Dolar

32,5004

Euro

34,6901

Altın

2.496,45

Bist

9.693,46

ANALİZ - Uluslararası düzende yeni paradigma: Batı dışı dünyanın rolü

Bundan yüzyıl önce Amerika'nın uluslararası alanda önce diğer devletler karşısında güç dengesini etkileyebilecek bir aktör olarak ortaya çıkması ve sonrasında en büyük ekonomik güce dönüşerek sistemi domine etmesi dikkate alındığında, Çin'in de benzer bir yolu takip edebileceği öngörüsü realist bakış açısının en büyük iddialarından biri- Rusya'nın Soğuk Savaş döneminde Amerika ile giriştiği rek

6 Yıl Önce Güncellendi

2019-02-27 11:59:36

ANALİZ - Uluslararası düzende yeni paradigma: Batı dışı dünyanın rolü
ESUT ÖZCAN- Çin'in yükselişinin uluslararası sistemi nasıl etkileyeceği sorusu, uluslararası ilişkiler ortamının günümüzdeki en önemli tartışma konularından birini oluşturuyor. Bu tartışmanın temel öznesi ise -her ne kadar idealist olmakla suçlansa ve dış politikada ortaya koyduğu görüşleri başarısızlıkla sonuçlansa da- ABD Başkanı Wilson'ın fikrî mimarlığını yaptığı düzendir. Nitekim Soğuk Savaş süreci boyunca ABD'li karar vericilerin savunuculuğunu üstlendiği bu "liberal düzen"in geleceği Çin'in de aralarında bulunduğu yükselen yeni güçlerin rolüyle ilişkilidir. İki kutuplu dünyanın keskin yapısı, bu dönemin sona ermesini simgeleyen Berlin duvarının yıkıntıları arasında kendisini "yeni dünya düzenine" bıraktığında, Batılı birçok gözlemci büyük bir heyecanla tek kutuplu dünya düzeninin de başlangıcını ilan etmişti.

Ancak ulusların ve imparatorlukların tarihi, düzen tartışmasının, yükselen veya güç kaybeden devletlerin sistem içindeki kapasite değişimleri çerçevesinde olduğu gerçekliğini bizi gösterir. Nitekim realizmin ilk temel metni olarak bilinen Peleponnes Savaşları kitabını yazan Thucydides, Atina şehir devletleri arasındaki çatışmayı, temelde "güçlü aktörler arasındaki güç ilişkilerinde yaşanan değişimin sistemi ve düzeni nasıl etkilediği" ekseninde ele alır. Bir aktörün gücünün artmasının diğer aktörlerin eylemleri üzerindeki etkisine dikkat çeken ve bunun savaşı kaçınılmaz kıldığını söyleyen Thucydides, böylece aktörler arasındaki güç değişiminin, sistemin domine edilmesini de etkilediğini düşünür. Bu çerçevede "düzen" kavramı, (Thucydides'in açtığı yoldan devam ederek) realist teorinin üzerinde yoğunlaştığı uluslararası ilişkilerin anarşik yapısı kapsamında, devletlerin güçleri oranında etkilediği bir tartışma olarak öne çıkar. Diğer taraftan düzen fikri, tarihsel süreç içinde imparatorlukların inşa ettiği, ancak ilk anlamıyla daha çok devletlerin içini de ilgilendiren bir mesele olarak ortaya çıktı. Bu açıdan Roma, Osmanlı ve Çin gibi büyük imparatorluklar, kontrol ettikleri bölgelerde kendi normları doğrultusunda bir düzen inşa ettiler. Ancak uluslararası ilişkilerde düzen tartışması, genel anlamıyla, "Avrupa düzeni" çerçevesinde tartışıldı ve Roma İmparatorluğu'ndan itibaren Avrupalı aktörlerin ve güç dengelerinin belirleyicisi olduğu bir alan olarak görüldü.

Bu noktada, İslam dünyasının lideri olarak halifenin/halifeliğin ve yine bir imparatorluk olarak Çin'in rolü, doğudaki düzenin inşasında belirleyici olmasına rağmen, Avrupa merkezli gelişen uluslararası sistem ve düzen anlayışı ya dünyanın geriye kalan bu kısmını görmezden gelen ya da Batının dışını Avrupa merkezli bir okumayla tanımlayan bir yaklaşıma sahip oldu. Doğuda sistemi ve güç dengesini/ilişkilerini etkileyebilecek bir hegemonun olmaması da kuşkusuz bunda etkili oldu. Böylece, tarihsel süreç içinde sistem tartışması, ister tek kutuplu olsun ister çok kutuplu veya iki kutuplu olsun, Roma İmparatorluğu'ndan Amerika Birleşik Devletleri'ne kadar Batılı bir düzen tahayyülüyle ilişkili olarak şekillendi. Osmanlı Devleti, Çin, Japonya ve diğer Batı dışı devletler bu sistem tartışmasının öznesi olmaktan ziyade, sistemi oluşturan aktörlerin etkilediği veya biçimlendirdiği aktörler olarak inşa edildi.

