Dolar

32,5059

Euro

34,9169

Altın

2.447,53

Bist

9.711,72

'Televizyon dizileriyle toplumu çökertiyorlar'

Yeni Asya Gazetesi'ne konuşan Tayfun Talipoğlu, televizyonun yaptığı dejenerasyonun toplumumuzu tükenme noktasına getirdiğini ve bunun mutlaka bir gün dibe vuracağını söyledi.

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-11-24 12:59:22

'Televizyon dizileriyle toplumu çökertiyorlar'
Malûm iletişim ve tüketimin hızlı olduğu bir çağda yaşıyoruz. Günümüzde en etkin iletişim aracı olan televizyon aracılığı ile toplumumuza nasıl bir kültür aktarımı var?

Ben siyasal bilgiler fakültesi mezunu bir gazeteciyim. Bu konuyla ilgili siyasal yönden bir bakışla şöyle söyleyebilirim ki; hatırlarsanız Mehmet Ali Birand’ın programında konuşan eski bir genel kurmay başkanı şöyle birşey söyledi: “Biz Amerika’dan izin almadan Kandil’e gidemeyiz.” Bu cümle çok dikkat çekicidir. Şu anda ülkemizde kültürel anlamda da aynı şey yaşanıyor.

Bir yönetmen arkadaşımızın da şöyle bir sözü vardı: “Sinemacılara 5-10 yıl süre verin ve bir hedef gösterin. Nasıl bir toplum istiyorsanız size öyle bir toplum yaratırız.” Sinema, elbette çok etkili bir güç. Fakat televizyon daha etkili bir silâh, çünkü çok büyük bir kitleye ulaşıyor. Kitle iletişim araçları sayesinde istediğiniz kültürel yapıyı topluma enjekte ediyorsunuz. Bir müddet sonra bunun sonuçlarını görüyorsunuz. İstediğiniz hemen bu günden yarına olmuyor elbette. Bu bir süreç meselesidir. Bu anlamada Türkiye’de neredeyse bir asra yaklaşan bir asimilasyon süreç yaşanıyor.

Şimdi hatırlayın, televizyonun ülkemize geldiği ilk yılları. Dallas dizisi ile başlayan bir kültür var. Bu diziyi izlediğim yıllarda ben zannederdim ki Amerikalılar sabahtan akşama kadar içki içiyorlar ve bir sürü saçma şey yapıyorlar. Bir gün Amerika’ya gittiğimde gördüm ki çok sıkı bir aile yapıları var. Sonra ardından Görevimiz Tehlike kültürü geldi. Bu aslında Amerika’nın kendini ifşa ettiği bir programdır. Filmi hatırlayalım. Bir ülkeye 4 tane adam girer ve o ülkedeki başkanı devirir.

Gerçekçi olalım, bu meselenin iktidar yönüdür. Güç kimin elindeyse bunu yapacaktır. Siyasî partiler iç politikada vatandaşlarına iyi niyetliyse iyi bir yaşam sunar, iyi niyetli değilse yandaşlarını zengin eder. Fakat dış ve kültürel politikada kesinlikle Amerika vardır. Bu komploculuk değildir. Yaşamımıza baktığınızda bunu göreceksiniz. Meseleyi 12 Eylül öncesi ve sonrası diye ayırmak gerekiyor. 12 Eylül sonrasında oluşturulmak istenen toplum (öyle bir toplum olsun ki bunlar yaşamlarında hiçbir şeyle ilgilenmesinler, sadece futbolla uğraşsınlar, aşk meşk olsun hayatlarında) istenilen buydu. Bu öyle bir şekilde oldu ki muhafazakâr kesimde bile aynı şey yaşandı. Ve bunu farkında olmadan yaptı insanlar.

Bir gün sayın başbakan ile yurt dışına giderken konuşuyoruz, yanımızda politikacılar, bakanlar var. Dedim ki, “Soran olursa Tayfun Bey muhafazakâr oldu dersiniz, sırf bu televizyonlar yüzünden.”

