Çadır mezar’a gömülmek
Esenyurt’daki faciada 11 işçinin, çıra gibi yanarak dört beş dakikada bu dünyadan terki diyar etmeleri, ülkemizdeki son iş kazası olmayacak kuşkusuz. İstanbul Davutpaşa ve Tuzla Tersaneleri’nde, Ankara Ostim ve Kozan’da olanlar yine yaşandı, hepsi bu ... Ucuz işgücü, bol kazanç mantığı değişmediği sürece böyle gelmiş böyle gider.
Birlikte radyo haber programı hazırladığımız arkadaşım Atilla Güner şu başlığı buldu. ‘’Çadır mezar’’...
Yazılı ve görsel medyada bu başlığı göremedik tabii... İşçisine 45 ila 60 lira arasında yevmiye veren anlayışının, barınmadan sınıf geçmesini beklemek abesle iştigal olur. İstanbul’u bina cehennemine çeviren dev firmaların binlerce işçinin barınmasını, nasıl sağladıklarını ancak bu facia ile düşünmeye başladık. Çok değil, bu yılın başında Diyarbakır’dan İstanbul’a çalışmak için gelen 5 genç işçi, Fatih’de çıkan yangında ölmüştü. Yine Sultangazi’de bir metal fabrikasında çıkan yangında iki işçi hayatını kaybetmişti.
Oysa uygar bir patronun şu kurala uyması gerekiyor; ‘’İşçilerin barınna sorunu çalışma hayatının bir parçasıdır. Sağlık şartlarına uygun barınma işçilerin en doğal hakkıdır.’’
Ama doğal hakkı kim takar Üstüne üstlük, Esenyurt'ta bazı işçilerin sigortasız çalıştırıldığı ortaya çıktı. Paniğe kapılan firma 2 işçiye öldükleri gece sigorta yapmıştı.
Esenyut’ta 200 milyon Avro değerindeki Alışveriş Merkezi nin inşaatında çalışan işçiler, geceleri adeta çadırlara tıkılıyorlardı. Konteynerler ise şeflere ve usta başlarına ayrılmıştı.(Tv de bir Western dizisi var. 1850’li yılların Amerikasında demiryolu işçileri çadırlarda, şefler vagonlarda yaşıyor!)
Editörlüğünü yaptığım ‘’Atilla Güner ile Akşam Postası’’ adlı radyo haber programına katılan iş güvenliği uzmanı Şükrü Eker, yapılan ayrımcılığın hiç bir kurala ve ahlaki değere uygun olmadığını söylüyor şöyle diyordu; ‘’ Şantiyelerde hem çadır, hem konteyner olmaz. Çalışanlar arasında ayrımcılık yapılamaz.’’
İstanbul eski İtfaiye Müdürü, İTÜ öğretim üyesi Prof. Abdurahman Kılıç ise ‘’ AVM’de bir kaç metrekare mermer için harcanan para ile işçilerin barınması için konyetner alınabilirdi’’ diyordu.
Fatih’de beş Kürt genci alevler arasında can verdiğinde, üç evladını kaybeden acılı babaya Diyarbakır’da nasıl ulaştıysak, bu faciada da Ordu’nun karlı dağlarında yaşayan ciğeri yanan bir başka babayı da bulduk.
Faciada hayatını kaybeden Ahmet Yağal’ın babası Hakkı Yağal, Atilla’nın başsağlığı dileğini hıçkırarak kabul ediyor ve ‘’oğlum iki yıldır gurbetdeydi. Çalışır bize bakardı’’ diye gözyaşı döküyordu.
Faciada amcası Ahmet Keskin’i kaybeden Rüstem Keskin ise kendisinin de inşaat işçisi olduğunuı, bir dönem aynı yerde amcasıyla birlikte çalıştığını anlatırken, şunları söylüyordu; Bizler çadırlarda zor şartlar altında kalırken, şefler konteynerlerde kalıyordu. Elektrik kaçağı vardı. Geceleri çok soğuk oluyordu. Titriyerek uyuyorduk.Defalarca şikayet ettik, bir sonuç çıkmadı.’’
İsa ve Seyfettin Topal adlı iki yeğenini kaybeden Selahattin Topal ise çarpıcı bir iddiada bulunuyor,’’ çadırlar yakıldı. İki çadır biranda alevler içinde kalmaz. Polis olayı çok iyi araştırmalı’’ diyordu
Ölen işçilerin yakınlarına ulaşmaya çalışırken, ülkemizin bir gerçeği ile de yüzyüze geldik. Ordu’nun Kumru ilçesine bağlı Divanitürk Köyü Muhtarı Kemal Köz, ölen Ahmet Yağal gibi pek çok köylüsünün gurbete çıktığını söylüyordu. Kemal Köz, ‘’Bizim buralar hep dağ köyü.Geçim çok zor. Gurbete çıkmak Kumru insanının kaderi. Kar yere düştüğünde, eli ayağı tutan beline keserini takar gurberte çıkar. Çoğu İstanbul ‘da inşaat işlerinde çalışır. Buradaki ailesine ve yakınlarına para gönderir’’ diye konuşuyordu.
İşte böyle... İstanbul’un taşları bu gurbetçilerle döşeniyor, yapılara yeni yapılar onların ucuz ve sigortasız emekleriyle ekleniyor.
Şairin dediği gibi;
‘’Yapı yükseliyor.yükseliyor yapı
Kan ter içinde...’’