DİĞER İÇERİKLER

© Copyright 2023 - Timeturk İnternet Haber

Bu sitede yer alan tüm içerikler Timeturk'e aittir. Kopyalanması kesinlikle yasaktır.

A PHP Error was encountered

Severity: Notice

Message: Undefined variable: currency

Filename: layout/header.php

Line Number: 566

Backtrace:

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\views\layout\header.php
Line: 566
Function: _error_handler

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\controllers\Detail.php
Line: 836
Function: view

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\indexd.php
Line: 315
Function: require_once

A PHP Error was encountered

Severity: Warning

Message: Invalid argument supplied for foreach()

Filename: layout/header.php

Line Number: 566

Backtrace:

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\views\layout\header.php
Line: 566
Function: _error_handler

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\application\controllers\Detail.php
Line: 836
Function: view

File: D:\home\timeturk.com\httpdocs\indexd.php
Line: 315
Function: require_once

islamcılık sempozyumu tartışmaları 1

2013-05-22 15:39:48
Sohbet ıstilahî kavramlara aşina olan insanlar arasında olur. Bir kavramdan farklı şeyler anlayan insanlar boş ve verimsiz bir şekilde aslında o kavramın kendi anladıkları gibi anlaşılması gerektiğini söyler dururlar.

Mümtazer Türköne’nin iddia ettiği gibi İslamcılık ölmüş müdür? Bu İslamcılıktan ne anladığınıza bağlı olarak cevabı verilebilecek bir husus. İddialardan bir diğeri de İslamcılığın özellikle Osmanlı Devleti’nin batı karşısında çözüldüğü ve kendi fikrî, içtimaî, ahlâkî esaslarını dayandırdığı İslam’dan çözümler üretemediği bir vasatta ortaya çıktığı şeklinde. Bu iddia sahiplerine göre İslamcılık, tarihî bir kriz döneminin varlığından doğmuş dolayısı ile tarihî bir keyfiyeti ifade eder. Kimilerine göre ise, İslamcılık içtimaî ve siyasî yani şahsî ve indî olanın dışında kalan hususlarda verilen cevaplardan ibarettir. Sadece teorik ve ideolojik saha ile kayıtlı bir kuruluş ve kurtuluş metodunu ifade ettiğini söyleyenler de var.

Neresinden bakarsanız bakın insanın herkesin İslamcılığı kendisine diyesi geliyor. Hem süregelen tartışmaların hem de sempozyumun takipçilerinin üç aşağı beş yukarı yaşadığı karmakarışık duygu bu oldu. Özetle aslında o adam var ya öyle büyüktü, esasında şu kadar samimiydi vs'den ibaret sözler..

Halbuki esas konu gayet basit. İslam ilahî olan dindir. İslamî olan ise bu ilahî olandan beşerin akıl ve ruh nisbetini muhafaza ederek dünya meselelerine verdiği cevaplardır. Bu basitin girift olan kısmı ise iyi, doğru ve güzel akıl ve ruh nisbetinin hangisi olduğu!..

Bu anlamda Mümtazer Türköne’nin iddiasının çöpe atılmak durumunda olduğunu baştan söylemek durumundayım. Dar bir tanıma göre yapılmış bir değerlendirmenin, ki tanımı da muğlak, ne kadar geçerli kabul edilebileceği su götürür.

Tanımı daha geniş yapanlar açısından ise -ki yine muğlak- misâl; Bediüzzaman, Süleyman Tunahan ve çeşitli tasavvufî önderliklerin her birinin İslam’ın yani ilahî olanın cemiyet planında ayakta tutulması yönünden muazzam çabalarını “İslamcılık” hasrına dahil edebiliriz. İslam ilahî olan ve beşerin gölgesinin düşmediği demek ise, ilahî olanın olduğu gibi muhafazası, izahı ve tebliğini hem ilim hemde hal yönünden ortaya koyanların İslam taraftarlığı kendiliğinden anlaşılır.

Türköne buna ne der bilmiyorum elbette. Fakat ne derse desin İslam tarafında olmadıklarını söyleyeceğini zanetmiyorum.

Yani kimin neye göre ne dediği karışıp gitti ve dolayısı ile kısırlaştı.

Biz basitten başlayarak neyi, nasıl gördüğümüzü izah edelim ve sonrasında bu kısırlıkları mânâlı kılmaya çalışalım.