AİLE YAPISINI YOK ETMEYE YÖNELİK BİR ÇALIŞMA VAR ORTADA.

Dizilerde yansıtılan malûm ilişkiler için ne dersiniz?


Ben çok iyi yetiştirildim. Lojman çocuğuyum, sinema, tiyatro gibi ortamlarda, kadın erkek ilişkilerinin large olduğu bir toplumda yetiştim. Fakat artık bazı şeyleri ben bile hazmedemiyorum. İş o kadar çığırından çıktı. Eğer toplumda gayri ahlâkî ilişkilerin ve boşanmaların yasal hale gelmesini istiyorsanız, bir dizi yaparsınız, o dizinin içinde her şeyi yasallaştırırsınız. Para için her şey olmalı diye gösterirsiniz. Mini etekli kızların kocaman jipli adamlarla beraber olduğunu gösterirsiniz. Eğitimin de önemi yoktur dersiniz. ‘Birine yamanırlar giderler gibi’ kadını kadınlık vasfından çıkartıp obje halinde sunarsınız. Tüm bunları kullanır ve böyle bir çöküş yaşatırsınız topluma. Görülen o ki; Türk aile yapısını yok etmeye yönelik bir çalışma var. Bu dizi ve yarışma programlarında sergilenen çirkinliklerin zaman içerisinde toplum tarafından kanıksanmaya başlaması da olağan bir süreçtir. İnsanlara verdiğiniz mesaj neyse onu alıyorlar.

Farkında olmadan belki bu çöküşe bir de belediyeler ve üniversiteler katkıda bulundu. Belediyeler sanatı öldürdüler. Doğru düzgün bir yerde, sinema yok, tiyatro yok. Örneğin bir belediyenin düzenlediği programa gidiyoruz. Yapılan sosyal etkinliklere dâvet ediliyoruz. Söyleşiye gidiyorum, bunu para almadan yapıyorum. Sonra bir bakıyorum, bir başkası da dâvet edilmiş. Bunu maddî karşılık alarak yapıyor. Bu olabilir tabiî. Fakat, orada beni gören çocuk, bana değil tabiî ki parayı alana özeniyor. İnsanları neye özendirdiğinize, nasıl örnekler verdiğinize dikkat etmek zorundasınız. Bir dönem futbola özendirdiler. Fakat çocuklar gördüler ki futbol emek isteyen bir iş. Sürekli ortaya serilen farklı yaşamlar, bilinç altında öylesine bir toplum yaratmaya başladı ki, bundan etkilenen kesimin muhafazakârı, başörtülüsü ya da başka ideolojisi yok. Hepsi aynı anlam taşır, çünkü hepsi zaafları ve istekleriyle insandır.

BİZİM ÇOCUKLARIMIZIN HER ŞEYİ VAR, AMA HİÇBİR ŞEYİN SAHİBİ DEĞİLLER.

Gençlerimiz ve çocuklarımızı nasıl etkiledi televizyon ?


Maalesef birçok şeyi kaybettik. Erkek erkek, kadın kadın imajını bile kaybettik. Çocuklar bizim çektiklerimizi çekmesinler diye fanuslar kurduk. Her şeyleri var. Yazılarımda bahsettim. ‘Bizim çocuklarımızın her şeyi var, ama hiçbir şeyin sahibi değiller’ diye yazdım. Hiçbir şeyi çabalayarak almadılar. Sanal bir dünyada her şeyi önlerine koyduk. Fakat gerçek olan hiçbir şeyleri yok. “Aman bizim çektiklerimizi çekmesinler” dedik. Ama ben 50 yaşına gelip baktığımda gördüm ki, beni ben yapan unsurların benim yaşadıklarım ve çektiklerimdir. Bu hataya ben de düştüm. Biz bu savaşı kaybettik. Kendi çocuğumla çatışmıyorum artık. Çünkü bu savaş bitti, geçmiş olsun. Onlar kendi kimliklerini belirlediler. Artık okullarda çocuklara hap kadar dersler veriliyor. Ben siyasal bilgiler fakültesine girdiğimde birinci sınıfta sadece 16 kitap okumuştum. Hocalar böyle söylüyordu, üniversite budur diyordu. Biz özgürlük adına çok disiplinsiz bir nesil yetiştirdik.

