Dolar

32,4899

Euro

34,5986

Altın

2.477,32

Bist

9.561,70

Kirlenen topraklarda temiz yürekler

Timeturk yazarı Hayrunnisa Çiçek, Suriyelilerin yaşadığı kamplarda çocukların gündelik yaşamanı eğildi..

10 Yıl Önce Güncellendi

2015-03-07 22:53:05

Kirlenen topraklarda temiz yürekler

İşte Hayrunnisa Çiçek'in Diriliş Postası Gazetesi'nde yayımlanan o yazısı:

Yine bir sabah erkenden yola koyulmuştuk. Ama evden çıkarken heyecanla karışık ve tedirgin duygular içindeydim. Minik kızım olmadan gittiğim yerler olmuştu ama hiçbir zaman tekrar tekrar geriye dönüp bakmamıştım. Bu kez baktım, çünkü bu kez gideceğimiz adresin adı Suriye idi.

Kadın ve Demokrasi Derneği ( KADEM ) Basın Komisyonu olarak gidiyorduk komşu topraklara. Her birimizin Suriye dendiğinde gözleri doluyor, yüreklerimiz ardı arkası kesilmeyen katliam haberlerine kayıtsız kalamıyordu. IHH İnsani Yardım Vakfı’nın organizatörlüğünde başlayan yolculuğumuz hava şartlarından dolayı zorlu geçtiğinden programımız biraz değişti. İyi ki de değişmişti. Bu sayede Kilis’te bulunan yetim evlerini ziyaret ettik. Birbirinden küçük üç ayrı evde yaşayan yetmiş kişi. Boy boy çocukların başında darma duman olmuş anneler. Odalarda kuru kilim ve bir kaç minder, mutfaklarda boş tencere. Yalın ayak avluda dolaşan çocuklar. Bir tarafta soğuklar, diğer tarafta bütün isini odalara dolduran odun sobası ve yüzleri isten görünmeyen ama yaşanan her şeye rağmen gözlerindeki ışık sönmeyen yetimler.

Ancak birden Musa çekti dikkatimi. Gülüşü naif, bakışı mahcup Musa. Herkes koşuştururken bir taraflara mutluluk içinde, O hep kenardan seyretti, O’nun gözleri bir başka bakıyordu sanki. Diğer çocuklara göre biraz olsun büyük olmasından mıydı, yoksa savaşın yükünü artık kaldıramıyor muydu bilmiyorum ama gözleri ışıldamıyordu… Belki de evin erkeği oydu! Gözlerim, gözlerinin etkisi altında bakacak başka yerler aradı. Yerde bulunan kilimin üzerindeki kirli beyaz çizgiler sanki kırmızıya karışmıştı. Nasıl ki Suriyeli çocukların beyaz umutları kirlenip kırmızı kana karıştıysa aynı öyle işte…

Böyle karışık bir halde evden çıktıktan sonra öğrendim ki, yaşına rağmen dev gibi yükün altında kalan Musa’nın sağ gözü isabet eden bir taş yüzünden görmez olmuş! O andan itibaren sanki sabah olup Suriye topraklarına geçene kadar ben de görmez olmuştum hiçbir şeyi!

Erken saatlerde yolculuk başladı. Geçtiğimiz tüm kontrol noktalarında ‘Başımız üstüne, buyurun’ dediler. Çünkü büyük bir özveri ile savaşın başladığı andan itibaren bu topraklarda insani yardım çalışması yapan İHH İnsani Yardım Vakfı’nın gördüğü hürmet, yetimin ve duanın gücündendi aslında. Biz de alınan duaların gücüne inanarak yolumuza durmadan devam ettik.

