Dolar

32,5976

Euro

34,7961

Altın

2.488,42

Bist

9.457,82

'Kemalizm, yaşamadı ki ölsün...'

Bir ideoloji olarak Kemalizm yaşamadı ki ölsün. Bir defalığına böyle bir Kemalizmin var olduğunu düşünelim. Peki, hangi Kemalizm öldü? Tek parti Kemalizmi mi, Atatürk’ü Koruma Kanununu çıkaran, “Seni sevmek millî bir ibadettir” diyen Bayar Kemalizmi mi, 27 Mayıs Kemalizmi mi, sol Kemalizmi mi, Evren’in Atatürkçülüğü mü?

14 Yıl Önce Güncellendi

2011-10-03 14:45:07

'Kemalizm, yaşamadı ki ölsün...'
H. Hüseyin Kemal*

MEDYATİK VE TİCARî DEĞER HALİNE GETİRİLDİ

Medyatik ve ticarî bir değer haline de getirildi M. Kemal. 29 Ekim 2009 kutlamalarında modacı Faruk Saraç tarafından tasarlanan bir kostümle pastanın içinden çıkartıldı. 19 Mayıs 2010'da Show TV’de ‘Sabahın Seda'sı’ programına da bir maket-konuk olarak katıldı. İnternette Atatürk markalı ürünler satan birçok sanal mağaza var.
 
KEMALİZM YAŞAMADI Kİ ÖLSÜN
 
Anayasa tartışmalarında üzerinde tartışılan konuların en bariz olanı Atatürk ilke ve inkilâplarının değiştirilemez olduğu yönünde. Biz de “Totem-tabu-Atatürk” makalesinin yazarı ve bu konular üzerinde kalem oynatan Hacettepe Üniversitesi’nden Dr. Mete Kaan Kaynar’la konuştuk. Resmî Tarih Tartışmaları serisinde yazıları bulunan Kaynar M. Kemal’in yaşadığı dönemde tabulaştırma çabalarından rahatsız olmadığını söylüyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk tabusu nasıl oluştu?

Tabulaştırmanın ortaya çıkmasının Cumhuriyet yönetiminin kapsamlı cevaplar üretmekte zorlandığı iki temel sorudan kaynaklandığı düşüncesindeyim. Cumhuriyet yönetimi şu iki soruya kapsamlı, tüm bireyler eğitim süreçlerinde öğretilen, aktarılan cevaplar üretmekte zorlandı; zorlandığı ölçüde de, cevap veremediği bu soruların üzerini Mustafa Kemal’i Ata Türkleştirerek örtmeye çalıştı. Soruları şöyle özetleyebilirim; Birincisi neden muasırlaşmak zorundayız ve ikincisi Osmanlı Tanzimatı - burada Tanzimat Fermanı’ndan çok daha geniş anlamda kullandım kelimeyi- ile Cumhuriyet İnkılâbatı arasındaki fark nedir? Cumhuriyet’e neden gerek duyuldu?

Rejimin, bu konularda bizzat onun tarafından üretilmiş, eğitimin neredeyse her aşamasında bize öğrettiği, aktardığı, kapsamlı, doyurucu cevapları yok. Cevapları olmadığı için de Osmanlı reformlarının başarısızlığı son dönem Padişahların kötü yöneticiler olmalarına, hain olmalarına ve 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Atatürk’ün ülkeyi düşmandan kurtararak Cumhuriyet’i kurmasına indirgenir. Bir anlamda cumhuriyet, hain Padişah- ulu önder Atatürk dikotomisinin bir sonucu olarak anlatılır bize.

Muasırlaşmanın modernleşmenin gerekliliği de Atatürk’ün bize hedef gösterdiği bir yol olmasına indirgenerek ele alınır. Dikkat ederseniz, özellikle ilköğretim düzeyinde –ki toplumun en geniş kesiminin rejimin temel siyasal parametrelerini öğrendiği tek dönemdir bu dönem- neden modernleşmemiz gerektiğine dair öğretilen herhangi bir şey yoktur; bu gereklilik Atatürk’ün “açtığı yolda gösterdiği hedefe hiç durmadan yürümek”e indirgenmiş durumdadır.

