da genelde, Müslümanlara yönelik “benmerkezci”, “kültürel ırkçı” ve hatta yer yer de “öjenik” bir bakış, İslam'ın zuhurundan bu yana hep vardı. Türkiye ve İslam dünyası “arkaik” bir din ve medeniyetin temsilcileri olarak görüldü, görülüyor. 

Diğerleri Barbar'dır...

Tabi tabii, Barbar'dır. 16'ncı, 17'nci yüzyıla gittiğinizde, hep “Barbar” kelimesi üzerinden tanımlamışlardır İslam'ı, Müslümanları ve Türkleri. “İsmaililer”, “Haceriler”, “Sarazenler”dir. Yani Hz. İbrahim'in asil bir anneden (Hz. Sare) değil de, cariye-köleden (Hz. Hacer) doğma oğlu Hz. İsmail'in torunlarıdır. Kilise çevrelerinde hala bu algı alabildiğine geçerlidir.

o3

Prof. Dr. Hıdır, üniversite külliyesi içinde Fahrettin Dede'ye konuştu.

MEDENİYET KURUCU ÜLKENİN AB'YE GİRMESİ İDDİALARINDAN VAZGEÇMESİ DEMEK!

Yani o zaman Avrupa ile Türkiye aslında AB konusunda…

AB konusunda; Türkiye Avrupa'nın kriterlerini zaten belli oranda sağladı. Bundan sonraki süreçte illâ Avrupa diye diretmenin ne derece doğru olduğu üzerinde zihin yormak gerek. Bir strateji-taktik olarak dillendirilmeye devam edilse bile, bunun bir karşılığının olmadığı ortada. Kaldı ki AB'ye girmenin Türkiye için maliyeti de vardır. Biz medeniyet kurucu bir ülkeyiz. Medeniyet kurucu bir ülkenin Avrupa Birliği'ne girmesi artık iddialarından vazgeçmesi anlamına da gelir bir bakıma. Dolayısıyla bir yandan AB perspektifine siyaseten devam ederken AB ile gelecekteki ilişki biçimimizin neliği-niteliğine dair diğer formülasyonlar üzerinde de kafa yormamızın zamanı gelmiştir.   

Tıpkı Almanların dediği gibi “İmtiyazlı ortaklık” gibi mi?

Tabi benim burada bir formülasyon dillendirmem çok doğru olmaz. Bütün bunların değerlendirilmesi devletimizin ilgili mercilerince mutlaka değerlendiriliyordur. Devletimizin AB hedefi şu an için “siyaseten” doğruysa ve Türkiye'nin Ortadoğu ve diğer ülkelere yönelik ilişkilerinde fayda sağlıyorsa da, mevcut haliyle uzun süre sürdürülebilir olmayacağını söylemek için de kâhin olmaya gerek yok.

KİMDİR?

Prof. Dr. Özcan Hıdır, çalışmalarını Yahudi ve Hristiyan kültürünün İslâm, Kur'an ve özellikle hadislere etkisi tartışmaları, dinler ve kültürlerarası etkileşim, İslamofobi-İslâm karşıtlığı-kültürel ırkçılık, Avrupa-Batı'nın İslam dünyasına yönelik teo-politiği, “Protestanlık-Martin Luther ve İslâm”, Evanjelikler, “Avrupa ve Batı'da İslam”, “Kur'an ve Hz. Peygamber imajı”, “Batı'da Kur'an ve Sünnet'e yaklaşımlar”, “hadis oryantalizmi ve oksidentalizmi” ve “Avrupa'daki Türkler ve Müslümanların dinî-manevî, sosyo-kültürel, eğitim ve âile ile ilgili problemleri” gibi konular üzerinde sürdürüyor. Üçü Hollandaca olmak üzere 15 civarında kitabı bulunan ve Türkçe'nin yanı sıra İngilizce, Arapça ve Hollandaca gibi dillerde de çalışmalar yapan Özcan Hıdır, ayrıca AA Analiz Haber, Star Açık Görüş ve Yeni Şafak “Düşünce Günlüğü” sayfalarında sözü edilen konularla ilgili analiz yazıları yazıyor. Bu yazılarının önemli bir kısmı da ayıca Timetürk'te de yayımlanıyor.

 

Haber Ara