Biz bir kuşağı kaybettik, kuşağı kaybedince sonucunu gördük ve telâşlandık. Bu röportaj onun telâşı, benim konuşmalarım onun telâşı. Hepimizde ne yapacağız, yarın ne olacak telâşı var. Bir kısmımız teslim olduk. Diğer bir kısmımızda mücadele ediyoruz. Bir gün beni takip eden bir okurum bana “Tayfun bey sizin dediğiniz gibi yaptık, hep seçerek televizyon izlettik, bizim çocuk anti sosyal bir yaratık haline geldi” dedi. “Neden?” dedim ‘Çocuk şimdi okula gidiyor. Okuldaki arkadaşları ‘Fatma gülün suçu ne’ ‘bin bir gece masalları’ gibi filmlerden bahsediyor. Bizim çocuk öylece bakıyor. Kendi yaşıtlarıyla bile çatışma yaşıyor” dedi. Ve bunun üzerine ben bir yazı daha yazdım dedim ki: “Toplumsal değerler birlikte korunur. Bu değerleri birimizin koruyup diğerinin korumaması hiçbir anlam ifade etmez.” İşte biz toplumdaki bu yapay bölünmeleri bırakıp, birbirimize saygı duyarak birlikte ele alırsak meseleleri, birçok şey o zaman yoluna girer. Türkiye de artık muhafazakâr, liberal, ayrımları yok, hepsi birbirine karışmış durumda. Mesele eğitim sistemiyle birlikte ailenin de aynı şeyi düşünmesinde. Şunu unutmamak gerekir; bir ülkede bir şey ne kadar çok konuşulursa, o kadar çok yasal hale gelir.

Bir dizide şöyle bir sahne seyrettim. Dizide çocuk babasıyla kavga ediyor ve içkiyi susuz içiyor. Bunu seyreden çocuk ‘Evet, sinirlendirildiğinde bu içilir’ sonucunu çıkarıyor. Bu toplum sigaraya böyle başlamadı mı? Bize, “Yazar dediğin, daktilosunun başında sürekli sigara içer” şeklinde anlatıldı. Ben sigaraya böyle başladım. Ve en önemlisi insan ilişkileri, çarpık ilişkiler dizilerde topluma yansıtılan şekliyle normalmiş gibi gösterildi. En başta aile ilişkileri yıpratıldı. Bazı sapkın takıntıları olanlar ne yapıyor günümüzde. Açıyor interneti, bir bakıyor, kendisi gibi bir sürü sapkın var. “Yalnız değilmişim” diyor ve kafasında bu durum yasallaşıyor. Din dediğin nefis terbiyesi değil midir zaten? İnsanın nefsi farklı yönlere kayıyor çünkü. Sürekli sapkınca şeyleri ifşa ederseniz, özenti de artacaktır doğal olarak.

Son günlerde bir haberi sıkça tartıştık biliyorsunuz. Haberde kadının bıçaklanma halinin gösterilmesi, olur mu, olmaz mı diye tartışıldı. Olmaz tabiî ki, orda kadının bıçaklanabilir bir varlık olduğu sergileniyor. Bizler öyle anlamayabiliriz belki, ama farklı kültürdeki başka kişiler öyle algılıyor. Böyle bir sahneyi ibret tablosu olarak sunamazsınız. Yayınlarsanız, olabilir görünür. Bence toplumdaki en büyük savaş siyasî savaş değil. Bizlere Amerikan kültürünün televizyondan empoze edilmesidir. Çocuklarımızın bunu seyrederek büyümeleri, işte asıl mesele budur.