Bir başka ifade ile Atatürk istediği için muasırlaşmamız gerektiğine. İşte totemleştirme burada devreye girer. Cumhuriyet tarihi boyunca, “neden muasırlaşmamız gerekiyor?” sorusuna, açıklama olarak sadece Atatürk’ün gösterdiği hedef olduğu için cevabı veriliyorsa ya da Osmanlı reformları ile cumhuriyet “devrim”leri arasındaki fark Padişahların kötülüğü, basiretsizliği ve Atatürk’ün ulu önderliğine indirgenirse o takdirde bu kişinin sıradan bir kişi olmaması gerekiyor. 

Bu kişi, iyisiyle, kötüsüyle, hatasıyla, doğrusuyla bir asker, bir siyasetçi bir devlet adamı olarak Mustafa Kemal değil, tüm insanî özelliklerden soyutlanarak -Can Dündar’ın Mustafa filmine gösterilen tepkileri hatırlayın lütfen- ata Türk haline getirilmiş Atatürk olması gerekiyor. Çok kaba bir özetle, tabunun kök-nedeni olarak bunları söyleyebilirim, fakat hiç kuşkusuz tabulaştırmanın metotları süreçleri dönemden döneme farklılık göstermiştir. Ama hâlâ tabulaştırmanın kök nedeni değişmiş değildir.
 
Bu tabunun oluşması sadece çevredeki insanların heyecanı ve gayretiyle mi ilgiliydi yoksa M. Kemal de bu tabunun oluşmasında etkili oldu mu?

Atatürk tabusunu erken cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in sofrası, çevresindekilerin heyecanı, gayreti vb.’ye indirgeyemeyiz. Eğer öyle olsaydı biz bugün hâlâ Atatürk’ün totemleştirilmesinden bahsediyor olmazdık. Yakın çevrenin heyecanı, Mustafa Kemal hakkında yazıp çizdikleri vb, olsa olsa bu tabunun unsurlarından birisi olarak ele alınabilir. Mustafa Kemal’in bundan rahatsızlık duyduğunu söylemek ise zor. En azından karşı çıkmadığını söyleyebiliriz.

Atatürkçülükle Kemalizm arasında keskin bir fark var mı? Çünkü kimisi ben Kemalist değil Atatürkçüyüm diyor...

Keskin değilse de bir fark var. Bu fark, 12 Eylül’den sonra oluşan bir fark. Şöyle açıklamama müsaade edin. 12 Eylül darbesinin iki temel varsayımı vardı. Birisi, şu anda bizim konumuzu ilgilendiren varsayımı “gençlerin ideolojiye ihtiyacı vardır” varsayımı. 12 Eylül darbesinin akıl hocaları şöyle düşünüyor: Gençlerin ideolojiye ihtiyacı vardır, fakat millî, yerli malı bir ideolojimiz olmadığı için gençler, tam da 12 Eylül darbecilerinin lâfları ile “kökü dışarıda sapık ideolojilere” meyletmektedirler. Böylece bir millî ideoloji olarak, gençlerin ideoloji ihtiyaçlarını giderecek tabir-i caizse ithal ikamesi bir ideolojinin (Atatürkçülük’ün) oluşturulmasına çalışılıyor. Bu ideoloji Kemalizm olamaz; çünkü süreç içinde sol ile sosyal demokrasi ile kendisini irtibatlandırmış. Bu ideoloji öyle bir ideoloji olmalı ki, Atatürk’le alâkalı olmalı, ama Kemalist olmamalı; millî olmalı, ama 80 öncesinin ülkücü milliyetçiliği ile de irtibatlanmamalı. Oluşturulan bu Atatürkçülüğe ilk başta Nadir Nadi, İlhan Selçuk gibi dönemin sol-Kemalistleri karşı çıkıyorlar, Nadir Nadi “Ben Atatürkçü Değilim” başlıklı bir kitap yazıyor.

Kemalistler, Kemalist tabulardan rahatsız değil mi?

