Dolar

32,3223

Euro

35,0757

Altın

2.281,81

Bist

9.007,88

Çakışık coğrafyalılık hali

10 Yıl Önce Güncellendi

2014-08-19 14:30:01

Çakışık coğrafyalılık hali

“Beyhude dolandım, boşa yoruldum, beni sadık yarim Ortadoğu’dur!”

Din, dil ve yaşana gelen kültür halleri dışında kalıp insanlıkla bir açıdan ilişkisi kurulabilecek olan ‘yeni’ ilmî disiplinlerin yardımcı olmaksızın, geçmişi bilmek mümkün olsa idi eğer, günümüzde var olan irili, ufaklı insan toplulukları şu veya bu yere bir kesinlik izafe edip, oraları ‘ata yurt’ olarak tanımlayamazlardı.

Zira ismini, cismini henüz bilmediğimiz nice kavimlerin, halkların ‘ata yurt’ ya da ‘ana yurt’ dediğimiz topraklarda yaşadığını, hüküm sürdüğünü, kendine uygun bir kültür oluşturduğunu, medeniyetler meydana getirdiğini bilmiyoruz.

Ama bildiğimiz bir şey var ki o da, çoğunlukla İsrailiyat’a dayanan ilim adamlarını, tarihçilerin, seyyahların gözlemlerine dayanan anlatımlarının, bugün itibarıyla elimizde kaynak eser olarak durduğudur

Bu eserlerdeki bilgiler belki, günümüz açısından yer yer sabite haline ulaşmış ilmi kriterlerden yoksun, afaki ve imdi bilgileri içeren ve aynı zamanda da adalet ilkesine dayanmadığı gibi, kimi parça doğruları içeren bir öze sahiptir.

Buda genel kabul gördüğü veçhile, tarihin bilindiği andan buyana, insanlığın kendi geçmişi ile ilgili olarak elde ettiği bilgileri içerir. Bunlardan ilmi disiplinler, yeni yaklaşımlar kotarılabilmiş midir? Bunun içinde, sahih temellere dayalı kriterlere, ahlaka ve ‘mutlak’ adalet duygusuna ihtiyacımız vardır. Ki tarihe ihanet etmiş olmayalım…

Belki Batılı toplumların kendi dışında kalanlara yönelik olarak serdettiği ‘barbar’ nitelemesi, sanayi devrimi sonrasında, batının elde ettiği bir formasyon olan ‘ilerlemeci bir tarih ve toplum anlayışı’nın etkisiyle doğulu toplumları –özellikle de Müslüman halkları- çözmek, sarsmak ve kendine hayran bırakmak ve akabinde de onları köleleştirmek için oluşturduğu oryantalizm sayesinde, ‘öteki’ nitelemesine evrilmiş oluyordu!

Batılı irade doğunun mutlaka, ama mutlaka çözülmesini murat ettiğinden dolayı, oryantalizm büyüsüne sıkı sıkıya sarılmıştı k üç asır önceden bu işe girişmişti. Oryantalizm sayesinde, aynı amaca yönelik ve aşağı yukarı aynı souçları vermesi beklenen, birçok yan bilimsel disiplinde oluşturulmuştu. Bunlar; Türkleri çok sevdiklerinden(!) dolayı Türkolojiyi, Küdrdolojiyi, Arabolojiyi, İranolojiyi ve bunlara ek olarak da Çinlilerden yola çıkarak Sinolojiyi, Hintlilerden yola çıkarak Hindolojiyi ve hatta kendi geçmişlerini çok eskilerde Mezopotamya havzasına dayandırma, oraları ‘ebedi’ yurtları olarak takdim edip çok rahatlıkla sömürme gayesi için ise, ta eskilere gidip Sümeroloji gibi, artık günümüz açısından bir karşılığı bulunmayan bilimsel kaziyelere de ihtiyaç hissediyorlardı!

Biz ise, ya bunları görmüyorduk, ya da ‘neme lazımcılık’ yapıp es geçiyorduk! Hatta içimizde aşağılık psikolojisi içerisinde onlara hayran hayran bakıp, zamanla onlar gibi ‘bize yönelik’ kaziyeler peşinde koşan satılık aydınlarımızda türüyordu, ne yazık ki…

Böylesi bir mantık yürütmeyle ise, kültür üreten, buradan elde ettiği sonuçları medeniyete havi bir forma yerleştiren saikler unutuldu, unutturulmak istendi. Akabinde de literatürün ve külliyatın yitimiyle oluşan devasa boşluk batılı kavramlarla ve yeni bir zihniyet/sizlik kurucu öğelerle, milyonluk Müslüman halk kitlelerini, çakışık coğrafyalarda, ruhen ölü, ama şeklen var olan bir kalıpta, artık kendi olamayacak bir vasatta yeniden ürettik ki ulusalcılıkta bunun kimlik ibrazı olmuştu.

Farklı coğrafyalardan gelmiş olabiliriz, farklı etnisitelere, kavmi yapılara bağlı olabiliriz, mezheplerimiz ve hatta dinlerimiz de farklı olabilir. Ama yüzlerce yıldır bu topraklarda yaşıyor isek eğer, çok az nüans farklarına rağmen, birbirini besleyen tali unsurlara dayanan bir kültür havzası içerisinde bulunuyoruz demektir, hatta adı ne olursa olsun, yüzlerce yıldır imbikten gelerek çoğalan bir medeniyetin varisleriyiz.

Buna ister İslam medeniyeti deyin, ya da demeyin, fark etmez, lakin batının salt bilimsel, modernliği baz alan öngörüsüne dayanan sahte, albenili teneke medeniyetine karşın, doğunun sahih geleneğine dayanan ve demirden kavi, polat misali bir medeniyettir bu medeniyetimiz…

Gerçi bu medeniyetten yaklaşık üç yüz yıl ve son darbeye maruz kaldığımız yüz yıldır mahrumduk, yarı uyanık, yarı uykulu bir ruh haliyle yaşıyorduk. Ama uyanış bir müddetten sonra başlamıştı ve devam edecekti.

Bu uyanışı dirilişe dönüştürmek kendi ellerimizde idi, devam da ettirebilirdik, akim de bırakabilirdik, zira…

Ama toprak uyanmıştı bir kere, biz uyusak ta uyananlarla birlikte gürleşecek ve yeni filizler verecekti.

İşte herkesin kendi öz değerini muhafaza ederekten, onları hiçbir bedel istemeden yekdiğerine aktararaktan, birbirlerini hakikat içre anlayaraktan bir müktesebat oluşturaraktan ve en sonda ise, oluşan müktesebatı tün insanlığın hizmetine koşmayı şart koşan ‘yeni’ bir anlayışla kendi çakışık coğrafyalarımızda yaşayabilirdik.

Zira her coğrafya kendine hastı, orayı yurt bilen kendi insanına özgüydü acısı ve tatlısıyla bir değer ifade ederdi,

Değer ifade ede ede, ‘insanca’ ve Müslümanca yaşamaktı ve yeter ki kendi coğrafyalarımızı bir başkasına zindan kılmamalıydık, zira tabiat sun’iliği, yani sahteliği ve bir yapaylığı elementleri gereği kabul etmez, çıkarıp atardı!


Doğala dönerek ve doğalık içerinde bir doğallığı yaşamak.

İşte en hakikatlisi bu olsa gerek…

Sait Alioğlu

Haber Ara