Buna göre dinin mutlak kaynağının; a) Allah b) (Kul sınır ve haddi içerisinde) Allah Rasûlü olduğu bütün müslümanların kabul ettiğidir ve işte bu kaynaktan sadır olan ne varsa bütünüyle İslam’ın aslıdır. Zaten müslümanlık vasfı bunu kabul edenin vasfıdır. Biz böyle olan birisine müslüman deriz. Bu kabul ve tasdik, taraf olmak demektir. İşte bu kabulün dışında var olanlara karşı ortaya koyulan red ve iptal tavrı ile red ve iptal ettiğinin yerine ortaya konulanlara bağlı akıl ve ruhun söyledikleri -din aslına bağlı mukadder oluşlar- olarak beşeridir ve İslam’a nisbetleri açık olduğuna göre İslamîdir. Yanlış nisbetler ise en hafifinden hatadan başlayarak küfre kadar varan sonuçlarıyla gayr-i İslamîdir. Ehl-i Sünnet İtikadî ve Amelî Mezhepler ile gayrısının durumu budur. İşte Bediüzzaman, Süleyman Tunahan ve çeşitli tasavvufî önderlerin muhafaza ettiği ve yaşatma mücadelesi verdikleri şey, Ehl-i Sünnet İtikadı ve Amelî Mezheplerinin olduğu gibi bildirdikleri İslam ile buna bağlı olarak iyi, doğru ve güzel bir nisbet-usûl ile söyledikleridir. Yani İslam ve İslamî olanın muhafaza ve müdaafasından ibaret bir mücadele.. Burada dikkat edilmesi gereken husus, dinin aslı ve bu asla bağlı olarak mukadder olan hususlardır!.. Söz konusu bu sahada beşeri olan, asla dair mukadder oluşları açar ilave yapmaz. Yani din ve dine ait olan mahiyetleri itibariyle mükellefiyetler yükler.

Bu din ve dine ait mukadder oluşlar halinde; Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'tan müteşekkil, ilk ikisi asıl son ikisi ise bu aslın mukadder açılışlarına dair ana usûlleri belirtir. Ve asılda dine ait oluşları bakımından zaman üstü mahiyettedirler.

Şimdi gelelim işin diğer cephesine, mükellefiyet belirten hükümlerin sürekli değişen dünya şartlarına nasıl tatbik edileceği konusu, tarihî seyir içerisinde “tatbik fikri” ile alakalı çeşitli meseleleri gündeme getirmiştir. Bir tatbik fikrinden beklenen şey, ancak yaşamakla hayatiyet kazandırılması mümkün olan “mükellef tutulduğumuz hükümlerin” ki bu geniş manasıyla Müslümanlık Ahlâkı demektir, mevcut dünya şartlarına taşıyabilmeyi mümkün kılmasıdır. İşte bir tatbik fikrî böylece, mevcut dünya şartlarında varlık gayesi olan; “mükellef tutulduğumuz hükümler”le tahkim edilmek istenen “güzel ahlâk”a erdirmek imkânını sağlayabiliyorsa makbûldür ve ayrıca bir mükellefiyet ifade eder. Buna göre bir tatbik fikrinin mükellefiyet belirtebilmesi için;

1)Bu kasıt ve gaye ile ortaya konulmuş olduğu halde “mükellef tutulduğumuz hükümler”e aykırı olmaması, (Gereklilik şartı)

2)Ve yine bu kasıt ve gaye ile ortaya konulmuş olduğu halde mevcut dünya şartlarının doğurduğu insan ihtiyaçlarını karşılamasıdır. (Yeterlilik Şartı)

Bu şartlardan birincisi tatbik fikrini bağlayan “zaman üstü”, yani bütün zamanları kuşatan ölçülere uygunluk vasfını, ikincisi ise tatbik fikrini bağlayan “zaman içi”, yani sadece dünyanın o gün ki mevcut ve kayıtlı durumunu göz önünde bulundurmayı gerektiren vasfını belirtir. Buradan anlıyoruz ki bir tatbik fikri değişmez “mükellef tutulduğumuz hükümler”le kayıtlı olduğu halde zamanın akışı içinde sürekli değişen eşya ve hadiselere çözüm getirebiliyor olmalıdır. Bu bir tatbik fikrinin sürekli değişen insan ihtiyaçlarını, değişmez ölçülerle karşılayabilecek bir fikir olduğunu gösterir!.. İşte biz buna “dünya görüşü” veya “İdeolocya” diyoruz!..

