Dolar

32,5679

Euro

34,9034

Altın

2.440,07

Bist

9.645,02

İran devrimi ve otoriter müttefiklerle ilişkiler sorunu

Brookings yazarı Tamara Cofman Wittes, İran devrimi ile ilgili kaleme aldığı yazısında, '40 yıl sonra bile Washington’da şahın düşmesiyle yaşanan travma halen dış politika tartışmalarında demokratik Güney Kore ile uzun süren işbirliği zaferinden çok daha fazla yer tutuyor.' dedi.

6 Yıl Önce Güncellendi

2019-01-31 11:46:11

İran devrimi ve otoriter müttefiklerle ilişkiler sorunu

Timetürk Çeviri 

1979 Şubatı'ndaki İslami Devrim ABD'de Başkan Carter'ın insan hakları politikası ve daha geniş çapta Amerikan dış politikasının insan hakları ve demokrası geliştirmeyle nasıl alakadar olması gerektiği üzerine kutuplşmış bir tartışma başlattı. Her anlamda bu tartışmayı o zamandan beri yapıyoruz.

Carter, Amerikan dış politikasında insan haklarını yücelten ilk modern başkandı, Dışişleri Bakanlığı'nda İnsan Hakları ve İnsani İlişkiler bürosu kurarak, seçim kampanyası yardımcısı Patricia Derian'ı insan haklarına adanmış ilk vekil olarak bölümün başına atadı.

ABD dış politikasında ahlaki değerlere Carter'ın kendi politik ideolojisinden yükseldi, aynı zamanda Nixon yönetiminin yolsuzluk, skandalları ve ahlak dışı gerçekliğine bir taban tabana zıt düşme arzusuydu.

Ancak İran devrimi onun nu yaklaşımına yıkıcı bir darbe oldu. Kasım 1979'da siyaset bilimci ve Komünizm karşıtı aktivist Jeane Kirkpatrick muhafazakar aylık bir yayın organında bir makale yayımladı. Makale, “Carter yönetiminin dış politikadaki başarısızlığı politikanın mimarları hariç herkese ayan beyan olmuştur” diye başlıyordu. Makale Başkan Carter'ın İran Devrimi'ne yaklaşımını konu alıyordu. Yazara göre hem İran ve hem Nikaragua'da Carter, “Ilımlı ve Amerikan çıkarlarını dostu otokratların uç idealleri olan aşırılıkçı otokratlarla değiştirilmesinde işbirliği yaptı.” Kirkpatrick'e göre Carter'ın şaha yaptığı baskı devrimi yüreklendirdi. Şiddetle karşı karşıya kalan dost bir monarkı desteklemek yerine Komünist bağlantılı bir muhalefet İran'da durumu hem insan hakları hem de Amerikan milli çıkarları adına daha da kötüleştirdi.

DİKTATÖRLÜKLER VE ÇİFTE STANDARTLAR

İranlı devrimcilerin Amerikan büyükelçiliğini kuşatması ve Amerikalı diplomatları 444 gün esir alması öncesinde Carter'ın İran politikasını eleştiren makale öngörülü olarak değerlendirildi. Jeane Kirkpatrick'in “Diktatörlükler ve Çifte Standartlar” makalesi ise İran Devrimi konusunda muhtemelen dış politika elitlerinin yolunu çizmede herhangi başka bir makaleden çok daha fazlasını yaptı. Bugün bile Amerikan dış politikasında özellikle otokratik müttefiklerle ilişkilerde, demokrasi ve İnsan haklarının Amerikan dış politikasına uygunca nasıl yerleştirilebileceği hala tartışılıyor.

Kirkpatrick'in önermelerini destekleyen muahafazakarlar (Reagan yönetiminde BM'nin ABD elçisi olarak görev alan Kirkpatrick'in kendisini de benimseyerek) Başkan Carter'ı eleştirip insan hakları temelinde dost otokratlarla ilişkiler durumuna hazırlığın hem daha önce denenmemiş hem de ters tepmiş olduğunu söylüyorlardı. Dostların baskı altına alınmasının onların Komünist etkinin yayılmasına karşı siper olma yetilerini kısıtladığını ve dünya çapında diğer müttefiklere Amerika'nın güvenilir olmadığına dair mesaj gönderdiğini öne sürdüler. Amerikan dış politikasında öncelik Komünizmle mücadele (daha sonra radikal İslamcılık) olmalıydı ve bu tartışma dostlar tarafından yapılan insan hakları ihlalleri daha büyük nedenler dolayısıyla gözardı edilmeliye kadar vardı.