O kadar çok istiyordum ki bir gelin gibi süslü haliyle Eski Çarşı’yı gezmeyi, tarihle taçlanan Halep’i, Dera’yı, Şam’ı, Lazkiye’yi görmeyi. Oysa şimdi yok olan tarihin yerine kara sayfalar ile yeniden yazılan başka bir tarihe tanıklık ediyordum. Babunnur, Babüsselam, Siccu, Yeni Siccu, Şemmarin ve daha niceleri. Her biri içinde on binlerce kişiyi barındıran çadır ve konteynır kentler… Birden gözüm zeytin ağaçlarına takıldı ve Tin Suresi’ni okudum; ’Andolsun o incire, o zeytine. Sina Dağı’na ve bu güvenli beldeye ki. Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına kaktık. Ancak iman edip yararlı işler yapanlar başka; Onlar için kesilmez bir mükâfat vardır. O halde sana dini kim yalanlatabilir? Allah hâkimlerin hâkimi değil mi?’


Babunnur, Nur Kapısında edilen ve görülen ‘Dua’. Açılan demir kapısının ardında çamur deryasına dönmüş, zor hava koşulları arasında yapılan yamalar ile ayakta kalmaya çalışan ve Halep ilk bombolandığı zaman sığınılan mekân. Balçıkla sıvanmış ayaklar, bizi bir çadırdan diğerine götürüyor. Hepsi aynı, hepsi boş, hepsi soğuk, hepsi ıslak ve hepsi çok kalabalık!

Yaşanan onca hengâmenin arasında üç yaşlarında bir kız çocuğu. Çıplak ayaklarına geçirdiği plastik terliği, soğuk havaya rağmen üzerine geçirilen incecik kıyafeti ve dağınık sarı saçları ile bana bakıyor. Ona doğru eğiliyorum ve o anda boynuma sarılıyor. Kucağıma alıp doğruluyorum. Hiç bırakmamacasına, o anda hissettiği sıcaklığı hiç unutmamacasına sarılıyoruz birbirimize. Adeta kilitleniyoruz. Adı Dua…

İşte o anda sabah saatlerinde evimden çıkarken içimde beliren tedirginlik ve kızımı bir daha görememe endişesi yerini utanma duygusuna bırakıyor. Ve o andan itibaren tevekkül ediyorum Rabb’e. O emanetin ise, bu da emanetin diyorum içimden kısık bir ses ile!

Bütün bir kampı Dua ile birlikte dolaşıyoruz. Hepimiz bir elin kaç çocuğa yetmesi gerektiğini işte bu kampta öğreniyoruz. Etrafımızı çeviren çocuklar ile oyuna dalıyoruz. Kadınları dinliyor, yaşlıların hayır duasını almaya çalışıyoruz. Kilis’te ziyaret ettiğimiz yetim evinde eşi şehit olan kadının yaşını o andan itibaren durdurması ve sonraki yıllarını hesap etmemesi gibi biz de o anı yaşıyoruz özgürce. Yanı başımızdan geçen ambulanslara ve tüm yaşananlara nispet edercesine… Belki de hiç bu kadar yoğun çamur ile tanışmayan kıyafetlerimiz, kirlemenin tadına ilk defa varıyor.

Birden gözüm ekip arkadaşımız Yönetmen Tülay Gökçimen’e takılıyor. Etrafına toplanan çocuklardan biri Tülay’ın eteklerine bulaşan çamuru eliyle temizlemeye çalışıyor. Tülay onu kaldırmaya çalışıyor, o tekrar aynısını yapıyor. Tülay tekrar onu kaldırmaya çalışıyor, ama o ısrarla yine aynısını yapıyor. Çünkü tüm kirlenmişliklere rağmen tertemiz kalan yüreği, ona şefkatiyle muamele eden bu kişinin üstünün başının kirlenmesine razı olmuyor, olamıyor! Hem de üzerindeki onca kire ve çamura rağmen. İşte o an donup kalıyorum! Ve işte o an zaman da donup kalıyor!


Geri dönüş için yola çıkıyoruz. Her şeyi geride bırakarak, ama hiçbir şeyi geriye bırakmayarak. Bir tarafta yetimlerin bitmek bilmeyen sevgileri, diğer tarafta ise kalbimizde ve kıyafetlerimizde çamurlar ile dönüyoruz evimize. Onların dışında ne önemi var ki? Özenli bir şekilde çıktığımız evimize çamurlu kıyafetler ile geri dönmenin? Onca kirlenmişliğe rağmen kazandığımız tertemiz duaların yanında!

Haber Ara