Dolar

32,5378

Euro

34,9279

Altın

2.440,10

Bist

9.716,77

Soma'nın yansıttığı içimizdeki karanlık

Türkiye, yine bir matemini laf kalabalığıyla geçiştiriyor. Böylece yine kendisiyle yüzleşemiyor, kendi eksiklikleriyle karşılaşmıyor, acıyı yeterince sindiremiyor.

11 Yıl Önce Güncellendi

2014-05-22 14:10:13

Soma'nın yansıttığı içimizdeki karanlık

Başkaları için döktüğümüz gözyaşı çabuk kurur. Soma, dilerim bizim için başkası olmaz, bu elim hadise bize insan olarak ötekinden, kardeşimizden sorumlu olduğumuz gerçeğini hatırlatmaya devam eder. Soma faciasına dek, yer altında ekmek parası için alın teri döken insanlarımızın hangi şartlarda çalışmak zorunda olduklarını bilmiyorduk. Bu hadise bizi görmemenin, bilmemenin, yüzümüzü hep başka tarafa çevirmenin bir cürm-ü meşhut psikolojisi içinde yakaladı.

Soma faciası bizi utandırdı zira hiç istemiyor ve beklemiyorken bizi kendi karanlığımızla yüzleştirdi. Ocakların o büyük karanlığından sağ kurtulan madencilerin söz ve irfanı, ruhlarımıza adeta ışık tuttu ve asıl karanlığın bizim içimizde olduğunu gösterdi. Anadolu’nun bu temiz evlatlarının bir sedyeyi kirletmemekteki inceliği, kendisinden önce arkadaşının kurtulmasını dilemekteki ruh temizliği karşısında, günübirlik politika ve çıkar hesaplarıyla kirletilmiş ruhlarımız, bir şaşkınlık şoku yaşadı. Madenin içi adeta madenin dışını tedavi ediyordu. Madenden bir ölüm kalım mücadelesiyle çıkanların sükuneti, konforlu hayatlarından olan biteni izleyenlerin öfkesini yatıştırıyor gibiydi.

Türkiye orta sınıflarının güncel nevrotik hallerinden biri olan samimiyet simsarlığı, burada da devreye girmekte gecikmedi: Günlerce hangi televizyoncunun, pop starın veya futbolcunun gözyaşlarına hâkim olamadığının hikâyelerini dinledik. Başka insanların acısının magazin diline tercüme edilerek nesneleştirildiği, ‘başkasının acısına bakmak’ın ancak benim duygularımı gösterdiği kadar anlamlı olabildiği çarpık bir samimiyet simsarlığıydı bu. Benden bir maliyet istemediği sürece katılmakta beis görmediğim, acı çeken yanımı kendime ve başkalarına göstermekle kendimi daha insan hissettiğim bir tür samimiyet ayini. İnsanlarımızın karanlık dehlizlerde karbonmonoksitle zehirlenerek öldüğü, hepimizin bakışlarını kaçırdığı o yerde meğer iğrenç bir kölelik düzeni hüküm sürüyormuş. Meğer insanlar üç otuz paraya hayatlarını o karanlık dehlizlerde kömür tozu yutarak kazanıyormuş. Türkiye orta sınıfları için kalk borusu. Ve uyandığında gördüklerinin bir kâbus değil de gerçeğin ta kendisi olduğunu fark etmenin utancı. Bu utanç yüzünden belki uzunca bir süre bir diğerimizin yüzüne bakamadan yaşayabilirdik ama şükür ki politika var.

