Dolar

32,3660

Euro

34,9990

Altın

2.324,23

Bist

9.079,97

Malatya Darbesini Zekeriya Şengöz anlattı

Gazeteci Burhan Karaduman, 28 Şubat Sürecinden beri cezaevinde yatan Zekeriya Şengöz ve Fahri Memur'un Darbe Komisyonu'na verdikleri ifadeleri yayınladı.

12 Yıl Önce Güncellendi

2012-12-10 07:53:21

Malatya Darbesini Zekeriya Şengöz anlattı
“28 Şubat sürecinin yoğun bir şekilde mağdur edildiği illerin başında Malatya gelir”

28 Şubat, her ifade edildiğinde Malatya’daki olaylar ve yaşananlar, mahkemeler, gözaltılar, tutuklamalar ayrı bir yer edinir Malatyalıların hafızasında…28 Şubat döneminde Malatya’nın yeri ve özelliği ayrıydı… TBMM Darbe Komisyonu Üyelerinin Malatya Cezaevi’nde görüştüğü Malatyalılar Grubu Davası olarak bilinen davanın iki hükümlüsü Zekeriya Şengöz ve Fahri Memur, yıllar önce yaşananları zorda olsa anlatabildiler. 28 Şubat döneminde Malatya’da çok kişi gözaltına alındı, hakkında soruşturma yürüttü. Ancak halen cezaevinde sadece 2 kişi bulunuyor hükümlü olarak… Onların anlattıkları, ifade ettikleri elbette dikkate değer. Yıllar sonra olaylar ve yaşananlar tekrar hatırlanacak. Ancak, belki bu tür olayların bir daha yaşanmaması için herkes üzerine düşün payı alacaktır. Ayrıca 28 Şubat dendiğinde kendilerini 28 Şubat mağduru olarak gösterenler ile halen bu mağduriyeti yaşayanların durumunu da kamuoyu ayrı ayrı takdir edecektir.

Malatya Darbesi, 28 Şubat döneminde bir kente yönelik yapılan operasyonların nasıl ve ne şekilde geliştiğini de gösterecektir.

Malatyalılar Grubu Davası olarak bilinen davanın iki hükümlüsü Zekeriya Şengöz ve Fahri Memur’un TBMM darbe Komisyonu’na verdikleri ifadeler, yaşananları tüm boyutu ile gözler önüne seriyor.

TBMM DARBE KOMİSYONU TUTANAĞI
TARİH: 23 EKİM 2012
YER: MALATYA CEZAEVİ:

KONU: Darbe Komisyonu alt komisyon Başkanı Yaşar karayel ve Üye İdris Şahin’in Malatyalılar Grubu Davası olarak bilinen davanın iki hükümlüsü Zekeriya Şengöz ve Fahri Memur’u dinmeleri

BAŞKAN: Yaşar KARAYEL (Kayseri)
BAŞKAN – Sayın Vekillerim, sayın misafirlerimiz; Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulunan partilerin müşterek vermiş oldukları önergeyle Türkiye’deki demokrasiye mâni olan ve demokrasinin önündeki her türlü engelin araştırılması ve darbelerle ilgili her türlü konunun araştırılması ve o dönemde yaşanan olaylarla ilgili olarak bir Meclis araştırma komisyonu kuruldu. Bu araştırma komisyonu, 1960-71 muhtıraları, 80 darbesi, 28 Şubat ve 27 Nisan dönemleriyle ilgili üç ayrı komisyon oluşturdu. Biz bu komisyonun zaten 28 Şubat ve 27 Nisan kısmıyla ilgileniyoruz. Bu münasebetle şu anda Malatya’da, cezaevinde sizlere 28 Şubat döneminde mahkûm olmuş, o dönemin çok önemli davalarından birisi, Malatyalılar davası olarak bilinen Malatya İslami Dayanışma Vakfı davasında mahkûm olmuş arkadaşlar olarak sizlere o konuda ziyarette bulunuyoruz. Sizleri burada tutanaklara bağlı olarak dinleyeceğiz. Burada sayın Malatya milletvekillerimiz bizlere eşlik ediyorlar. Öznur Çalık Hanımefendi ve Mustafa Şahin Bey ve Komisyon Sözcümüz İdris Şahin Bey, birlikteyiz. Sizleri tutanağa bağlı olarak dinleyeceğiz. Burada, bu tespitlerden sonra, öncelikle kendinizi tanıtarak -kayıtlara girmesi açısından- öz geçmişinizi anlatarak başlayacaksınız. Eğer bu darbelerle ilgili yaşadıklarınız ve o dönemin şartları ve sizlerin söylemek istediğiniz ne varsa, onları dinleyeceğiz. Daha sonra da arkadaş olarak sorular soracağız ve bu sorularla o dönemdeki yaşamış olduğunuz ve yapmış olduğunuz konularla ilgili sizlerden bilgi alacağız. Şu anda sizleri dinlemek üzere…
Buyurun.