İslamî bir dünya görüşü eğer bu vasıflara sahipse mevcut halde gerekli, zorunlu ve makbûldür. Birinci vasıf “gereklilik şartı”, ikinci vasıf ise “ yeterlilik şartı”dır. Gerekli olanı karşıladığı halde, yeterli değilse ki Osmanlı’nın düştüğü durum gibi, çökmeye ve çözülmeye mahkûmdur!.. İslamîdir ama yeterlilik şartlarını sağlayamamıştır! İslamî olduğu halde yeterli olmaması çelişik bir ifade gibi gözüküyorsa da bu söz konusu olan “tatbik fikri” sahası olduğunda anlaşılabilecek bir husustur. Çünkü burada zaaf, gereklilik şartı olan “mükellef tutulduğumuz hükümler”den değil, yeterlilik şartının karşılanamayışından doğmaktadır. Osmanlı misalinden devam edersek, dünya görüşü yetersizliğinin ortaya çıkması ve derinleşmesi sürecinde, yetersizliğin şiddeti arttıkça, bu yetersizlik giderileceğine, gereklilik şartı olan ölçüler sorgulanmaya başlanmış ve “dünya görüşü” yenileneceğine, din yenilenmeye çalışılmıştır. İşte bugün bazılarının Osmanlı’nın çözülüş ve çöküşü karşısında takındığı tavır bakımından "ıslahçılık" dediği husus yanlış teşhis üzerine kurulu bir “İslamcılık” olarak ortaya çıkmıştır. Gereklilik şartı olan ölçülerden doğduğu vehmedilen krizin çözümü olarak bizzat ölçüleri, Allah ve Rasûl’üne dayanarak “ıslah” temelli bir anlayış ortaya çıkmıştır. Bu tam da batıda Hıristiyanlığın “ıslah” edilmesi çığırı olarak reformculuğun, İslam ümmet bünyesine dahil edilmesidir. –Dikkat- Dinin ilahî temel ve mutlak kaynağı olan Allah ve Rasûl’üne dayanarak ortaya çıkan bu yeni akım, dayanağını Allah ve Rasûl’ü olarak ilan edince “İslamcılık” adıyla tesmiye edilmiştir.

Bu akımı temsil eden kimi önderlerin şüphesiz batı karşısında tavır alınması gerektiği ve çözümün İslam olduğu iddialarıyla birlikte düşünüldüğünde, ümmetin asılda farkında olmadığı bir “dünya görüşü” krizi yaşadığı halde itibar mevkiine oturtulmuştur. Yazının konusu bu yanlış teşhisin ne kadar kasıtlı veya kasıtsız bir niyetle yapıldığı olmadığı için geçiyorum. Mevzuumuz doğru teşhis ve sonuçları bakımından farkları ortaya koymaktan ibaret.

İslamî bir dünya görüşünün getirdiği ölçüler, dinin aslı ve aslına bağlı mukadder ölçüler sınıfından olmayıp zamanla sürekli yenilenmek durumundadır. Bu İslamî bir dünya görüşünün beşerî bir icad ve buluş keyfiyetinden kaynaklanır ve sürekli yenilenme ihtiyacında olduğunu gösterir.

Bu durumu bir metafor yardımıyla izah etmek istiyorum.

İstanbul’dan Ankara’ya gitmek emri verildiğini düşünelim. Bu emrin de 1400 sene önce verilmiş bir emir olduğunu..
1400 sene önce eşya ve hadiseler üzerinde mevcut insan birikiminin durumuna bakarsak bu yolculuğun hayvan gücüne bağlı bir anlayışla gerçekleştirilmeye çalışılacağı tabiidir. Yolcuğun aldığı zaman göz önünde tutularak, yolculuk boyunca giyim, beslenme vs gibi ihtiyaç maddelerinin de birlikte taşınmak zorunda olması da tabiidir. Şüphesiz İstanbul-Ankara arası yolculuk esas gayesine göre at ve deve sırtında taşınması gereken eşyalar bir güçlük belirtir. Bu duruma çözüm olmak üzere kervansaraylar inşa edilmiştir. Bu yenilik esas gayeyi “eşya” taşımak bakımından belli ölçüde kolaylaştıran ve mevcut insan birikiminin artışını bu yönde değerlendirmek şuurundan doğan yeni bir icaddır. Daha sonra kervansaraylar arasında hayvan gücüne bağlı tekerlekli arabaların ve buna uygun yol şartlarının oluşturulduğunu düşünelim. Artık bu yeni durum, değişmeyen aynı emrin ileri bir tatbiki olarak yenilenmiş olmaktadır. Daha sonra sırf eşyaları önden taşımak üzere nakliyeciliğin geliştiğini, yolcuların ise çok daha hızlı yaylı at arabalarıyla yolculuk etmeye başladıklarını.. ilh. Bu yenileşme keyfiyet olarak esasta hayvan gücüne bağlı olarak sabit bir emrin tatbikine dair bir geliştirmedir. Bu bir değişmez emrin, değişmez bir anlayışa bağlı olarak kendi iç gelişimi manasında tatbik fikrinin yenilenmesidir.