Birincisi, Kemalistler adı verilen, her açıdan homojen bir gruptan, bir nevi cemaatten bahsetmek zor olduğu gibi, cumhuriyet tarihi boyunca niteliklerini madde madde sıralayabileceğimiz bir tek Kemalizm/ Atatürkçülükten bahsetmek mümkün değil. En azından, daha önce de ifade ettiğim gibi, Nadir Nadi “Ben Atatürkçü değilim” diyorsa demek ki birden fazla Kemalizm var ortada, dolayısıyla da ne tek bir Kemalizm’den, ne de homojen bir Kemalist cemaatten bahsedilebilir.
İkinci olarak, bir an için tek bir Kemalizm ve homojen bir Kemalist cemaatinin var olduğunu düşünsek bile “tabu” tabunun dışındakiler için problematiktir. Tabu’nun kapsadığı grup için o tabu değildir zaten. Dolayısıyla tabunun onu rahatsız etmesinden bahsedemeyiz.

Sizce bu tabular Kemalistlerin varlık sebebi mi?

Bir önceki sorunuza cevap verirken de belirtmeye çalıştığım gibi Cumhuriyet tarihi boyunca “Kemalist” diye adlandırabileceğimiz, işi gücü sadece Atatürk tabusuna iman etmek olan, erken Cumhuriyet’ten günümüze kadar değişmeden gelmiş cemaat yok. Bu, Mustafa Kemal’den bir Atatürk tabusu haline getirilmeye çalışılmadığı anlamına gelmez. Aksine ben, tek parti döneminden günümüze, farklı enstrümanlar ve süreçlerle bu tabunun beslenip güçlendirildiğini düşünüyorum; ancak bu bir kesimin değil, rejimin tüm unsurlarının bir sorunu. Başka şekilde söylersem, bugün Kemalist diye adlandırılan kesimleri de kapsayan, ama onları da aşıp rejimin tüm unsurlarını da kapsayan bir sorun. Yoksa demin de belirtmeye çalıştığım gibi sadece Kemalist adı verilen homojen bir grubun sorunu değil. Ayrıca unutmamak gerekiyor ki Atatürk’ün tabulaştırılması ayrı bir şey, Atatürkçüyüm diyenlerin sadece tabularıyla yaşayan insanlar olduklarını söylemek başka bir şey. İkincisi çok fazla indirgemecilik olur.

Totem ve tabu birliği temsil eder. Atatürk etrafında oluşturulmaya çalışılan birlik sizce yeterli çekim alanına sahip mi?

Evet sizin de belirttiğiniz gibi totem birliği temsil eder. Freud da totemin bu özelliğine dikkatimizi çeker. Ve totemin içinde bulunduğu topluluğun atası (ata Türk), onun koruyucu ruhu, iyilik yapıcısı olduğunu (olarak algılandığını daha doğrusu) belirtir. Bu özelliği ile Atatürk (totemi), etrafında bir birlik oluşturulmaya çalışılan öge vazifesi de görür. Kendi içindeki birçok soruna rağmen ben kısmen de olsa Atatürk’ün böyle bir işlevle donatıldığını, donatılmaya çalışıldığını söyleyebilirim. Tabiî olan ile olması gerek arasındaki farkı da unutmamak gerekiyor.

M. Kemal’in silüeti varsayılan gölgelere bile bu kadar kutsiyet atfedilmesi “ilâhî” bir değer olduğunu mu gösterir?

“İlâhî” bir değer olduğunu değil, ama “mukaddes” bir değer haline getirdiğini gösterir. Durkheim’den yararlanarak şöyle söyleyebilirim. İlâhî/(sacred) olanla mukaddes/(divine) olanı birbirinden ayırır Durkheim. Mukaddes olan şey –totemleştirilme sürecinde- sadece Tanrı değildir. Bir bez parçası, bir simge ya da kişi de mukaddesleştirilebilir. Bu açıdan Atatük’ün ilâhileştirilmesi değil de mukaddesleştirilmesinden bahsetmek daha doğru olur.

Tanrının oğlu olarak kabul edenler de olmuştur. Sizce Teslis anlayışla bir benzerlik var mı?

