Dolar

32,5723

Euro

34,8883

Altın

2.434,18

Bist

9.645,02

Çadırlar düzenli ama hayatlar paramparça

Haziran ayında Esad rejiminden kaçıp Türkiye’ye sığınan Suriyeliler, Antakya’daki çadırkentlerde yeni bir yaşam kurmaya çabalıyor 8 bin kişinin yaşadığı çadırkentlerde sahra hastanesinden anaokuluna her şey var. Ama bütün bunlar, yüreklerdeki yarayı kapatamıyor.

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-11-08 11:29:23

Çadırlar düzenli ama hayatlar paramparça


Aslı Aydıntaşbaş


ANTAKYA Kampa girmeden hemen önce kaymakam bey sesini hafif alçaltarak “Sizden tek ricam, lütfen Van’da deprem sonrası kurulan kamplarla kıyaslama yapmayın. Haksızlık olur çünkü bizim buraya çeki düzen vermek için çok vaktimiz oldu” demeseydi, muhtemelen yazacağım asıl haber o olurdu.

Ama kaymakam haksız değil; Erciş’teki depremin hemen ardından Van’daki sefalet görüntüleri ile bu yaz Esad rejiminden Türkiye’ye kaçan Suriyeliler için Antakya’da kurulan kamplardaki düzeni kıyaslamak doğru değil.

Doğru değil ama ne yalan söyleyeyim; boyum o kadar uzun, belim o kadar ince, aile nüfusuma kayıtlı çocuk sayısı o kadar kabarık olmasa da bu hafta Esad rejiminden kaçan Suriyelilerin yaşadığı çadırkentleri gezerken ben de ufak bir “Angelina Jolie anı” yaşadım.

Dramatik ve zor durum

Bir Hollywood yıldızı yapmacıklığıyla kamptaki sevimli çocuklara sarıldığımda kendimi “Ah ne mutlular” diye mırıldanırken, rejimden işkence görmüş, çoluğunu çocuğunu kaybetmiş ailelerle sohbet sırasında “Size nasıl yardımcı olabiliriz” derken buldum.

Aynı duyguyu, Irak savaşında da yaşamıştım. Dünyanın her yerinde mültecilerin hayatı, o kadar dramatik ve zor koşullar içeriyor ki, bir kaç saatliğine o yaşamlara girip-çıktığınızda, sanki “DVD”de bir film izlemiş sonra da kapatıp kendi normal hayatınıza dönmüş gibi hissine kapılıyorsunuz.

Mesleki yabancılaşma bu olsa gerek.
Peki neydi bana Angelina Jolie dakikası yaşatan?
Sanırım beni o sahneden yabancılaştıran, gördüğüm insanların büyük trajedi ve ölümleri, bir filmi durdurmuş gibi geride bırakıp “muntazam” kamp yaşantısına alışma gayretiydi.

Bir bölümü geri dönüyor

Suriye’de Esad rejiminin ülkenin her yerini saran gösterilere kanlı müdahalelerde bulunmayı seçmesiyle bu yaz Suriye sınırından Türkiye’ye neredeyse 20 bin kişi geldi. Bunlardan bir bölümü, zamanla rejimin “Gelin hesap sormayacağız” çağrısıyla evlerine, köylerine geri döndü. Ama hâlâ korkuyu üzerinden atamayan ya da protestolara katıldığı için “terörist” diye mimlenmekten korkan 8 bin kişi, “korunmaya muhtaç geçici mülteci” statüsüyle Türkiye”de.
Ve rejim devrilene kadar da kalmaya niyetli...

Her 2.5 kişiye bir çadır

Çoğunluğu sınır bölgesinden gelen 1300 kişinin yaşadığı Boynuyoğun kampı, Antakya’dan 45 kilometre uzaklıkta dümdüz bir alanda kurulmuş. Kamp deyince çamur deryası içinde, kendilerine büyük gelen terliklerden çıplak ayakları fırlamış sümüklü veletlerin görüntülerini unutun.

