Dolar

32,5993

Euro

34,8293

Altın

2.495,94

Bist

9.463,31

Gavur olmak ya da olmamak

'Gâvur Hakkı'ndan bugüne gayrimüslim algısı Doç. Dr. Ahmet Yıldız*

13 Yıl Önce Güncellendi

2012-03-03 08:49:25

Gavur olmak ya da olmamak
Hocalı katliamının 20. yılında İstanbul Taksim Meydanı'nda düzenlenen protesto mitingine, "marjinal" olarak da nitelense, ırkçı bir grubun söylemi damgasını vurdu.

Mitingde atılan ırkçı sloganlar arasında bu yazının konusu açısından öne çıkan slogan şuydu: "Hepiniz Ermeni'siniz, hepiniz piçsiniz!" "Ermeni olmak"la "piç olmak" arasında özdeşlik ilişkisi kuran bu "merd-i Kıpti" sloganı, mazlum ve mağdur Hrant Dink'in cenazesinde açılan "Hepimiz Ermeni'yiz, hepimiz Hrant'ız" pankartına cevaptı. Milliyetçiliğin "hakka" değil, haklı-haksız ayırt etmeden "milletdaşına" taraftar olmak anlamına geldiğini, bu yüzden de adalet kavramıyla milliyetçiliğin bir araya getirilmesinin imkânsızlığına bir kez daha şahit olduk. "Mazlumun dini de, milliyeti de olmaz" sanıyorduk ama gördüğümüz kadarıyla mazlumun dinini de, milliyetini de soranlarımız, ne yazık ki hiç de az değil.

Milliyetçiliğin beraberinde getirdiği negatif siyasi dil, dil ve iktidar ilişkisini bütün çıplaklığıyla ortaya koyması açısından özellikle incelenmeyi hak etmektedir. Tarihî dönemlere hâkim olan politik dil incelendiğinde, aslında sosyo-politik iktidar yapısı hakkında çok şey öğrenmek mümkündür. "Yakın Doğu, Ortadoğu, Uzakdoğu" tabirleri emperyal İngiliz tasavvurunu aksettirir. "İttihad-ı İslam" kavramının pan-İslamism olarak tanımlanması, kavramı olumsuzlamaya dönüktür. "Zo zolar" ile "Lo Lo'lar" Türkçü/Kemalist milliyetçiliğin Ermeni ve Kürtlere bakış açısını temsil eder. İslam'ın cihad kavramının "kutsal savaş" anlamına indirgenmesi, Batılı İslam karşıtlarının "ötekileştirme" ihtiyacına tekabül eder.

Osmanlı Devleti'nin modernleşme sürecine bu açıdan baktığımızda da karşımıza ilginç hususlar çıkar. Millet sisteminin sonunu işaretleyen merhalelerden biri olan Islahat Fermanı'ndan sonra, millet-i mahkumeye ilişkin ayırımcılık ifade eden geleneksel tabirlerin resmî/kamusal kullanımına yasak getirildiği görülmektedir. Bunlar arasında Arapça kâfirden bozma "gâvur," "reaya-yı fukara", "ayin-i batıl" ve Farsça cühud'dan dönüşme "çifut" bulunmaktaydı. "Çifut" kelimesi karmakarışıklık ve düzenbazlığı ifade etmek için kullanılsa da, henüz modern anlamda ırkçı bir remize dönüşmüş değildi. "Gâvur" tabirinin serencamı ise oldukça ilginçtir. Müslüman ahaliye fes ve pantolonu dayatan padişah II. Mahmud'a halkın taktığı lakap "gâvur padişah"tı. Kâfir kelimesi, "hakikati örten" anlamında hem dini hem de İslam'ı reddetme manalarına geldiği gibi, insafsız ve inatçı gibi anlamları da içeriyordu. Nitekim bunun İkinci Meşrutiyet sonrasındaki yansımalarından birini, Said Nursi'nin Kürt aşiret mensuplarıyla Meşrutiyet merkezli istifhamların tartışıldığı diyaloglarından oluşan 1911 tarihli Münazarat isimli eserinde yer alan şu tartışmada da görüyoruz.