Doğu Anadolu da, televizyonun insanımızın hayatına girmesi nasıl etki etti? Özellikle çocuklara nasıl yansıdı bu durum?


İyi yaşama arzusu denen bir şey vardır. O iyi yaşamın tanımını aile yapamadığı için, Doğuda veya Batıda fark etmez, çocuklara iyi yaşamı televizyonlar sunuyor. Yaptığınız programda emeğiyle yükselen bir yaşamı ne kadar gösterirseniz gösterin. Pek de bir anlam ifade etmiyor. Dizilere dikkat edin, yoksulluktan zenginliğe geçiş yapan çabuk sınıf atlayan modeller var. Yani her dizide zenginleşme arzusu var. Sanki bütün insanlar villalarda yaşıyormuş ve herkesin jipleri varmış gibi gösteriliyor. Bu zenginleşmeyi ekonomiye bağlayıp, gemisini kurtaran kaptan hikâyesinde olduğu gibi, bunda da bireyselleşme sağlanınca, zaten her şeyi istediğiniz şekle soktunuz demektir. Ondan sonra herkesi ve her şeyi rahatlıkla satın alabilirsiniz.

Çünkü vicdanları satın alabiliyorsunuzdur. Diyorsunuz ki adama: “Sen iyi yaşayacaksın. Sana ne başkasından. Sen kötü yaşarken o sana sordu mu?’’ Hepimizin zaman zaman bu noktaya geldiği olmuştur. Muhsin Kızılkaya’nın ‘Bir Dil Nasıl Kanar’ kitabında bahsettiği bir gerçek var. Doğu ve güneydoğu insanlarımıza bir dönem zorla Türkçe öğretilmesinden tutun, ilkokula başlayışı ve orada dövülmesi gibi katı gerçekler. Orada çocuklara şu sunuluyor: “Sen buna zorunlusun. Bunları yaparsan ailenden daha iyi yaşayacaksın”. Bu gibi baskılardan geçerken Doğu Anadolu insanımız, tam bu noktada 70'li yıllarda televizyon geldi ve bu zorlayıcı siyasal hali geçti. Okulda öğretmen ne eğitim verirse versin, ailede siz ne derseniz deyin asıl öğretmen televizyon oldu.

Peki, yapımcılar neden bu deformasyona çanak tutuyorlar?

Artık Şırnak'taki çocukla, burada ki yapımcı aynı şeyi öğrendi ve aynı şeyi düşünüyor. ‘Ben daha çok para kazanıp, daha iyi nasıl yaşarım?’

Yani biraz önce bahsettiğimiz iyi yaşama arzusu devreye giriyor. Aslında bu kültürü suratımıza vuran bir film de ‘Recep İvedik’dir. Herkes çok basit bir film eleştirisini yaparken, bu film bize şöyle dedi; ‘Siz busunuz.’ Bu yapım 5 milyon insanımızı ekran başına topladı. Bu suratımıza tokat gibi patlıyor. Gelinen eğitimin karnesidir Recep İvedik. Kimse eleştirmesin, bu filmle Gökbakan sosyolojik bir tarih yaptı. Bizlere “geldiğiniz nokta budur” dedi.

BU MİLLETİN BÜTÜN DEĞERLERİ YOK EDİLDİ

Bir gazeteci olarak televizyon programlarında tartışılan konu muhtevalarını nasıl buluyorsunuz?


Bu kadar meselemiz varken konulara baktığınızda, her şey bitti de bu mu kaldı diyor insan. (Mevlânâ Moğol ajanıdır, Nasreddin Hoca şöyleydi) onca önemli sorun varken, saçmalıkta sınır tanımaz şeyler konuşuluyor. Bazı değerlerimiz var bizim. Bu milletin tüm değerleri yok edildi. Ekranları uzun süredir işgal eden dâvânın adı neden Ergenekon hiç düşündünüz mü? Eskiden internetten araştırınca Ergenekon efsanesi çıkardı. Şimdi tuşlara basınca yargılama çıkıyor, dâvâ sonuçları çıkıyor. Bakın böylelikle bir efsane yok edildi. Bunlar bilinçli olarak yapılıyor. İnsanların ellerinde değer kalmıyor. Güneydoğu konusunda hep şunu söyledim: Güneydoğuda en baştan gelen politika, yani insanları geri bırakma politikası, ekonomik anlamda feodalizmin hükümetçe destekleniyor olması ve benzeri şeylerle orada insanları her söylenilen ve yapılana kolay inanır hale getirdi.