Teslis anlayışı ile bir ilgisi olduğunu sanmıyorum, ama bir dönem Atatürk Mevlidi’nin yazıldığını biliyoruz. Behçet Kemal Çağlar yazmış: “Yurdu halkı her kim ol evvel ana / Her işi asan eder Allah ona / Millet adı zikredelim bir kere / Vacip oldur cümle işte Türklere” diye başlıyor. Tabiî bu konuda “Kâbe Arap’ın olsun /Çankaya yeter bize” diyen Kemalettin Kamu’yu anmadan geçmemek gerekiyor. Özgür Üniversite yayınlarından benim editörlüğümde çıkan Rejim ve Ritüelleri başlıklı bir çalışmada biz, Behçet Kemal, Kemalettin Kamu gibi şahsiyetleri “Kemalist” değil de “rejimin epigonları” diye adlandırmayı tercih ettik. Bu konuda Kadir Dede arkadaşımın çok güzel bir makalesi de var. Gerçekten de işi ifrata vardıran bu kişilerin “Kemalizm” diye bir şeyi üretmeleri onu taşımaları vb. mümkün değil. Epigon kavramı Troçki’den ödünç bir kavram Troçki’de Stalinistler için kullanıyor bu kavramı. Epigonu bir düşünceyi, kişiyi taklit eden, metalaştıran putlaştıran ve böylece ondan fayda çıkartan kişi olarak tanımlayabiliriz.

İsmet İnönü bu hikâyenin içinde neden daha öne çıkamadı?

Nasıl öne çıkabilir ki? Totem bir tane olabilir. Totem “tek adam”dır. Nitelikleri vb yönünden daha iyi güçlü vb olduğu için “birinci adam” değil, o tektir ve kategori dışıdır. İsmet İnönü ise Şevket Süreyya’nın yine ünlü biyografisindeki gibi “İkinci Adam”dır. Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Satranç oyununu bilenler hak vereceklerdir. Satrançtaki en sınırlı en hareketsiz taş, ‘şah’tır. Sadece birer kare hareket eder; oyun sırasında şahla fazla hamle yapılmaz; ancak yine de tüm oyun ‘şah’ın etrafında kilitlenmiştir. En hareketli, en operasyonel taş ise vezirdir. Ancak vezir gitse de oyun bitmez. Satranç oyununda, şahın gitmesinden sonra vezirin şahın yerine geçmesi ne kadar absürd ise İsmet İnönü’nün “daha” öne çıkmasını beklemek de öyledir. Yeri orasıdır. İsmet İnönü’nün Mustafa Kemal’in ardından cumhurbaşkanı olması da bu gerçeği değiştirmez. İsmet İnönü’nün rolü Atatürk’ün en yakın silâh arkadaşı olmaktır, ‘ikinci adam’ olmaktır; o bu özelliği ile rejim içinde işlevseldir. Feud ve Frazer’den yararlanarak söylersek totem’in manasına -mânâ, anlam değil buradaki mana, gizil, kutsal gücüne; sıradan insanların yaklaşamayacağı gücüne- yanaşabilecek insan olması sebebiyle önemlidir. İsmet İnönü, totemin güvendiği, yakın çalışma arkadaşı olarak bir öneme sahiptir. Nitekim dikkat edin Anıtkabir’de Mustafa Kemal hariç sadece o yatmaktadır. Anıtkabir’i, İsmet İnönü ve Mustafa Kemal’in mozolelerinin olduğu kompozisyonu gözünüzün önüne getirin; rejim içerisinde İsmet İnönü’nün pozisyon ve işlevini anlamanızı kolaylaştıracaktır.

Politik turizm’in değeri olarak M. Kemal’i nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sadece politik turizmin değil, medyatik ve ticarî bir değer haline de getirildi Mustafa Kemal. Ufak bir hatırlatma yapmama izin verin. Örneğin 29 Ekim (2009) kutlamalarında İstanbul’da gerçekleştirilen törenlerde modacı Faruk Saraç tarafından tasarlanan bir kostümle pastanın içerisinden çıkartıldı Atatürk. Benzer şekilde, 19 Mayıs 2010 tarihinde Show TV’de yayınlanan ‘Sabahın Sedası’ isimli programa da bir maket-konuk olarak katıldı tabiî sembolik olarak. Daha önce de yine Show TV’de yayınlanan Herşey Dahil isimli bir programa çıkartılmış o maket. Sadece internete girip kısa bir araştırma yaptığınızda bile, Atatürk markalı ürünler satan bir çok sanal mağazanın olduğunu görebilirsiniz. Kravatlar, mektup açacakları, bardaklar akla gelebilecek her türlü ürünün yer aldığı bir ‘Atatürk sektörü’ var şu anda.