Kirkpatrick'in öne sürdüklerinden en kalıcı ve en güçlü olanı ise muhtemelen otokratik müttefiklere insan hakları konusunda baskı yapmanın demokrasiyi ilerletmeyeceği, sadece Amerikan karşıtı ve radikal rejimlerin yükselmesine neden olacağı idi. Şah'ın ABD'nin İran Körfezi'ndeki müttefiki olarak kaybı Soğuk Savaş'ın önemli bir durağında büyük bir stratejik yenilgi olarak algılandı. Rehine krizinin küçük düşürücülüğü ise bu yargıyı destekledi.

Bu senaryo yoluyla Amerikan insan hakları savunucuları dost diktatörlerin devrilmesi ve yerine Amerikan karşıtı varislerinin gelmesine yol açtı. Hükümet içinde ve dışında insan hakları savunucularının kabusuna dönüşen bu durum ve şahın devrilmesiyle insan haklarından yana olanlar sorunlarla yüzleştiler. Dış politika çevrelerinde bu bakış açısının benimsenmesiyle otokratik müttefikler Amerikan desteğine bir şantaj oyunu gibi bakmaya başladılar. Sonrasında nelerle karşılaşacağının bilinmemesi ise Amerikan başkanlarını dost dikatatörleri barışçıl yollarla bile olsa değiştirmekten alıkoydu. Bu bakış örneğin George H.W. Bush yönetiminin 1991 Cezayir seçimlerine yaklaşımlarını etkiledi. Seçimlerin ilk etabını İslamcılar kazandığında askeriye onların kesin zaferini engellemek için süreci durdurdu. 10 yıl süren ve 150 bin hayata mal olan bir iç savaş başladı. Bush yönetimi ise diğer Batılı müttefikleriyle birlikte ordunun demokrasi sürecini kesintiye uğratmasını destekledi. 2008'de yazdığım “Freedom's Unsteady March: America's Role in Building Arab Democracy” kitabımda bu seçimin Amerikan demokrasi teşviğine kalıcı etkilerini yazdım.

İşin garip yanı, bu yönetim Kirkpatrick'in fikirlerini ilk ve en sıkı şekilde desteklemiş ve bu kabus senaryosunun kaçınılmaz olmadığını ortaya koymuştu. Amerikan ideallerini Amerikan çıkarlarından ödün vermeden ilerletmek mümkündü. Şili, Filipinler ve Güney Kore'de Amerikan yanlısı diktatörler içerde yükselen huzursuzluğa neden oldular. Reagan yönetimindeki önemli yetkililer o dönemde otokratik müttefiklerin sorgusuz sualsiz desteklenmesinden daha farklı bir yaklaşım benimsedi.

Yerel muhalif hareketlerle sessiz bir diyalog yoluyla aynı yetkililer gelecek muhtemel rejimlerin hem demokratik hem de ABD ile çalışmaya açık olabileceği ihtimalini gördüler. Sonuç olarak başkan ve dışişleri bakanı müttefik diktatörlere, muhalif hareketleri şiddetle bastırmamaları konusunda mesaj göndermeye ikna edildi. Böylece Manila'da Başkan Reagan, Ferdinand Marcos'un iktidardan çekilmesinden doğrudan faydalandı. Her üç vakada da ABD insan hakları ve demokrasiyi destekleyerek dost bir ülkede ortak işbirliği içinde rejim değişikliğini kucaklayabileceğini kanıtladı.

Şili, Güney Kore ve Filipinler, diğer birkaç örnekle birlikte dış politika elitlerince bugün Amerika'nın insan hakları savunusunun Amerikan çıkarlarıyla çatışmasına gerek duymayacağı dillendiriliyor. Obama'nın Mubarek'e karşı Mısır ayaklanmasını desteklemesinde gördük.

40 yıl sonra bile Washington'da şahın düşmesiyle yaşanan travma halen dış politika tartışmalarında demokratik Güney Kore ile uzun süren işbirliği zaferinden çok daha fazla yer tutuyor. Belki de bu yıldönümü Amerika'nın otokratik müttefikleriyle ilişkilerini yeniden gözden geçirme ve bu makaleyi yeniden yazmak için bir fırsat.

 

 

Haber Ara