Türkiye'nin yas tutma yetersizliği

İnsan, nasıl göründüğüyle çok ilgili bir varlık. Hepimiz çevremizdeki insanlara daha duyarlı ve ahlaklı görünmek istiyoruz. Başkalarının gözünden, bu dünyadaki varlığımızın doğruluğuna dair bir teyit okumak istiyoruz. Hislendiğimizi ve acı çektiğimizi göstermek istiyoruz, birileri bizi de kayda alsın, kendi üzerimizden anlattığımız bu acıdan bize de bir samimiyet puanı versin istiyoruz. Oysa yas zamanları sükutun konuşmaktan daha kıymetli olduğu zamanlardır. Oturup kayıplarımız üzerine düşünmenin, canlarını yitiren kardeşlerimizin, kocalarını ve babalarını yitiren ailelerin ve maalesef ruhunu yitirmiş olan bizlerin üzerine düşünmemiz gereken zamanlar. Sessizliğin kelimeleriyle ruhumuzu onaracağımız zamanlar. Kalbimizi acıyı içeriden yaşamış olanın sözüne açıp, bizim sustuğumuz zamanlar.

Türkiye, yine bir matemini laf kalabalığıyla geçiştiriyor. Böylece yine kendisiyle yüzleşemiyor, kendi eksiklikleriyle karşılaşmıyor, acıyı yeterince sindiremiyor. ‘Yas tutma yetersizliği’ yüzünden, bu faciayı da ruhsal topoğrafyasında yerli yerine oturtamıyor ve ileride bir dizi ruh spazmına yol açacak bir inkar politikasıyla matemini geçiştiriyor. Matem nasıl olurdu biliyor musunuz? İnsanlar utançlarından eğlence programlarına bakamadıklarında olurdu, acıyı magazinleştirmek yerine onu sahiden yaşamakla, acı çekenle birlikte gerçekten acı çekmekle olurdu. İnsanların yoksulluk ve acılarının dumanı hâlâ tüterken, orada bütün öfkenize rağmen, politik slogan atmamayı başarabilmekle olurdu.

Yine de öfke anlaşılabilir bir duygu. Buhran zamanlarında hepimiz taşlayacak bir şeytan, parmağımızla işaret edeceğimiz bir hain ararız. Türkiye’de bir kesim, genelde iktidar partisi ve daha özelde başbakana duydukları nefret üzerinden bir dayanışma ahlakı inşa ediyor. Bir tür seküler maneviyat. Bir ifritleştirme/demonizasyon süreci. Öyle ki adeta ülkenin başbakanından bir karikatür çıkarıyorlar. Onu insan altı bir rütbeye yerleştirmekle de her türlü kötülüğün taşıyıcısı haline getiriyor, hem kendi politik duruşlarını temize çekiyor hem de sandık sonuçlarına karşı ‘mücadeleye devam’ etmek için bir moral motivasyon sağlıyorlar.
Kabileciliği hepimiz seviyoruz, ötekinin kirliliğine duyduğumuz inancın kendi saflığımıza işaret ettiğinden eminiz. Öfke anlaşılabilir bir duygu ama politik öfkenin de kendi zamanını bekleyebilmesi iyi olurdu. Matem ve endişenin üzerimizdeki gökyüzünü kömür siyahına kestiği bir zamanda, öfke beklemeliydi. Soma’da ve başka yerlerde, facia bütün sıcaklığıyla devam ederken öfkenin bir politik güç olarak devreye sokulması, kriz dönemlerde şaşkınlığı tescillenmiş bir iktidarı yıpratacak eski bir enstrüman olarak yeniden devreye sokulması, sokaktaki yurttaşı incitti. Beni incitti.