EN BAŞTA AİLE İLİŞKİLERİ YIPRATILDI

Sizce bu yaşanan süreç düzelmeye doğru gider mi?


Evet düzelir. Fakat dibe vurmadan değişim olmuyor. Öncelikle bu mesele kültürel açıdan dibe vuracak. Ben, yaptığım programda bunu hissediyorum. Sokakta ki vatandaş ‘Programı neden yapmıyorsun, çocuklarımıza izletmemiz gerek’ diyorlar. İnsanlar böyle güzel şeylere özlem duymaya başlıyor. Çünkü bu bir süreçtir. Bu süreçte insanlar önce cıvıtırlar. Ekonomi ve başka yönlerden dejenerasyon yaşanır. Sonra o insanlar der ki; ‘Biz dağıldık, gidiyoruz, neler oluyor?’ insanlar olayları ve yaşananları sorgulamaya başlar. İşte o zaman toplum yeniden yapılanmaya girecektir. En çok üzüldüğüm konulardan biride, okuması, üretmesi gereken kesimin de dejenerasyona maruz kalmasıdır. Okumayan üretmeyen toplumu ayakta tutmak imkânsızdır. Bunu unutmamak gerekir.

TOPLUMU BÖLEN DE TELEVİZYONDUR

Bu yozlaşma ve dejenerasyon karşısında sergilenmesi gereken tavır nedir?


Ben Siyasal Bilgiler Fakültesinde okurken 7 tane tesettürlü bayan vardı. Kenan Paşa tesettüre yasak getirdi, bu sayı bir günde 21’e çıktı. Zaten her siyasî düşünce ve inanış, karşıtıyla beslenir. Geçmişte Türkiye’de din daha özgür yaşanabilseydi belki biz bu gün bu tartışmaları yapmıyor olacaktık. Ben 27 senelik gazeteciyim. Ve biz 27 yıldır hâlâ, üniversitelerde ve devlet dairelerinde tesettür meselesini konuşuyoruz. Ben insanın net duruşundan yanayım. Bir insan şunu diyebilir: “İmam hatip benim için olması gereken bir okul değildir. Ya da kızlar bu okula alınmasın” da diyebilir. Bu bir duruştur.

Fakat “İmam hatipler açık kalsın, kızlar da bu okula girsin, ama başlarını açsın girsin” derseniz, ben o kapıya gider yasak getirdiğiniz kişiler ile beraber bir duruş sergiler ve desteğimi veririm. Doğru olacaksın, dürüst olacaksın hayatta. Öğrencileri okula alacaksın, ama başını aç diyeceksin, böyle olamaz. Bu kendi içinde çelişmektir. Bu coğrafyada hepimiz sürekli olarak toplum tarafından ‘yargılanma hissiyle’ yaşıyoruz. ‘Aslında ben buyum’la söze ve yaşama başlamak gibi kötü bir şey var mıdır? İnsan kendini ifade etmek zorunda kaldığı hiçbir yerde rahat ve kendi gibi değildir. Bir dönem ben program yaptığım kanalı değiştirerek TRT’ye geçtim. Bana, “Sen niye TRT’ye geçtin?” dediler. Bilinmesi gereken şey şudur. Bir adamın ne dediği önemlidir, nerede olduğu değil. Bu tür tavırlar kategorize ederek yaşama operasyonudur.

Niyet önemlidir. İnsan mayası önemlidir. Sağı, solu, Müslüman’ı ya da olmayanı, hepsi insan unsuruyla var olur. Biz insanı kaybettik ve kaybediyoruz. İnsanı kaybederseniz her şey biter.