ZEKERİYA ŞENGÖZ – Öncelikle, böyle bir komisyonun kurulmasının hem ülkemiz hem de tarihî açıdan büyük bir önem arz ettiğini özellikle belirtmek istiyorum. Çünkü bu 28 Şubat süreci özellikle de darbeler ve benzeri bu tür gayrikanuni teşekküllerin ifşa edilmesi, ortaya çıkarılması, millet ve özellikle halka yapılan tüm zulümlerin tarihe şerh düşülerek belirginleştirilmesi açısından çok hayırlı olduğu kanaatindeyim. Özellikle de 28 Şubat sürecini, biz böyle inanan kesimler açısından hakikaten ibret verici, üzerinde kafa yormamız gerekli olan bir bela ve musibet olarak değerlendiriyorum. Bu bela ve musibet bir şekliyle Müslümanlara isabet etmiştir. Daha doğrusu, Müslümanlar tabirini kullanmak ne kadar yerinde olur, bilmiyorum ama… Aslında mütedeyyin, Allah’a inancı olan herkesin yani toplumun her kesiti bu beladan paylarını almışlardır. Çok yoğun bir şekilde milletin üzerinden dozer gibi geçmiştir. Herkes bir şekliyle ezilmiştir. Ticaretinden, malından olmuştur. İşini kaybedenler, özellikle de işte, mevki, makamından olanlar, başörtüsü dolayısıyla yıllarca kız çocuğumuz gözlerimizin önünde öyle okulsuz bir vaziyette, kendine güvenini yitirmiş bir şekilde per ve perişan bırakılmış oldular. Hele hele yavrumuz diyebileceğimiz imam-hatip okulu tamamen bu on dört yıldır eğitim ve öğretimden tamamen bertaraf edildiler. Tek neden de, işte, bir yüksek okula gitmesi ve yüksek okula gittiği zaman inanan bir insana herhangi bir kamu kurum ve kuruluşunda temsil edilmesi, bulunması ve üzerine düşen sorumluluğu halka güzel bir şekilde yerine getirmeleriydi.

KİMLİĞİNDEN, KİŞİLİĞİNDEN BÖYLE TAMAMEN ŞAHSİYETSİZ ŞEKİLDE BİR KİŞİLİĞE BÜRÜNDÜRÜLDÜĞÜNÜ GÖRMÜŞ OLUYORUZ.
Bu, tabii, nereden başladı, nasıl başladı, milletin başına bu bela ve musibet nasıl örüldü, biraz tahlil etmek gerekiyor. Benim kanaatim şöyle ki bu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda, özellikle de İstiklal Mahkemelerinin yoğun, aktif faaliyet gördüğü, Takrir-i Sükûn’la yığınlarca insanın zor durumda bırakıldığı ve daha da ileri gidilerek, millet okulundan, işinden, evinden, kimliğinden, kişiliğinden böyle tamamen şahsiyetsiz şekilde bir kişiliğe büründürüldüğünü görmüş oluyoruz. Bu 1930’larla 40’lar arasında artık halk kendi inancını yaşayamaz bir boyuta gelmiş oldu. Daha doğrusu, Cumhuriyetin kuruluşu yıllarında bazı değerlerin, üst kimlik olarak tanımlanan bazı değerlerin bertaraf edilmesi, ortadan kaldırılması gerekiyordu. İnancın geriletilmesi, özellikle de mütedeyyin insanların sermayelerinin belli bir limitte durdurulması, Anadolu insanının kamu kurum ve kuruluşlarında, yönetimde, özellikle de siyasette etkin bir pozisyon ve konuma getirilmemesi için, hatta, düşünün, işte, bir Kuran Kursu ve medreselerin artık her jandarma ve kolluk kuvveti, polis takipçisi olmuştu. Kim giriyor, kim çıkıyor, ne tür bir eğitim alıyorlar diye.