Her şeyden önce, kampın büyük çoğunluğu asfalt. Birbirine yakın 540 çadırdan oluşuyor. Sıcak yemek, kahvaltı, bayramlarda kurban eti gibisinden hoşluklar var. Kamp girişimde bize mihmandarlık yapan Dışişleri yetkilisi, her 2.5 kişiye bir çadır, her 16 kişiye bir tuvalet, her 25 kişiye bir banyo düştüğünü söylüyor. Kampta ayrıca televizyon izleme bölümleri, yemekhaneler, basketbol ve futbol sahaları, cami, derslikler, anaokulu ve kreş var.

Gördüğüm kadarıyla kampın en büyük avantajı, özellikle çocuklar için sağladığı eğitim imkanları. (Bunu aşağıda anlatacağım)
En büyük dezavantajı ise henüz kış koşullarına dayanıklı ısıtıcıların olmayışı. Gittiğim gün trafo patladığından, çadırlarda elektrik yoktu. Isıtıcılar henüz gelmemiş.Suriyeli ailelerle sohbet ederken, soğuktan için titriyordu. Üşüdüğümü gören yaşlı bir teyze, ısrarla bana kızlarının kıyafetleri giydirmeye çalıştı. Mor kadife ceketler, uzun yelekler, sıcacık yün kazaklar. Giderken elime “Bunları zaten sizler verdiniz” diye ille de bir hırka tutuşturmaya çalıştı. Almadım ama iyi ki bu yağmurda sıkı sıkıya giyecekleri, hatta gelen misafire bonkörce teklif edebilecekleri bir şeyleri, diye düşündüm.

 

Abu Muhammed ve kamptaki aile bireyleri yüzlerinin görünmesini istemiyor.
Çünkü Suriye’de hâlâ yakınları var v onlar için endişeleniyorlar.

Kampta okuldan futbol sahalarına, derslikten camiye her şey var. Ancak bunlar yüreklerdeki acıyı dindirmeye yetmiyor. Kamptaki Suriyeli ressam o acıyı böyle yansıtıyor...


 

OĞLUNUN ÖLÜSÜNÜ GÖSTERİYOR VE GÖZLERİ ISLANMAYA BAŞLIYOR:

Bak oğluma ne yaptılar?

Buraya kadar anlattıklarım, “Türkiye Cumhuriyeti tanıtım broşürü” gibi gelse de mülteci kamplarında imrenilecek bir hayat yok. Çadırların altyapısı sorunsuz ama içlerindeki hayatlar paramparça.

Örneğin kafayı uzatıp bir süre misafir olduğum Cısr-i Şuur”lu aileyi örnek alalım. Yaşlılıktan dişleri dökülmüş, ama fıldır fıldır gözlerinden zeka fışkıran Abu Muhammed, bir yandan tütün sararken bir yandan da buralara nasıl geldiklerini anlatıyordu:
“Bizim oralarda her şey 4 Haziran’da polisin Basil Mısri diye bir genci vurmasıyla başladı. Dera’da gösteriler başlamıştı. Şehirdeki gençler, mezara götürüp gömdüler, dönüşte gençler “Ruhumuz, kanımız, olsun da fedaya şehit” diye bağırıyorlardı. Yürüyüşe başladılar. Attıkları slogan “Onur” ve “Hürriyet” idi. Ama polis ateş açtı. Ardından bizim oralarda bazı askerler ölü bulununca bu sefer evleri basmaya, herkesi tutuklamaya başladılar...”

Ceset ve kurşun deliği

Abu Muhammed’in uzun boyu ve endamıyla tam da Arap kadınının o geleneksel aile içine hapsolmuş iktidarını yansıtan karısı lafa girdi...

“Bak, bak, oğluma ne yaptılar.” Bana uzanan cep telefonunda, genç, yakışıklı bir adamın ölü vücudu vardı.
“Buna da bak.” Bir başka genç adam, onun ise yüzünde kocaman bir kurşun deliği. Yavaş yavaş gözler ıslanmaya başladı. Cep telefonunu uzul uzul öptü.