Eskiden tüm çarpıklıklar sadece küçük topluluklar içinde kalıyordu. Şimdi artık televizyon denen bir şey var. Onunla toplumu çok çabuk yönlendirebiliyorsunuz. Kürt meselesinde hükümet nasıl bir açılım yaptı. Aynı şeyi televizyonculuk da da yapmak zorundayız.

Toplumu bölen de televizyondur. Türkiye sistemli olarak 1968’den beri bölünüyor. Televizyonun ilk geldiği yıllardan bu yana, getirdiği doğrular yanlışlarından azdır. Okumayan toplumlarda görsellik çok etkili olur ve insanlar okumadıkları için değerlendirme yetileri olmaz. Bir dizi filmde dövülen bir kadın gören, bilgili, okuyan kendini kültürel ve değerler bağlamında geliştirmiş biri etkilenmez belki. Ama bu tabloyu bir çocuk gördüğünde, kadını dövülebilir bir varlık olarak değerlendirir.

ÖZGÜRLÜK DOĞRULAR SÖYLEDİĞİNDE ÖZGÜRLÜK OLUR.

Bu ortamda her şey yapılabilir görünüyor. Özgürlükten bahsedersek özgürlük her şeyin ortaya serilmesi mi demektir?


Bu şekilde davranmak, özgürlük bu mudur dersek? Tabiî ki hayır. Bu kavram bizde başka bir şey oldu. Özgürlük, doğrular söylendiğinde gerçeklerle olur. Biz toplum olarak yalanlarla özgür olmaya çalışıyoruz. Herkes birbirine yalan söyler oldu. Özgürlük, gerçekliktedir. Ben istediğimi yapayım demek değildir. Aslında özgürlüğün çok da sınırı yoktur. Sadece toplumsal düzeni sağladığınızda, o toplumun gelenekleri, eğer sizi yalan söylemeden yaşamaya itiyorsa, gerçek özgürlük işte budur. Yani, kişiyi yalan söylememeye iteceksiniz.

Yoksa klâsik tanım gibi; “başkasının özgürlüğünün başladığı yer” derseniz, bu olmaz. Bunun ölçüsü nedir? Onun özgürlüğü nerde başlıyor nerede bitiyor? Bu da izafî bir kavramdır. Söylediğiniz sözler davranışlar için, okulda, ailede nerde olursa olsun her şeyi rahat bir şekilde dile getiriyor ve istediğiniz yaşam biçimini yalansız yaşayabiliyorsanız eğer, özgürlük budur. İstediğimi yaşıyorum deyip, çelişkiye düşerek değil. Bu olmaz, orda yapılan belli ki yalanla yapılmıştır. Sen, sadece sana gösterilen bir hedefte bir şablona oturmaya çalışıyorsun demektir. Sonuç olarak insanın ne kendisine ne başkasına zararı dokunmaması gerekiyor.

Tayfun Talipoğlu kimdir?


1962 yılında Kars’ta doğdu. İlkokulu Malatya Şeker İlkokulu ve Eskişehir Yunus Emre İlkokulu’nda okudu. Ortaokulu Eskişehir’de, liseyi Ankara Atatürk Lisesi’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden 1983 yılında mezun oldu. Milliyet gazetesinde muhabir olarak başladığı gazetecilik hayatına önce Star1’de, sonra ATV’de haber muhabiri olarak devam etti. 1995 yılından itibaren önce ATV’de son üç yıldır da NTV’de Bam Teli programını hazırlayıp sunarak mesleğine devam eden Talipoğlu, yedi yılı aşkın sürede 930 bin kilometre yol ve yüzlerce dosya yaptı. Takvim, Yeni Yüzyıl, Cumhuriyet ve Sabah gazetelerinde köşe yazarlığı da yapan Talipoğlu, evli ve bir çocuk babasıdır.

Yeni Asya

Haber Ara