Şimdi, bu süreçten geçen Türkiye toplumu, özellikle de bu mütedeyyin halk Birinci ve İkinci Dünya savaşlarını geçirdiler. Savaşta büyük mağlubiyet aldık. Toprakların büyük bir bölümü, Osmanlıdan bakiye kalan toprakların büyük bölümü heder oldu, bertaraf oldu ve isyan edenler, başkaldıranlar müttefik olan ülkelerin artık yapmış oldukları savaşlardaki başarıları öyle bir noktaya geldi ki toplum tamamen şey olmuştu, sindirilmiş ve kendilerinin yönetebileceği bir duruma getirilmişti yani halk avamdır, hiçbir şey yapamaz. Onların sorumluları kimse, ağaları, beyleri, paşaları ya da hükûmette, konakta kim bulunuyorsa … olarak ya da Mecliste kim bulunuyorsa, onlar adına her türlü şeyi en iyi bilenlerdir. Birinci sınıf insan ve ikinci sınıf insan … edilmek durumunda kalındı.

ÇOK ZOR ŞARTLARDA BİZ BU ŞEKLİYLE BÖYLE BİR KİMLİĞE SAHİP OLMAYA ÇALIŞMIŞTIK.
Şimdi, böyle bir toplumun çocuklarıyla baş başa kalmıştık ve taa 1965-66 yıllarında işçi kahvesindeki nurcu olarak bildiğim ya da o zaman böyle, nurcu olarak tanımlayamıyordum da işçilerin sohbetlerine katılıyordum, akşam sohbetlerine falan işçi kahvesinde. Onlar yorgun argın işlerinden gelirken orada da sohbet edelim, bir kitap üzerinde konuşulur, öyle giderlerdi. Biz de böyle kenarda, kıyıda durur, imam-hatipe gittiğimiz yıllarda takip ederdik onları. Daha sonrasında okuldaki öğretmenlerimizin birkaçı bizlere sahip çıktılar. Mefkûreci Öğretmenler Derneğine gittik. O dernekte, işte, öyle, biraz daha mütedeyyin, biraz daha böyle halim selim, talebenin derdinden anlayan insanlar vardı. Elde kitap yok, din anlatan kimse yok, çok zor şartlarda biz bu şekliyle böyle bir kimliğe sahip olmaya çalışmıştık. Bilahare Millî Türk Talebe Birliği kurulmuştu. Bir talebe birliğinde kurucular arasında bulundum, faaliyet yapmaya çalıştık ve kitaplar vardı yani işte, yeni yeni kitaplardı. O Büyük Dua’nın birkaç nüshası kalmıştı, biz kavuşamamıştık, onları okumaya çalışıyorduk.

Velhasıl bir insan olarak sorumluluklarımızın olduğu kanaati bizde hasıl oldu. Yani doğmuşum, büyümüşüm, belli bir noktaya gelmişim ama bir şeyler yapmam gerekir kanaati hasıl olmuştu. İmam hatipi bitirmek üzereydim. İşte, milliyetçi mi olalım, yoksa işte, … nasıl olalım diye uğraşırken, düşünün ki Millî Türk Talebe Birliğinde çalışan, uğraşan, okuyan bir talebe konumundaydık. Bilahare üniversitelere gittik. Üniversiteden sonra… Öz geçmişimi, bilmiyorum, biraz şey mi oluyor?