Sohbet sürerken, çadır yavaş yavaş diğer aile bireyleriyle doluyor. Bilgisayar mühendisi olan bir genç kız, bir diğeri, bir başka damat, torunlar yavaş yavaş gelip yanımıza çömeliyor. 9 çocuklu Abu Muhammed’in (gerçek ismi bu değil) 33 ve 34 yaşındaki oğulları Eihan ve Haisen, rejm karşıtı protestolara ateş açan Suriyeli askerler tarafından oracıkta öldürülüyor. Kalp ameliyatından yeni çıkan damadı, sabaha karşı sorgulanıyor. Biraz sonra aramıza katılan 18 yaşındaki torunu, gözaltına alınıp günlerce dayak yiyor.

‘Ben nasıl terörist olurum?’

Tanklar oturdukları kasabayı sardığında, “Biz artık buralarda kalamayız” diyen aile, ellerine birkaç torba alıp üstlerinde ne varsa Türkiye sınırına doğru yola çıkıyor.

Abu Muhammed anlatıyor “Bize terörist diyor Esad. Ben bu yaşımda nasıl terörist olabilirim. Ben zengin bir adamım. Suriye’de evlerim, güzel işim, balık çiftliğim vardı. Hepsi geride kaldı. Benden bu yaşta nasıl terörist olur?”

Ailenin bir oğlu, hâlâ gözaltında. Ayrılırken rica ediyorlar. Acaba bir şeyler yapabilir misin? Türk hükümeti sorabilir mi?”
1300 kişilik çadırlarda yüzlerce böyle hikaye var. Muhalif ruh hali, , çaresizliğe dönmeye başlamış. Suriyeliler her saat ülkelerinde ne olup bittiğini takip ediyorlar. “Asla Suriye televizyonundan değil. Hepsi yalan. Al Jazeera”dan izliyoruz” diyorlar.


Resim öğretmeni Zuhal Deviren de atanmayı bekleyenlerden...

Atama bekleyen öğretmenler ders veriyor

Çadırkentte hep melankoli değil; tatlı kareler de var. Kampta 11 ayrı sınıfta Arapça ve Türkçe ders alan çocuklar, her yerde neşeli. Suriye’de geride bıraktıkları okullar, ezber-azar-dayak sistemi üzerine kurulu.

Burada ise Antakya kökenli Arapça konuşan öğretmenlerin Suriyeli çocuklara hassas davranmaları, küçüklerle oyun oynamaları, derslerde şefkatli olmaları salık verilmiş.

Resim öğretmeni Zuhal Deviren, sınıfındaki 7-8 yaşındaki miniklerin ilk günlerde sürekli tank, savaş, ölüm resimleri yaptığını, ama zamanla kendi yaşlarındaki diğer çocuklar gibi çiçek böcek yapmaya başladığını anlatıyor. Daha doğrusu resimlerde, çiçek, böcek ve bolcana çadır var.

Dersler Arapça ama muhteviyat Türkçe. Çocuklar bir yandan Türkçe öğreniyor, bir yandan da müfredatı. Allah’tan Antakya’da hala Milli Eğitim’den atama bekleyen ve Arapça bilen bir sürü öğretmen adayı var da kamp eğitmen konusunda zorluk çekmiyor.
Konuştuğum tüm öğretmenler hâlâ atama beklediklerini söylüyorlar. Ama kendilerine hayran hayran bakan ve bildikleri kıt Türkçeyle saatlerce bıkmadan “Nasılsın?” “İyiyim.” “Nasılsın?” “İyiyim” diyerek gülümseyen sevimli miniklerle olmaktan da şikâyetçi gibi değiller.
Anaokulu cıvıl cıvıl.

Büyükler de öğreniyor

Ama kamptan son kare, ne yemekhane, ne de kreşten. Bir ara başımı uzatıp Türkçe öğrenmek isteyen yetişkinlerin sınıfına göz atıyorum. Ne ne yalan söyleyeyim, takkeli, Filistin eşarplı koca koca adamların önlerindeki defterlere Latin alfabesiyle not almaya çalıştığını görünce, galiba içimde gizli “cumhuriyet kızı” bir anda uyanır gibi oluyor.

Kamptan, üşüyerek ama iyi hislerle ayrılıyoruz. Günün birinde rejim yıkılınca ya da halkına silah doğrultmaktan vazgeçince, yeniden Hatay’a gelip o ailelerin Suriye’ye dönüşünü izlemek üzere...

Kaynak: Milliyet

Haber Ara