- İmparatorluklar, sistem ve düzen

Devletlerin gücü ve sistem içerisindeki rolleri de, klasik anlamda, sahip oldukları askeri kapasiteleriyle doğru orantılı olarak ele alındı. Bu açıdan dönemin en önemli askeri gücü olan Roma İmparatorluğu, uzun yıllar boyunca ne içeriden ne de dışarıdan büyük bir meydan okumayla karşı karşıya kalan bir hegemon oldu. Fakat gerçek anlamda bir düzen ve sistem inşası Vestfalya Barışı ile mümkün oldu. Nitekim Roma ve Bizans sonrası dönemde Avrupa kıtasında yaşanan kırılganlıklar, kiliseler arası rekabet ve Avrupa kıtasının gardiyanı rolünü oynayan İngiltere, Avrupa'yı domine edecek bir güç olma hayali kuran Fransa ve diğer aktörlerin artmaya başlayan çıkar farklılaşmalarının ortaya çıkardığı çatışma ortamı, 30 yılın ardından ancak bu barışla sona erdi. Bu açıdan Kissinger'ın Dünya Düzeni isimli kitabında "Temelde uluslararası bir düzeni kurumsallaştıran, diğer taraftan da birden çok aktörün varlığının kabul edildiği bir girişim" olarak tanımladığı Vestfalya düzeni, "devlet egemenliğinin korunmasını" merkeze alan bir düzen fikrine dayanıyordu.

Vestfalya düzenine karşı ilk ciddi meydan okuma ise Fransız devrimiyle gerçekleşti. Devrim, ortaya çıkardığı fikirler itibarıyla Vestfalya'dan farklı bir dünya düzeninin olabileceğini gösterdi. Böylece bir devletin kendi içinde yaşanan bir tartışma ve değişim mücadelesi, ilk defa kıta Avrupa'sını da etkileyen bir faktöre dönüştü. Devrimin en önemli kazananı olarak öne çıkan Napolyon'un Fransa'yı hegemon güç yapma iddiası ise Vestfalya düzenini yerle bir etti. Fransa'nın bu dönemdeki yükselişi ve devrim sonrası yayılan fikirler büyük bir çatışma ortamına yol açarken, 1815'teki Viyana Anlaşması, Fransa'nın başarısızlığının ve yeni Avrupa düzeninin simgesi oldu.

Bu noktada Napolyon'un durdurulması, Avrupa güç denkleminde yeni bir aktörün daha öne çıkmasıyla sonuçlandı. Jeopolitik sınırları açısından Asyalı bir güç olarak da kabul edilebilecek olan Rusya, Avrupa güç sistemi içindeki güçlü rolüyle Avrupa devletler sisteminin temel aktörlerinden birine dönüştü. 19. yüzyıl Avrupa'sının başat aktörlerinden biri olan Rusya, Birinci Dünya Savaşı'na kadarki süreçte izlediği dış politikayla güç dengesinin belirlenmesinde önemli bir oyuncu oldu. Rusya'nın yanı sıra Bismarck Almanya'sının Avrupalı diğer aktörlerin hareket alanını sınırlandıracak bir güç dengesi siyaseti izlemesi de dünya savaşına uzanan dönemde düzenin yapısını etkiledi.

Bu döneme kadar Batı merkezli güç ilişkilerinin ve fikri tartışmanın bir ürünü olarak ortaya konulan "düzen" tartışmasında, dünyanın geriye kalanının rolü hep ikincil bir tartışmanın konusu oldu. Buna karşın İslam aklının ve Çin'in dünyaya yaklaşımı, Avrupa düzeninden farklılıkları, düzene katkıları veya alternatif bir düzen tahayyüllerinin olup olmadığı tartışmaları arka planda kaldı. Bu durum Osmanlı Devleti'nin Vestfalya öncesi ve sonrası dönemde Avrupa'nın güç dengesine olan etkisinin, düzenin şekillenmesindeki olası rolünün yeterince tartışılmamasına ve sonraki dönem metinlerinde de Osmanlının, güç denklemini etkileyen değil, bundan etkilenen bir aktör olarak konumlandırılmasına yol açtı.