BAŞKAN – Yo, yo, güzel.
ZEKERİYA ŞENGÖZ – Şimdi, benim gördüğüm tablo şu idi: Bir gençlik yetişiyordu ama bu gençlik biraz daha böyle kendi doğmuş olduğu toplumu kabullenmek istemiyordu. Yani aile sistemindeki oturmuş olan her tür şeyi kabullenemeyecek bir tarzda bir eğitime tabi tutuluyordu okullarda. Yani Marksizm o zaman daha fazla, yoğun, aktif ve savunucularının da çok olduğu bir dönem idi ve 1970’li ve 1980’li yıllarda solun çok yoğun faaliyet yaptığı dönemlerde, öğretmenlerin, işçilerin, basının, aklınıza gelebilecek her kesitte insanın yoğun bir şekilde gayret sarf ettiği, uğraştığı bir dönemdi. Sol adına, Marksizm adına, komünizm adına bir dönemdi ve o dönemde tabii, komünizm de pompalanıyordu, … tarafından milliyetçilik düşüncesi de pompalanıyordu. Ortada bir durumdaydık ve yani ben sorumlu olduğumu hissettim. Sorumlu olduğumu hissettikten sonra 80 darbesiyle karşılaştık, bilahare taa 28 Şubat sürecine kadar gelmiş olduk, böyle kısa, öz anlatmak gerekirse.

Şimdi, Millî Türk Talebe Birliğinden sonra 80 darbesiyle kamu kuruluşları, bütün örgütler, daha doğrusu sivil toplum kuruluşu denebilecek dernekler ve benzeri şeylerin hepsi tamamen lağvedildi, kaldırıldı. Partilere yasak gelmişti ve biz vakıf kurmuştuk, İslami Dayanışma Vakfı diye bir vakıf. Bu vakıfta yaptığımız iş, bu sorumluluğumuzun bilincinde olduğumuz için, yerine getirilmesine çalışıyorduk yani yaptığımız iş şuydu: İnsanlardan işçi, esnaf, memur, kim olursa olsun, kim gelirse, onlara öyle, halkıyla barışık yaşayabilecek, inancını yaşayabilecek, kimseye zulmetmeyecek, bulunduğu ortamda haksızlıklara göz yummayacak, bir yanlışı kendisi yapmaması lazım, bir başkasına da yanlışı tavsiye etmemesi gerekir. Bir de bunun yanında, işte, caddede, sokakta böyle sel gibi akan cahiliye insanların da… Mesela karışıp ailesi ve babasına yük olabilecek ya da … kendisini kaybedebileceği bir duruma gelmemesi için uğraşıyorduk yani bu tür insanlarla uğraşıyorduk yani bu tür insanlarla uğraşıyorduk. Ağırlıklı da talebe kesimiydi uğraştığımız.

Talebelerin üzerinde, ben şunu açık kalplilikle söyleyeyim: Yüzlerce aile, baba, biz Malatya’da tanınmış bir insan olduğumuz için, tanınmış dediğim yani böyle teşkilatlarda bulunduğumuzdan dolayı, gelirlerdi, çocuklarını teslim ederlerdi. Mümkünse bu çocuğumuzla bir ilgilenseniz, okul sürecinde ve okul süresi içerisinde bu çocuklarla ilgileniyorduk.

28 ŞUBAT SÜRECİ GELDİĞİNDE, ÇOK KORKUNÇ BİR TABLOYLA KARŞILAŞTIK.
Yaptığımız tek şey şuydu: Yani içkiden uzak koymak, uyuşturucu belası, illetinden uzaklaştırmak, öyle bir ortama girmemelerini temin etmek, özellikle de yani şu –nasıl diyeyim size- çeteler, çeteleşme grupları oluşuyordu, o gruplardan mümkün mertebe bu genç çocukları almak… Yani işte okulunu daha rahat okuyabilmesini sağlamak, ailesinin kendisine vermiş olduğu bir harçlığın değerini ve kıymetini bilmesini istemek, bir de böyle inançlı birileri olması yani işte bir namazını en azından kılması, … destek olmasını istemekti.

