Dolar

32,3817

Euro

35,0379

Altın

2.326,97

Bist

9.142,40

Türkiye, Suudi Arabistan ve Orta Doğu'da değişim

Türkiye, Arap Baharı sürecinde endişe duyan ve gerekli gördüğü yerlerde müdahale eden Suudi Arabistan’ın tam aksine olumlu manada aktif bir rol oynadı.

11 Yıl Önce Güncellendi

2014-03-19 10:44:07

Türkiye, Suudi Arabistan ve Orta Doğu'da değişim

Arap Baharı denilen değişim dalgası, Kuzey Afrika’dan Orta Doğu’nun kalbine doğru yayılmaya başladığında, yanıtı en fazla merak edilen sorulardan birisi, bu dalganın nereye kadar ulaşacağıydı. Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Suriye derken mevcut trende mugayir tek ülke Bahreyn’di. Arap Baharı, birer birer Arap cumhuriyetlerini vuruyor; fakat Bahreyn dışındaki Arap monarşileri bu dalgadan asgari ölçekte etkileniyordu.

Aslında Suudi Arabistan ve Kuveyt’te de Arap Baharı’ndan mülhem sayılabilecek bir hareketlenme söz konusuydu. Anayasal monarşinin tecrübe edildiği Kuveyt’te sokağa dökülen halk, hükümet değişikliğini sağlayabilince protestolar büyük ölçüde ivme kaybetmişti. Suudi Arabistan’da ise 2012’ye kadar sarkan dönemde protestolar yapılmış; Katif ve Riyad gibi şehirlerde yoğunlaşan gösteriler, mezhepsel tonları da üzerinde barındırmıştı.

Suudi Arabistan, gösteriler büyümeden kullandığı havuç-sopa metotuyla Arap Baharı’nın kendi topraklarında kök salması ve ivme kazanmasını engelledi. Bunun için bir taraftan şiddet kullanmaktan kaçınmadı (raporun orijinal İngilizce metni). Diğer taraftan ise Şubat 2011’de 35 milyar dolar, Mart 2011’de ise 96 milyar tutarında ekonomik yardım paketlerini uygulama soktu. Bu yolla Krallığın en büyük motivasyon metodu olan maddi destekle halkın rahatsızlığını gidermeye çalıştı.

Ülke içinde alınan bu önlemlere ek olarak Suudi Arabistan, Bahreyn ve Mısır’da yaşanan olaylara da sert tepkiler gösterdi. 14 Mart 2011’de Bahreyn’in daveti üzerine, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) çatısı altında Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri askerlerinden oluşan bir birliği Bahreyn’e gönderdi. Bu hamle, Suudi Arabistan’ın Körfez bölgesinde Arap Baharı dalgalarını görmek istemediğinin ve bunları engellemek için herşeyi yapmaya hazır olduğunun en somut, en güçlü göstergesiydi. Mısır’da ise başlarda, en azından retorik düzeyinde bir karşı çıkış söz konusuydu.

Suudi Arabistan, Mübarek’e sahip çıktı

Mısır’da 2011’de Hüsnü Mübarek’in devrilmesine, ABD’nin de bunu engelle(ye)memesine en büyük tepkiyi iki Orta Doğu ülkesi gösterdi: Suudi Arabistan ve İsral. Mübarek’in bölge güvenliği için önemine vurgu yaparken İsrail, 1978 - Camp David Anlaşması düzeninin bekçisi rolündeki Mübarek’in İsrail’in güvenliği açısından önemini kastediyordu. Suudi Arabistan’ın gündemi ise farklıydı.

Suudi Arabistan Krallığı, Mısır’da bir taraftan on yıllardır yakın ilişki sürdürdüğü bir müttefikin üstünün silinmesini ABD’nin vefasızlığına bağlarken, aynı duruma yakın bir ABD müttefiki olan kendisinin de düşüp düşmeyeceğini sorguluyordu. Diğer taraftan Mübarek’in devrilmesini, Suudi Arabistan’ın bölgede kendisine tehdit olarak gördüğü iki unsura fayda sağlayacağını tahmin ediyordu.