- İki kutuplu sistemde Batı'nın dışı

Birinci Dünya Savaşı'nın sonuçları ise Batı'nın güç üstünlüğünü daha da görünür hale getirdi. Bu döneme kadar Avrupa güç dengesinin bir parçası olan Rusya, Bolşevik ihtilaliyle farklı bir parametre üzerinden değerlendirilmeye başlandı. Rusya'dan Sovyetler Birliği'ne geçiş, güç ve sistem değişiminin de ilk işareti oldu. Sovyetler Birliği'nin yeni konumu, kendisini zamanla liberal düzen için tehdit olarak görülen "komünizmin", diğer bir ifadeyle "Doğu bloğunun" lideri olarak öne çıkaran bir dile ve temsile dönüştü. İki kutuplu sistemin Doğu kanadını oluşturan Sovyetler Birliği, ABD'nin çevreleme politikasının da etkisiyle Asya veya Ortadoğu'da sınırlı bir etkiye sahip olurken, yine de bu coğrafyalar "iki filin" mücadele sahalarından biri haline geldi. Bu dönem boyunca, "Bağlantısızlar Hareketi" ülkelerinin (sınırlı da olsa) kendilerini farklı konumlandırma çabası dışında, Asya'dan farklı bir itiraz gelmedi. Nitekim son döneme kadar Asya ve Ortadoğu, kolonyal tartışmaların ve güç mücadelelerinin etkilediği bir alan olmanın dışında, uluslararası ilişkiler alanında kendisine yeterli ilgiyi de bulamadı.

İki kutuplu sistemin içindeki mücadelenin Doğu bloğunun kaybıyla sonuçlanması Batı merkezli liberal düzenin zaferi olarak görülürken, Joseph Nye'ın "Wilson'dan Trump'a Amerikan Hegemonyasının Yükselişi ve Düşüşü" başlıklı makalesinde vurguladığı gibi, Birinci Dünya Savaşı'nda güç dengesini değiştiren, Soğuk Savaş döneminde liberal düzenin ve Avrupa güvenlik sisteminin koruyucusu olan ve 1989 sonrasında sistemin tek hegemonu olarak öne çıkan ABD, özellikle son 70 yıldaki "istisnai konumunu" da perçinledi.

- Yükselen aktörler ve düzen

Ancak ABD'nin Soğuk Savaş sonrasında küresel bir hegemona dönüşen bu istisnai konumu, Çin'in 1980'lerin başından bu yana devam eden ekonomik yükselişinin yol açtığı büyük bir meydan okumayla karşı karşıya kaldı. Nitekim Çin'in bu yükselişi bugün ABD'li karar vericilerin en önemli endişe kaynağı olarak kabul ediliyor. Günümüzün en önemli siyasi ve askeri aktörü olmasına karşın ABD, ekonomik anlamda gerileyen ve gerek Çin'in yükselişi gerekse de Hindistan, Endonezya, Brezilya gibi ülkelerin ekonomik alandaki rollerinin artmasıyla, sınırlandırılabilir bir aktöre dönüştü. Bu durum karşısında, bundan yüzyıl önce ABD'nin uluslararası alanda önce diğer devletler karşısında güç dengesini etkileyebilecek bir aktör olarak ortaya çıkması ve sonra en büyük ekonomik güce dönüşerek sistemi domine etmesi dikkate alındığında, Çin'in de benzer bir yolu takip edebileceği öngörüsünün, realist bakış açısının en büyük iddialarından biri olduğu söylenebilir.

Bu gelişme bir yandan özellikle Asya'daki rekabeti artırırken, diğer yandan uluslararası ilişkiler sistemin ilk defa Batı dışı bir aktör eliyle dizayn edilebileceği ihtimalini gündeme getiriyor. Bu değişim sinyali, tarihsel süreç içinde Avrupa düzenin dışında kalan dünyanın yükselişinin, sadece güncel olan üzerinden değil, aynı zamanda bu aktörlerin geçmiş dönemde uluslararası ilişkilerde üstlendiği rollerinin de daha anlaşılır şekilde analiz edilmesine kapı aralayabilir.