Fakat bu gelişmenin olgunlaştığı bir durumda öyle sıçramalar olur ki, insan ihtiyaçlarının gelişimi boyunca zorlanan insan bilgisi hayvan yerine başka bir güce dayalı vasıta icadıyla köklü bir değişim aşamasına gelir. Bildiğimiz karbon esaslı motorun icadı önceki durumu ve buna bağlı kolaylaştırıcı vasıtaları da köklü bir değişme zorlar. İşte bu tatbik fikrinin esastan değişmesi ve yenilenmesidir. Fakat emir ve mükellefiyet aynen caridir..

Şüphesiz bu bir metafordur ve maksadı bir zaviye kazandırmaktan ibaret.. "Aynen böyledir ve bu kadar basittir!.." demek istemediğimizi ayrıca belirtmeye gerek yok. Çok daha farklı ve değişik metaforlar da kullanılabilirdi. Yani metafora takılmayın.

“Mükellef tutulduğumuz hükümler”in uygulanmasının dün devletleşmeyi gerektirmesi gibi bugün de devletleşmeyi gerektirdiği bir bedahat!.. Dünün “dünya görüşü”nün öngördüğü devlet modelini aynen tekrar etmek bugünün değişmiş insan anlayışı ve ihtiyaçları karşısında yetersiz kaldığı ve kalacağı da bir bedahat! Öyle ise?!

İslamcılık tartışmaları ve sempozyumunda asıl meselemiz olan bu konu -misâl- es geçilmiştir. Ve bunun es geçilmesi tesadüfî değildir. Bu bakımdan mevcut tartışmaların basit ve toplu bir tekrarını dinledik. Daha fazlası değil!. İşte bu bıktırıcı ve sonuçsuz iddiaların ve tartışmaların tekrarından müşahhas bir sonuç çıkmayacağı şeklindeki Türköne’nin tespiti doğrudur.

Türköne’nin haksız olduğu konu ise, İslamî bir dünya görüşü ile ancak rayına oturabilecek "mevcut kriz" halinden hareketle, bu yolu tümden kapatması ve İslam’ı üstelik Bediüzzaman’a dayanarak sırf “yaşayan bir ahlâk” (!?) şeklinde çözülmüş farz etmesidir. Halbuki Türköne’nin yaptığı şey, vücudu verem mikrobu tarafından işgal edilmiş hastaya bakıp, “bu verem” değil diyerek hastalığı tabii sağlık olarak sunmaktan ibarettir. Çözülmüş dediği bu ve temsilcileriyle halleride ortada!.. Diğerlerinin durumu ise bu adam hasta dedikten sonra, bir kısmı hastalığın kaynağı nefes alması deyip, burun deliklerini tıkamaya veya ciğer zaten fazlalık deyip vücud bütünlüğünü zedelemeye eş teşhis hataları ve buna bağlı güyya tedavileri!..

Bir seri halinde yazmayı planladığım bu konunun devamında bugüne hitap eden müşahhas İslamî Dünya Görüşü’nden bahis açıp, bu iki yanlış tavır ve yaklaşım karşısında “şifa”nın mihrakını işaretlemeye çalışacağım. Elbette bu yazıdaki gereklilik ve yeterlilik şartı vasfıyla merkeze aldığım dünya görüşüne bağlı "tatbik fikri"ni de açarak!.. Araya acil durumların gerektirdiği yazılar girerse, devamını bekleyin diye yazıyorum bunu.
Görüş Bildir Bizimle Paylaş