"Sual: Bir kısım Jön Türk der: "Demeyiniz Hıristiyanlara hey kâfir! Zira ehl-i kitaptırlar." Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz? Cevap: Kör adama, 'hey kör' demediğiniz gibi... Çünkü eziyettir. Eziyetten nehiy var. Saniyen: Kâfirin iki mânâsı vardır: Birisi ve en mütebadiri (ilk akla geleni) dinsiz ve münkir-i Sâni demektir. Bu mânâ ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimiz'i ve İslâmiyet'i münkir demektir. Bu mânâ ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki mânânın tebâdüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur." Kürt aşiret mensupları için "gâvura gâvur diyememek" "İslami salâbet ve Kürdî hamiyet"le bağdaşır görünmemektedir.

'gâvura gâvur dEMEK'

Bununla birlikte, "gâvur" tabiri sadece olumsuz bir mazmuna da sahip değildir. Millet sisteminin millet-i hakimesi ile mahkumesi arasındaki ilişki bir zımmilik yani üstün olana tabi olanın korunması ilişkisidir. Bu ilişkinin klasik dönemdeki en yaygın ifadesi ise "gâvur hakkı"dır. İslam'da kişiye bağlı hakların çiğnenmesi, ancak hakkı çiğnenen kişiden helallik alınması ile temizlenir. Yaşarken "helallik" alınması en doğrusu olmakla birlikte, uhrevi âlemde de kul hakkı İlahi af kapsamında değildir. Mizanda Müslüman'la hesaplaşmak mümkündür, ancak gayrimüslim "ehl-i necat" olmadığı için, kişi hakları çiğnenen bir gayrimüslimle mutlaka yaşarken helalleşmek gerekir. Öbür tarafa "gâvur hakkı" ile gidilmez. Gidilirse, telafisi yoktur. Bu yüzden Müslüman ahali gayrimüslimlerin haklarını gözetme konusunda büyük hassasiyet içinde olmuştur. Kan davaları, mesela, sadece Müslüman aileler arasında görülen bir olgudur. Gayrimüslimlerle Müslümanlar arasında bu tür vakalara rastlanmaz; çünkü bu "gâvur hakkı"nın ihlali anlamına gelir. Babadan oğula vasiyet edilen en önemli hususlardan biri, kişinin üzerinde "gâvur hakkı" bırakılmamasıdır.

Dolayısıyla, millet sisteminin İslam bazlı hiyerarşik yapısı zimmete dayalı adalet üzerinde temellenir. Bunun tazammunlarından biri, Müslüman olanlar ile diğerlerinin mutlaka birbirinden temyiz edilebilmesidir. Bu sistemin yerine eşitliğe dayalı vatandaşlık hukukunu ikame eden Tanzimat ve onun Osmanlıcılık siyaseti, Müslüman halk nezdinde en fazla "Bundan kelli gâvura gâvur denmeyecek" mülahazasıyla eleştiri konusu yapılmıştır; çünkü artık "mümin, münafık ve gâvur" aynı kıyafetleri giyeceğinden birbirinden ayırt edilemeyecek, dahası "hâkimiyet" remizleri de ortadan kalkacaktır. Tanzimat ve Meşrutiyet'in "gâvur" kelimesini resmî ve toplumsal tedavülden kaldırma konusundaki başarısı son derece sınırlı kalmıştır. "Gâvur olmak ya da olmamak," Balkan savaşlarından Milli Mücadele'ye uzanan dönemin, milliyetçi bağlam içinde yeniden üretilmiş anahtar sosyal referanslarından biridir.

İmparatorluktan milli devlete geçerken, eşitlik aslında yine bir "ideal" olarak kaldı. Millet-i hâkime kodu "unsur-u asli" anlayışına dayalı olarak bu defa Türklük üzerinden yeniden üretildi. Cumhuriyetin politik lügatçesi "sınıfsız ve imtiyazsız kaynaşmış bir kitle" mefkûresine bağlı olarak "milli birlik ve devlete hürmet" şiarı üzerinden oluşturuldu. Millet, medeniyet, vatan, devlet ve teb'a tabirleri yeniden tanımlanırken buna "ekalliyetler" de eklendi. "Arzu-yu şahane" yeni sahipleri üzerinden varlığını sürdürürken, ekalliyetler "Kanun-u Esasi Türkü" olarak tanımlandı, çünkü "damarlarda akan kan" artık "asil" olan ve "asil olmayan" sınıflamasına tabiydi. Eric Jan Zürcher'in isabetle belirttiği gibi, milliyetçi bağlamda dinin yerini mefkûre alırken, dinî karakterli "ilim" kavramı tamamen pozitivistleştirilmekteydi.

