Dolar

32,4817

Euro

34,9637

Altın

2.436,34

Bist

9.716,77

Heideger, tahiyyat duasını okudu mu?

9 Yıl Önce Güncellendi

2016-04-12 11:36:01

Heideger, tahiyyat duasını okudu mu?

Namaz hakkında azıcık malumatı bulunanlar bilecektir ki, namazda teşehhüd oturuşu denilen bir bölüm vardır.

Bu bölüm ismini “Et-tahiyyâtü lillâhi…” şeklinde devam eden duanın son bölümündeki “kelime-yi şehâdetten” almaktadır.

Said Nursi okunması sünnet olan bu duanın başlangıç bölümü olan “et-Tahiyyâtu lillâh” cümlesini izah sadedinde şunları söyler:

Bütün zîhayatların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye (yaşam zikirleri) ve Sânilerine (yaratıcılarına) takdim ettikleri fıtrî (yaratılıştan gelen) hediyeler, ey Rabbim, Sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla Sana takdim ediyorum.”

Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki, İslam dini insanın ontik yönüyle, kâinatın bütününü ifade eden ontolojik yönü uzlaştırmak istemektedir.

Heidegger insanın varoluş yönüyle ilgili olarak “ontik” kavramını kullanırken bütün bir var oluşu ifade etmek için “ontolojik” tabirini kullanır.

Heidegger'in deyişiyle Dasein yani insan varlığı, Existence olarak anılan varoluşu anlayacak ve anlamlandıracak donanımdaki tek varlıktır.

Türkçemiz on yıllar boyunca kahredici bir kısırlaştırma ameliyesi geçirdiğinden, Dasein ve Existence kavramları arasındaki farkı anlayabilecek entelektüel bakıştan yoksunuz maalesef.

Şu bir gerçektir ki, Redhouse'ın Osmanlı döneminde hazırladığı Türkçe-İngilizce sözlükte bile, Batı dillerindeki felsefi kavramların karşılığı olarak bugünkünden çok fazla kelime ve kavram hazinesi mevcuttu.

Dasein'ı İngilizce olarak ifade etmek istersek “being there” olarak çevirebiliriz. Yani Türkçesiyle “orada oluş” anlamına gelmektedir bu kelime.

Farisiler bu kelimeye karşılık olarak “orada olmak” anlamında “Anca Hesti” ve “Anca Buden” terimlerini geliştirdiler günümüzde.

İlk dönem İslam felsefeci ve mutasavvıfları varlık ve varoluş kavramlarına karşılık olmak üzere “kevn” (Var olmak) masdarı ve “vecede” (buldu) fiilinden türetilen; “kâin, kevn, kevniyat, mükevvenat, keynûnet, kevn-i câmi, kâinat, kâin, mekûn, kevn-i ekber” yanında “vücûd, vücûd-u kâmil, vücûd-u hârici, vücûd-u zihnî, vücûd-u itibâri, vücûd-u mutlak, mevcûd, mevcudat, vâcid, vecd, ehl-i vücûd, ehl-i vecd, vücûdî, vicdan” gibi kavramları geliştirmişler ve istimal etmişlerdir.

Burada Dasein'ın bulunduğu farklı durumları ifade sadedinde Heidegger'in kullandığı Befindlichkeit kavramını da hatırlamakta yarar var.

Almanca “finden” (bulmak) fiilinden geliştirilen bu kavramın İslam felsefecilerinin “vecede” (bulmak) kökünden geliştirdiği “mevcudiyet” kavramıyla oldukça ilişkili gözükmektedir.

Heidegger'in Dasein'ı ise bütün varlığın özelliklerini de içinde barındıran şuurlu bir varoluş biçimidir ve varoluşu yani kendini ancak o anlayıp yorumlayabilir.

Çünkü diğer var olanlar kendi niteliklerinin ve türlerinin ötesine açılamazken insan sürekli kendi sınırlarının dışına çıkabilen bir varlıktır.

İşte insan bütün cansızların, canlıların ve ruh sahiplerinin tespihlerini, fıtri ibadetlerini, şuursuzca yaptıkları bütün duaları Dasein olmaklığı cihetiyle, Yaratıcısına takdim edebilecek tek varlıktır.

Klasik felsefe literatürümüzde Dasein teriminin tam olarak bir karşılığı olmasa da, Heidegger'in ya da daha öncesinde Hegel'in ya da Jaspers'in bu kelimeyi kavramlaştırırken, insanı kevn-i câmi (kuşatıcı varlık), kevn-i asgar (küçük varlık) gibi terimlerle tanımlayan İslami literatürden etkilendiği düşünülebilir.