Kurtarma faaliyetleri sürerken, bütün Türkiye nefesini tutmuş beklerken, birileri politik hesaplar yapıyordu. Samimiyet ve öfke simsarlığı at başı gidiyordu. Ben burada bir toplumsal kutuplaşmadan ziyade genel bir olgunlaşmamışlık buluyorum. Beklemeyi bilemeyenlerin, acıyla nasıl daha olgun bir biçimde baş edebileceğinin bilgisini edinmemişlerin tepkiselliği. Bunu sosyal medyada üretilen söylence kültüründen de izleyebiliyoruz. Yalan haberler, milletvekillerinin hesapları ele geçirilerek üretilen sahte beyanlar, politik hasmını şeytanlaştıracak her türlü söylence, kolaylıkla devreye sokuluyor. Özellikle ulusalcı çevrelerden gelen politik muhaliflerin dili, rasyonaliteden uzaklaşarak giderek bir söylence diline, hatta biraz daha ileri gidersek, inanma biçimleri de bir söylence dinine dönüşüyor. Kısa vadede anlık bir heyecan sağlamakla birlikte, bu dil, kendi çoğaltıcılarının güvenirliğini zedeliyor ve bir akla yaslanamıyor oluşun zaaflarıyla, orta vadede politik dezavantaja dönüşüyor.
Üslup, matem zamanlarında bir mücevher gibi ışıldar oysa. Muhalefet liderlerinin Soma’da gösterdikleri saygılı tavır pek çok insanın takdirini kazandı. Keza enerji bakanının gayreti kadar, kullandığı ölçülü ve saygılı dil de insanların acısını bir nebze hafifletti.

Fıtrat tartışması insanları incitti

Başbakanın Soma’daki konuşması ise talihsizliklerle doluydu. Bu kadar kritik bir zamanda aslında ne kadar az konuşulsa o kadar iyiydi, insanlar sadece ‘hissedildiklerini hissetmek’ istiyorlardı. Yaşadıkları acının devletin yetkililerince de samimiyetle paylaşıldığını hissetmek ve herkesi içine alan karamsarlık ve endişe bulutundan kurtulmak istiyordu insanlar. Bunun için yanlışlıkların üzerine kararlılıkla gidileceği mesajı ve açık bir duygudaşlık yeterliydi.

Fıtrat tartışması ve ‘tarih öncesi’ maden kazalarının bir örnek olarak sunulması, insanları incitti. Bu savunmacı dil, acıların temize çekilmek istendiğine dair bir algı oluşturdu ve varlığını öfkeyle sağlayan toplumsal kesimlerin ekmeğine yağ sürdü. İnsan hayatının değersizliğine duyulan ortak milli itikat, bu sözlerle adeta teyit ediliyor, bu da insanların çaresizlik hislerini ve dolayısıyla öfkelerini tırmandırıyordu. Politik olgunlaşmamışlığın şahikası ise başbakan danışmanının yerdeki bir protestocuyu tekmelemesi oldu. Siyasetin zekice atışmalarla değil de sokak itişmeleriyle yürüdüğünün bir simgesi gibiydi bu olay. Tribünlerden, ‘vur!’ seslerinin duyulduğu bir sokak dövüşü gibi. Her fani bu kör dövüşünde öfkeyi tadıyor.

Türkiye’nin kutupları, rasyonel olanın değil, işlenmemiş duyguların işbaşında olduğu bir politik iklimin meyvesi. Dolayısıyla da, bana göre, gerçek manada bir sosyolojik karşılıkları yok. O yüzden tepkisellikte bazen birbirinin karbon kopyası izlenimi veriyor. Acı Soma tecrübesinden sonra, Anadolu insanının irfanının, öfkeli kalabalıkların politize zihinlerinden daha doğru bir yerde durduğunu fark etmiş bulunuyorum. Bu ruh zenginliğine ihtiyacımız var. Birilerinin zekice söylediği gibi, ‘meğer yer altı zenginliği dediğimiz, bu madencilerin ta kendisiymiş!’

Kemal Sayar, psikiyatri profesörüdür. İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’nde klinik şefliği, çeşitli radyo ve televizyon kanallarında programlar yaptı. Halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanlığı görevini yürüten Sayar, Hayat Teselli Bulmaktır (Timaş Yayınları, 2013) ile Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez (Timaş Yayınları, 2012) başta olmak üzere yirmiyi aşkın kitaba imza attı.

Kemal Sayar / Al jazeera

Haber Ara