Bunlardan ilki; Mübarek’in Suudi Arabistan ile paralel hareket ederek bölgede kenara ittiği İran’dı. Suudi Arabistan’ın İran ile bölgesel mücadelesinde Mübarek gibi bir lidere ve Mısır gibi güçlü bir ülkeye ihtiyacı vardı. İkincisi; 25 Şubat 2011 Devrimi’nden sonraki dönemde Suudi Arabistan’ın hassasiyetini “aynel yakin” bir şekilde göreceğimiz Müslüman Kardeşler’di. Mübarek yönetiminin yıkılmasının, haklı olarak Müslüman Kardeşler iktidarıyla sonuçlanacağını Suudi Arabistan tahmin ediyordu.
Bu noktada Mısır halkı ve Müslüman Kardeşler, Suudi Arabistan’ın öngörülerini boşa çıkarmadı. Bunun üzerine Suudi Arabistan, önce Mısır’daki Selefi akımlara, sonrasında darbecilere büyük paralar döktü. 3 Temmuz 2013 Darbesi sonrasındaki dönemde Mısır’ın ekonomik olarak ayakta kalmasının ve Müslüman Kardeşler’e yönelik “cadı avı” kampanyasının da baş aktörlerinden biri haline geldi.

Türkiye, yukarıda anlatılan dönemde, Suudi Arabistan ile -belli oranda Suriye dışında- çok farklı parkurlarda ilerledi. 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidara gelmesiyle formüle edilen ve içi doldurulan “Yeni Türkiye” aslında Arap Baharı’nın zemin hazırlayıcısı kabul edebileceğimiz bir değişim sürecinden geçmişti. Bir diğer ifadeyle Arap Baharı’nın temsil ettiği değişim depreminin öncü sarsıntıları, geçtiğimiz on küsür sene zarfında Türkiye’de de yaşanmıştı. Özetle Türkiye, Arap Baharı’nın ideal olarak ortaya koyduğu değişim, normalleşme, demokratikleşme, halklar arasında yakınlaşma gibi trendlerden ayrı düşünülemezdi.

Bu noktadan hareketle Türkiye, Arap Baharı sürecinde endişe duyan ve gerekli gördüğü yerlerde müdahale eden Suudi Arabistan’ın tam aksine olumlu manada aktif bir rol oynadı. Tunus’tan Suriye’ye kadar değişim hareketlerini, ölçekte farklılık gösterse de ilkesel olarak aynı derecede destekledi.

Tunus’tan itibaren Türk liderler, bölgede bir normalleşme sürecinin yaşandığını iddia ederken, bir hususun altını çizdiler (haberin orijinal metni): "Türkiye, bölgede siyasetin ve tarihin normalleşme sürecine öncülük yapıyor." Bununla birlikte her ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik şartları kadar değişimle ilişkisinin de farklılık arz edebileceği gerçeğini de teslim etti.
Arap Baharı ile Türkiye, yeni müttefikler buldu

Arap Baharı, Türkiye için özellikle birkaç açıdan önemliydi. Öncelikle; Türk liderlerin bir süredir devam ettirdiği ‘küresel sistemin iş görmezliği ve reforme edilmesi gerekliliği’ argümanına sahip çıkacak yeni aktörler ortaya çıkıyordu. Zira Orta Doğu’daki yapısal sorunların birçoğunun temelleri, küresel sistem eliyle atılmıştı.

Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve Camp David Anlaşması derken Orta Doğu tarihi, siyasi ve sosyal anormallikler üzerine bina edilmişti. Arap Baharı ile birlikte Türkiye, önce bölgesel sistemi beraberce değiştirecek, ardından sesli bir şekilde küresel sistemi sorgulayacak “benzer kafadaki” müttefikler buluyordu.

İkincisi; Türkiye son on küsür senede ortaya koyduğu değişim iradesiyle “yerel saiklerle ve kendi gündemiyle değişebilmenin” Orta Doğu’daki en bariz örneklerinden birisi olmuştu. Orta Doğu halkları, Türkiye ile özellikle son yıllarda artırdıkları fiziki ilişki sayesinde bu değişimi neredeyse Türkler kadar yakından takip etmişti.

Türkiye örneğinin Orta Doğu’nun değişim isteyen halkları arasında bir karşılığı vardı. O karşılık, Türkiye’ye yönelik bir teveccüh ve sempati doğuruyordu. Türkiye de, halkların iradesinin yönetime yansıdığı Orta Doğu ülkeleriyle yakın ilişkiler kuracağını, stratejik işbirliğini ileriye taşıyacağını ve ekonomik entegrasyon için somut adımlar atabileceğini düşünüyordu.