Nihayetinde bu tartışma sadece Çin ile sınırlı kalmayacak, diğer yükselen güçlerin rolünün anlaşılması için de ön açıcı olabilecektir. Günümüz dünyasında, Asya'dan Avrupa'ya kadar geniş bir jeopolitik alanda yeni ve daha büyük bir hareketlilik görünüyor. Asya'nın yükselişe geçtiği bir dönemde, Avrupalı aktörlerin iki savaş sonrası dönemde savaşların ve çatışmaların önlenmesi hedefiyle kurduğu Avrupa Birliği, Versay anlaşmasının hayaletini çağrıştıran popülist ve aşırı fikirlerle bu anlaşmanın 100. yılına giriyor. Brexit tartışması, birliğin son dönemde karşı karşıya kaldığı diğer krizler ve Trump dönemiyle birlikte Batı ittifakında yaşanan kırılganlıklar, Avrupa düzeni için de büyük riskler olarak öne çıkıyor.

Bununla birlikte Rusya, Hindistan, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Endonezya, Güney Afrika ve Türkiye gibi aktörlerin yeni dönemdeki rolleri de sistemin ruhunu etkileyebilir. Asya'nın önemli ekonomik güçlerinden olan Japonya ve Güney Kore'nin yanı sıra, Çin gibi ekonomik alanda yükselen Hindistan ve Endonezya'nın izleyeceği siyaset de Asya'daki tektonik güç hareketlenmesini etkileyebilir. Bu ülkeler, Pasifik'te ortaya çıkabilecek olası bir güç dengelenmesi veya güç kaybında ABD ile birlikte konumları ve kapasiteleri etkilenebilecek başlıca aktörler arasında yer alıyorlar.

Putin dönemiyle birlikte ABD'nin dengelenmesi konusunda yeniden önemli bir aktöre dönüşen Rusya ise bugün hem eski Sovyet coğrafyasında hem de Suriye gibi üslerinin bulunduğu stratejik bölgelerde etkinliğini artırıyor. Buna karşın ekonomisi enerji ihracatına bağlı ve kırılgan olan Rusya'nın, Çin'in dengelenmesi konusunda nasıl hareket edeceği henüz belirsiz. Bu açıdan Suriye gibi ülkelerde çıkarlarını korumak istediği bilinen Rusya'nın, ilerleyen dönemde kendi hinterlandındaki çıkarlarını korumak için mücadele etmek zorunda kalacağı iddia edilebilir. Günümüzde özellikle ABD karşısında birçok konuda Çin'le birlikte hareket edebilen Rusya'nın, uluslararası alanda yaşanabilecek bir rekabette komşusuyla ittifak halinde hareket etme ihtimali ise sınırlı. Nitekim Çin'in ekonomik yükselişi, bölgesel bir güçten küresel bir güce evirilmesi ve "Yeni İpek Yolu" gibi projelerle bölgesel ve küresel boyutlarda kendisine yeni alanlar açma çabası, orta vadede Rusya'nın da ilgilenmesi gereken bir sorun olacaktır. Rusya'nın Soğuk Savaş döneminde ABD ile giriştiği rekabet nedeniyle yaşadığı "yıkımın" etkilerini halen hafızasında canlı tuttuğu göz önünde bulundurulursa, Çin gibi orta ve uzun vadede bölgesel ve küresel düzeni etkileyecek bir ülkenin, Rusya'yı tetikte olmaya iteceği de unutulmamalı.

- Yeni bir dünya düzeni mi?

Türkiye gibi ülkeler ise Asya'daki güç rekabetinden nispî olarak uzakta görünseler de özellikle ekonomik anlamda etkilenme ihtimalleri var. Buna karşın, ekonomik kırılganlıklarla mücadele etmeleri halinde, bölgesel açıdan anlamlı bir rol üstlenme potansiyeline de sahipler. Özellikle Türkiye'nin bir yandan son dönemde karşı karşıya kaldığı güvenlik sorunlarıyla ve komşu ülkelerden kaynaklanan istikrarsızlıklarla mücadelesinden taviz vermemesi, diğer yandan da kapasitesini artırmayı sürdürmesi, bölgesel konumunu etkileyecektir. Bölgenin önemli askeri, ekonomik ve siyasi gücü olan Türkiye'nin, bu kapasitesini artırmaya odaklanması ve yumuşak güç araçlarını yaygınlaştırmayı sürdürmesine bakarak, bölgesel istikrarın sağlanmasında en önemli aktör olabileceği öngörülebilir.

Bugünkü yeni düzen arayışı, uluslararası alandaki rekabetin iki güçlü aktörle sınırlı olmaması, birden çok yükselen aktörün varlığı, bölgesel güç dengelerinin değişimi ve ittifak içi ilişkilerdeki değişimin tek bir aktörün peşine takılarak iki kutuplu sert rekabeti doğurmaktan uzak olması, hem birtakım kırılganlıkların ortaya çıkmasına neden oluyor hem de birden çok devlete yeni fırsatlar sunuyor.

Haber Ara