Yaptığımız bütün işler buydu ve 28 Şubat süreci geldiğinde, çok korkunç bir tabloyla karşılaştık. Yani başörtüsü yasak ilan edildi, 28 Şubat süreci, Millî Güvenlik Kurulu kararıyla. Aslında Millî Güvenlik Kurulu kararı yani belki biz o zamanlar fazla takip etmediğimizden ya da gündemimizde olmadığından bilemiyoruz ama bu kuruldan çıkan kararların hepsi o dönemin hükûmetlerine bizatihi emir niteliğindeydi ve yaptırılması isteniyordu. Alınan kararların hepsi de şey oluyor, uygulanıyordu. Hele son çıkan Millî Güvenlik Kurulu kararında da o kararlar çıkmazdan önce Demirel’in bir sözünü hatırlarım ben. Gazeteciler toplanmışlar, peşine düşmüşler. O da böyle “çocuklar” diye hitap ediyor onlara. Diyor ki Süleyman Demirel: “Siz bu 28 Şubat sürecini…” “28 Şubat sürecinde” demiyor da, diyor ki: “Bu süreçte Millî Güvenlik Kuruluyla niye ilgilenmiyorsunuz? Orada nelerin çıktığını, nelerin konuşulduğunu yazmanız gerekli değil mi?” diye. Gazetecilerden bir tanesinin de şöyle bir sözü var: “Efendim, bugüne kadar böyle açıkta konuşulmuyordu.” “Efendim, bundan sonra konuşulması lazım.” diyor. Ve orada çıkan kararın bir yerde resmiyet kazanması, devlet erkinde, özellikle de hükûmet olan bir iktidarın zayıflatılması, düşürülmesi için çok güzel hazırlanmış bir tezgâh olarak görüyorum özellikle. Ve bunu dayattılar.

KORKU, ENDİŞE, PANİK, ALABİLDİĞİNE YOĞUN BİR ŞEKİLDE İŞLENİYORDU
28 Şubat süreci Malatya’da çok hazin bir şekilde geçti yani şöyle, belki diyebilirim ki Türkiye’de 28 Şubat sürecinin en şey olduğu, yoğun bir şekilde mağdur edildiği illerin başında Malatya gelir diye düşünüyorum. Az buz değil, o başörtüsüyle ilgili olaylarda, hatta düşünün, şeyde bile… Cuma günü, işte, toplanılacak, millet bu 28 Şubat süreci dolayısıyla alınmış olan kararlardan başörtüsüne diyecekler ki: Bizim çocuklarımızı niye bırakmıyorsunuz? Yani başörtülü bir vaziyette gitse, üniversitede okusa ne olur diyecekler ve bunun için tam 200 tane –benim bildiğim kadarıyla, aldığımız haberlerde- basın mensubu Malatya’ya geldi. Sadece o cuma olaylarını ajite etmek ve halka bunu yansıtırken işte, bir başkaldırı, bir isyan şeklinde sunmak için ve bunu da yaptılar gerçekten de. Benimle ilgili haberleri televizyondan seyrettiğim zaman çok da kendi kendime ürpermiştim. Ya, İran’a gitmişim, İran’da uzun süre kalmışım. Hem illegal eğitim almışım, silahlı eğitimimi tamamlamışım, ondan sonra siyasi bir düşünceyi, görüşü almışım ve Türkiye’ye dönüp işte, bir örgütü idare ediyorum şeklinde böyle, her seferinde bir fotoğraf şey oluyor, bir arkasında olay ve eylemlerde o tekbir sesleri ve şeyler yankılanıyor. Bu sadece bir kanalda olsa neyse. O zamanın kanallarının birkaç tanesi istisna, böyle mütedeyyin, iyi yayın yapan insanların bulunduğu kanallar müstesna, bütün kanallarda halk müthiş bir şekilde böyle korkuya sevk ediliyordu. Yani korku, endişe, panik, alabildiğine yoğun bir şekilde işleniyordu.

ONLAR ADINA BEN GERÇEKTEN DE UTANIYORUM DA ÖYLE YAYINLAR YAPTIKLARI İÇİN.
Şunu nasıl yaptılar, bir türlü aklım ermiyor. Yani normalde yapılan bir hak arayışı yani sivil toplum kuruluşlarının birincil derecedeki görevleri, sorumlulukları yani toplumda bir şey oluyor, işte, yanlış gördükleri bir hadise, olay oluyor, o olayın düzeltilmesini istiyorlar, hepsi bu. Yani bunun bir başkaldırıyla, bunun bir ihanetle, bunun bir devlete, işte, diyelim ki devletin bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmak gibi, parçalamak gibi algılanması, öyle lanse edilmesi, öyle tanımlanması çok büyük bir vahşetti. Onlar adına ben gerçekten de utanıyorum da öyle yayınlar yaptıkları için.

Hazırlayan: Burhan KARADUMAN / Yenimalatya
VİDEO HABER

İsrail'in Gazze'de bir vahşeti daha görüntülendi!

Haber Ara