Tam da burada Hz. Ali'nin “insan kendini küçük bir cisim sanır ama en büyük âlem onda gizlidir” sözü daha bir anlaşılır olmaktadır.

Heidegger'e göre Dasein'ın varlığı dünyayla ve bütün evrenle birlikte olan bir varlıktır. Çünkü o her zaman başkalarına çok yakından bağlıdır.

Tahiyyat duasında olduğu gibi Fâtiha suresinin 5. ayetinde geçen çoğul hitap da (Biz yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz) insanın tek başına bir varlık olmadığını, varoluşuyla bütün diğer varlıkları da temsil ettiğini açıkça gösteriyor.

Başkaları ile beraber olmaklık, Dasein'ımızı bütünüyle “başkalarının” Varlık tarzının içinde eritir ve bu öyle bir şekilde meydana gelir ki, başkaları kendi farklılığını ve açıklığını kaybeder.”

Heidegger'in sıkça kullandığı “Mitsein” (birlikte olmak) kavramı Fâtiha suresindeki “na'budu” (yalnız sana ibadet ederiz) ibaresinde geçen “biz” manasındaki “nûn-u mütekellim-i mea'l gayr” (başkasıyla birlikte konuşan “Nun”) kullanımını da hatırlatmaktadır.

Elbette bu yazımda Kur'ân'ı ya da sünneti Heidegger'in bakış açısıyla anlayalım gibi saçma bir çağrıda bulunacak değilim.

Dikkat çekmek istediğim tek nokta, felsefi anlayışımızın biz köklerimizden uzaklaştıkça nasıl da sığlaştığı, nasıl da güdükleştiği, nasıl da körleştiğidir aslında.

Köklerimiz derken Cüneyd-i Bağdadi'den Muhyiddin-i İbn-i Arabi'ye, Farabi'den İbn-i Sina'ya dek anlam dünyamızı zenginleştiren kavramları geliştiren tefekkür derinliğimizi kast ediyorum.

Bugünlerde “Dasein”, “Existenz”, “Befindlichkeit”, “Mitsein” vb. felsefi kavramlarla ilk defa karşılaşıp dehşete kapılan entelijansiyamızın düştüğü acınası durumdan bahsediyorum.

Keynûnetten, vücûddan, kevnden, vâcidden, kevn-i câmiden ve bu minval üzere onlarca kavramdan habersiz olan bu aydınlarımız, belki de bu kavram yoksulluğu nedeniyle varlığı ya da varoluşu; “Being” ya da “Existence” kavramları üzerinden anlamaya çalıştıkları için ciddi bir epistemolojik ve ontolojik bunalım içindeler.

Halbuki bizim varlık ve varoluş anlayışımız, varoluşun asıl sebebi olan “Kün” emrinden tereşşuh etmiş, ayetlerde sıkça karşılaştığımız “vecede” fiilinden ilham alınmış bir varlık ve varoluş anlayışıydı.

Ne Heidegger'in kavramlarına yenilecek, ne de Batı felsefelerinin tazyikinden dolayı kıvranacak kadar kısır değildi fikriyatımız oysa…

Elbette yine de Heidegger'den ve Batı'dan öğreneceklerimiz oldukça fazla. En önce kendimizi, varlık karşısındaki kendi epistemolojik ve ontolojik duruşumuzu keşfedip yeniden inşa edeceğiz mesela.

Kendi medeniyetimizin kavramlarıyla yeniden buluşacak; felsefemizi de, bilim anlayışımızı da bu kavramlarla yeniden inşa edeceğiz.

Bunu yapabilmek içinse, köklerimize dönmemiz gerekiyor. Arapça ve Osmanlı Türkçesiyle yazılmış bütün felsefe ve tasavvuf kitaplarını taramamız, tefekkür dünyamızın temel taşları olan terminolojimizi yeniden kurgulamamız gerekiyor.

Artık, Yunan'ın metinlerini değil kendi metinlerimizi tercüme zamanıdır. Çünkü bizim bugünlerde çok ırak düştüğümüz İslam medeniyetinin özgün bakışı bin yıllık metinlerimizin satırları arasındadır.

Kendimizi bulmak için Heidegger'i de, Batı felsefesini de, kendi kadim metinlerimizi de okumak zorundayız.

Heidegger Tahiyyat duasını ya da Fâtihâ suresini okur muydu bilmem ama, biz varlık ve varoluş anlayışımızı yeniden kurgulamak için bu duaları her gün defalarca tefekkür ederek okumak zorundayız.

 

 

Haber Ara