İmparatorluğun kozmopolit ve çoğulcu siyasi dili, bize "millet-i sadıka" tabirini kazandırmıştı. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, herkes kendi "devletini" kurmaya koşarken, gayrimüslim topluluklar içinde Osmanlı'yı kendi "devleti" olarak benimseyen bir tek Hıristiyan milletinin Ermeni mezhebi vardı. Sadık bir teb'a idi Ermeniler ve bunun için imparatorluğun Rumlardan boşalan dışişleri kadroları Ermenilere emanet edilmişti. Ne zaman ki, 93 harbinden sonra Ermeniler de kendi devletlerini kurma "yarışına" katıldı, işte o zaman yerden göğe dizilen küpün altından biri çekilince hak ile yeksan olması gibi, imparatorluğun Müslüman Türk ve Kürtleriyle gayrimüslim Ermenileri arasına "kılıç" girdi. İttihatçıların "Ermeni meselesini" tehcir yoluyla "hallederek" yoluna koyma teşebbüsü, siyasi literatürümüze "ırkçı" bir doğum yaptırdı: "Ermeni dölü". Sayısını bilmediğimiz çoklukta Ermeni kız ve kadınından, zorunlu evlenmeler ya da tecavüz yoluyla doğan bir kuşak, hem de bu sürecin "failleri" tarafından, "Ermeni dölü" olarak adlandırıldı. Bu tabirin her türlü insani değeri ayaklar altına alan inciticiliği izahtan varestedir. "Ermeniliğin" "piçlikle" eşlenmesi ve "Ermeni dölü" tabirinin yaygın kullanımı, hatta, Sabiha Gökçen ve elbette, tersinden, Abdullah Öcalan örneklerinde yaşandığı gibi, bizatihi Ermenilik izafesinin bile hakaret-amiz bir vasıf olarak kullanımı, milliyetçi siyasi dilin "gâvur hakkı"ndan "Ermeni dölü"ne evrilirken kaybettiği irtifayı ortaya koyması açısından ibret-amizdir.

Milliyetçiliğin siyasi tasavvuru, adaletten ve hakkaniyetten yoksundur. Bu dilin, bütünüyle kendini haklılaştırmak üzerine kurulu savunmacı refleksi, Ermeni meselesine bakışımızı körleştirmekte ve onu bir tür milli varlık ölçeğinde hayat-memat meselesine dönüştürerek, insani duyarlılıklarımızı milliyetçi reflekslere kurban vermektedir. Kendine dönük nefis muhasebesi yapamayanların şişkin egoları, kendilerini hatasız algılama gibi bir yanılsamaya yol açar. Kolektif düzeyde milletler de, kendi tarihlerine "milli gurur ve enaniyet" penceresinden baktıklarında, bu tarihi sütün berraklığını yansıtan bir aklığa boyama eğilimindedirler. Milli durum, insani durumun tazammunlarını dışsallaştırmaktadır. Türkiye, Ermeni meselesine ve Ermenilere bakışını, tarafgirlik zemininden adalet zeminine taşımak zorundadır. O zaman, tecavüzün, yağmanın ve ihanetin bize bakan yüzünü de göreceğiz; göz yaşartıcı vefa, sadakat ve merhamet tablolarıyla birlikte. O zaman Ermenilerin yaptıkları yanlışlar kadar kendi hatalarımıza da projektör tutarken, "gâvur hakkı" kaygısını yeniden yüklenecek, çatışma yerine empatik bir dili ikame etme yolunda mesafe alabileceğiz.

* Siyaset Bilimci
Zaman

Haber Ara