M. Kemal’i Koruma Kanununun 50 sene sonra İpek Çalışlar’ı gelip bulması neyin işareti. Tabi bir de sanal ortamda da Koruma Kanunu geçerliliğini yürütüyor...

Bir kere sorunuzla ilgili bir teknik ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Kanun’un tam adı 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun’dur. 1951 Temmuz’unda çıkarılmıştır. Bu ayrıntıyı teknik bir düzeltme olarak kabul etmeyin; oldukça önemli. Ben Tabu ve totemleştirme sürecinde tarihsel bir kişilik olarak Mustafa Kemal ile resmî ideolojinin yarattığı, imal ettiği Atatürk arasında ciddî bir fark olduğu düşüncesindeyim. Mustafa Kemal, iyisiyle, kötüsüyle, doğrularıyla, yanlışlarıyla, tarihte var olmuş, yaşamış ve vefat etmiş bir şahsiyet; Atatürk ise resmî ideolojinin Mustafa Kemal’den hareketle ürettiği bir kurgu. Mustafa Kemal, Atatürk’ü besleyen ona tarihsel bir gerçeklilik veren unsur; ama asla birbirinin aynısı değiller.
İkinci olarak mevzubahis kanunun münhasıran İpek Çalışlar’ı gelip bulmasından özel olarak bir şeyler çıkarmak mümkün değil bence. Bu başka birisi de olabilirdi.

Laiklik anlayışının toplumda açtığı boşluk Kemalizmle doldurulmak mı istenmiştir?

Kemalizm’in, rejimin laiklik anlayışının yarattığı boşluğu doldurmayı hedeflediğini ileri süren görüşler mevcut. Ben bu kanaatte değilim. Birinci olarak, en başta, eğer rejimin böyle bir niyeti varsa da hiçbir şekilde başarılı olmadığını söylemek lâzım. İkinci olarak, böyle bir niyetin olduğunu söylemek de zor. Çünkü, yaygın olarak dile getirilenin aksine, laiklik uygulamaları ile Kemalizm, İslâmı tamamen yok etmeye falan yönelmedi; yönelemezdi de. Bunun sebebi halktan gelecek bir dirence göğüs geremeyecek olması ya da tek parti yöneticilerinin İslâma çok hürmetkâr olmaları vb. değil; İslâma ihtiyaç duymaları. Aklınıza şu soru gelebilir: Peki o zaman tek parti dönemindeki katı laiklik uygulamalarını nasıl açıklamak gerekir? Önce neden İslâma ihtiyaç duyuluyordu o noktaya açıklık getireyim, ardından da madem İslâma ihtiyaç duyuyorlardı, katı laiklik uygulamaları burada nereye oturur o konuya kısaca değinmeye çalışayım.

Ne açıdan İslâma ihtiyacı vardı?

Kemalizm’in iki açıdan İslâma ihtiyacı vardı. İlk olarak, özellikle tek parti döneminde, “Türk”ü tanımlayabilecek din-dışı, seküler hiçbir referans noktası yoktu. Bir başka ifade ile Müslümanlık, Türklüğün mütemmim cüzü halindeydi. Tek parti dönemi politikaları ile İslâmın da gerisinde, ondan da önce var olan -olduğu tahayyül edilmeye çalışılan- bir “Türk” inşa edilmeye çalışıldı. Güneş dil teorileri, tarih tezleri, Sümerbanklar, Etibanklar hep bu çerçeveden okunabilir. Ama bu politikaların hiçbirisi, İslâmın dışında bir “Türk” algısının oluşmasında başarılı olamadı; o yüzden de tek parti yönetici elitlerinin İslâma olan ihtiyacı da devam etti. İkincisi dönemin Anadolu’sunda yaşayan insanların en geniş ortak paydasını İslâm oluşturuyordu. Yönetici elitin bu ortak paydayı yok farzedip ellerinin tersiyle itmek bir yana ondan faydalanmaya çalıştıklarını söylemek mümkün. Kemal Karpat Hoca, 1878 Berlin Antlaşması ve Rusya’daki Kafkas halkların göçleri sonrasında Anadolu demografisindeki muazzam değişikliği çok güzel anlatır, Osmanlı’da Nüfus Hareketleri kitabında.