Türkiye, bu sebepten Arap Baharı sürecinde değişim hareketlerine büyük destek verirken özellikle Mısır’daki devrime büyük anlamlar yükledi. Çünkü Mısır Devrimi, Camp David ile prangaya vurulan Mısır’ın yeniden bağımsız ve güçlü bir aktör olarak Orta Doğu hesaplarına dönmesi demekti. Orta Doğu’da istenen değişim ancak böyle bir Mısır ile mümkün olabilirdi.
Mübarek’e alenen “Bırak!” çağrısı yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmasını, tüm Tahrir Meydanı canlı izledi. Ankara, 25 Şubat Devrimi’nden sonraki dönemlerde de Kahire’ye siyasi ve maddi yardımlarını sürdürdü.
Suudi Arabistan’ın aksine Türkiye, bölgede değişimin en etkin aktörlerinden biri olarak gördüğü Müslüman Kardeşler ile yakın ilişkiler kurdu. Bunun ana sebebi, Türkiye hükümetinin Müslüman Kardeşler’e karşı sempatisinden ziyade Müslüman Kardeşler’in Arap Baharı ülkelerinde ezici çoğunlukla iktidara gelmesi ve bölgesel değişim ajandasını hayata geçirmek için gereken hem halk desteğine hem siyasi ve tarihi arka plana hem de meşruiyete sahip olmasıydı.
Arap Baharı sürecinin başından itibaren Türkiye ve Suudi Arabistan’ın sahip olduğu bölgesel vizyonun çatışması, iki ülkenin bu süreçte ciddi görüş ayrılıkları yaşamasına yol açtı. Söz konusu görüş ayrılığı, Mısır’da açıkça gözler önüne serildi. Suriye, iki ülkeye bir vizyon kalibrasyonu imkanı sunsa da, Ankara ile Riyad’ın Suriye meselesindeki ana gündemlerinin aynı olduğunu söylemek güç.
Bölgesel sistemin halklar açısından ve nihayetinde idareciler açısından sürdürülemez olduğunu iddia eden Türkiye’nin karşısında, imkanlarını seferber edip değişimle diyaloğa girmek yerine değişimin başını koparmayı tercih eden bir Suudi Arabistan vardı. Buradan hareketle, pozisyonlarının çatışması kaçınılmaz olan Türkiye ile Suudi Arabistan’ın, Arap Baharı sürecindeki görüş ayrılıklarının temeline “değişim” kavramını oturmamız, doğru bir yaklaşım olacaktır.
Siyaset, Ekonomi ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (SETA) Dış Politika Araştırmaları Direktörü. Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun oldu. Ohio State Üniversitesi Tarih Bölümü’nde master yaptı. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde İbranice ve Orta Doğu politikası dersleri aldı. 2004-2009 yılları arasında Ohio State Üniversitesi’nde ders verdi. Yine Ohio State Üniversitesi’ne bağlı Mershon Center for International Security Studies’de araştırma asistanı ve Melton Center for Jewish Studies’de önce Samuel M. Melton, ardından George M. & Renée K. Levine araştırmacısı olarak çalıştı. SETA Washington DC’de Orta Doğu Programı Koordinatörlüğü görevini yürüttü. Orta Doğu siyaseti ve tarihi, İsrail ve Yahudi tarihi, Türk dış politikası ve ABD’nin Orta Doğu politikası üzerine çok sayıda akademik makale ve rapor kaleme aldı. Haaretz, Jerusalem Post, Al Jazeera, Al Arabiya, Al Ahram ve Foreign Policy gibi medya organlarında röportaj ve makaleleri yayınlandı. Yine CNN, BBC, Al Jazeera, Russia Today, France 24 ve CCTV kanallarında yorumlarına yer verildi. Halen Akşam gazetesi için köşe yazıları kaleme alan Ulutaş, Ohio State Üniversitesi’ndeki doktora çalışmalarını sürdürüyor.

Ufuk Ulutas

 Al Jazeera
VİDEO HABER

Sahibinden 16 milyon TL'ye satılık ‘tarihi kilise’

Haber Ara