Cumhuriyeti kurucuların laiklik anlayışı nasıldı?

Laiklik politikalarına gelince, Kemalizm’i besleyen pozitivist düşünceden bahsetmek gerekiyor. Bu düşüncenin etkisindeki yönetici elitin, dini arkaik, Türkiye’yi pozitif evreye, muasır medeniyete ulaşmaya engel bir unsur olarak değerlendirdikleri aşikâr. Din ve bilim toplumsal gelişme basamaklarının farklı evrelerindeki kavramlar olarak ele alınıyor, muasır medeniyete geçmekte olan TC’nin bilimi mürşit edinmesinin önemi vurgulanıyordu. Özetle özellikle tek parti dönemi Kemalizm’i birbiriyle çelişkili iki şeyi aynı anda uygulamak zorundaydı. Teorik olarak dinin arkaik, bilime, pozitif evreye geçişte ayak bağı olduğu düşünülürken pratikte İslâma ihtiyaçları vardı. Laiklik politikaları bu eksende oluşur. O yüzden özellikle erken Cumhuriyet döneminde bir yandan İslâm en son ve en mükemmel din olarak tanımlanırken, geri kalmanın suçu –pratikte İslâma olan ihtiyaç hâlâ devam ettiği için- İslâmda değil, halkı yönlendiren dini önderlerde aranır. Ezan Türkçeleştirilir, tekke ve zaviyeler kapatılır, ama rejimin hiçbir yöneticisi çıkıp, “İslâm diye bir şey yoktur, ateizm iyidir” türünden bir şey söylemez; söyleyemez. Demin dediğim gibi halktan çekindikleri ya da çok mütedeyyin kişiler oldukları için değil; demin özetlemeye çalıştığım nedenlerle diyemezler.

“Kemalizm öldü cenazesini kaldıran yok” yorumlarını geçerli buluyor musunuz?

Hayır bulmuyorum. Sanırım bu “ölme” “yaşama” metoforları, Kemalizm’in Türkiye için geçerliliğini koruması, yitirmesi bağlamında dile getiriliyor. Bu bağlamdan yola çıkıp Kemalizm’in öldüğünü söylemek için, ilk önce Cumhuriyet tarihinin belirli bir döneminde kendi içerisinde tutarlı bir siyasal, toplumsal, ekonomik düşünceler bütünü olarak –ya da şöyle ifade edeyim, ideolojinin ne olduğu konusunda siyaset bilimindeki farklı görüşleri bir kenara koyup, ideolojiyi en basit şekilde, insanların örgütlü sosyal eylemlerinin amaç ve araçlarını ifade eden, açıklayan meşrûlayan düşünceler seti olarak tanımlarsak- bir siyasal düşünce, bir ideoloji olarak Kemalizm’in yaşadığını da varsaymamız gerekir. Oysa, 1920-2011 yılları arasında üzerinde konuşabileceğimiz stabil bir Kemalist ideolojiden, düşünce setinden bahsetmek mümkün değil. Birincisi bu; yani (siyaset bilimindeki gerçek anlamlarıyla) bir ideoloji, bir siyasal düşünce olarak Kemalizm yaşamadı ki ölsün. İkincisi, bir defalığına böyle bir Kemalizm’in var olduğunu düşünelim. Peki hangi Kemalizm öldü? Tek parti Kemalizm’i mi? Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu çıkaran “Seni sevmek millî bir ibadettir (Celal Bayar)” diyen DP Kemalizm’i mi?, 27 Mayıs Kemalizm’i mi?, sol-Kemalizm’i mi?, Kenan Evren’in Atatürkçülüğü mü? Listeyi genişletmek mümkün… *Yeni Asya

Haber Ara